24 Ağustos 2010 Salı

BOZ MEHMET’İN “FABRİKATÖRLÜĞÜ” YA DA YENİ BİR ENGİN ARDIÇ YALANI - 25.08.2010

“Bir zamanlar ‘Boz Mehmet’ diye bir adam vardı, ‘eski tüfeklerden’, gizli TKP üyesi, sıkı komünist. Boz Mehmet aynı zamanda bir fabrikatördü. İzmir'de fabrikası vardı. İşçiyi de üç otuz paraya çalıştırırdı. İşçiler zam istedikleri zaman da onlara şöyle derdi: ‘Acele etmeyin... Yakında devrim patlayacak... O zaman bu fabrika zaten sizin olacak... Şimdilik dayanın...’
Bu tür yaratıklar beni hep çok eğlendirdiler. Durup durup beni haklı çıkardıkları için de aslında onlara teşekkür borçluyum.”

Bu satırlar Engin Ardıç’ın 23.08.2010 tarihli Sabah’taki köşesinden. Sözünü ettiği Boz Mehmet, açık adıyla Mehmet Bozışık 21 eylül 1901, Kavala-Yunanistan doğumlu bir komünist. Yazısındaki tek doğru da bu “eski tüfek”in ideolojik kimliğidir.

Boz Mehmet, 1918 yılında kurulan Yunanistan Komünist Partisi'ne bağlı kızıl sendikada ilk kez Marksizmle tanışıyor. Tütün işçiliği yaptığı 1920-1921 yıllarında Kavala'da bir komite kurarak, para toplayıp Anadolu'daki kurtuluş savaşına yolluyor. 1924 mübadelesiyle İstanbul’a geliyor ve tütün işçiliğine başlıyor, aynı zamanda Yaprak Tütün Cemiyeti’ne üye oluyor. 17 Eylül 1927 günü Kavala’dan hemşerisi Çakır Hasan’ın aracılığıyla Türkiye Komünist Partisi’ne (TKP) katılıyor.

***

Boz Mehmet ilk kez 17 ağustos 1928 günü ilk kez tutuklanıp Sultanahmet Cezaevi’ne kapatılır. Suçu Amerikan Tütün Şirketi aleyhine işçilere bildiri dağıtmaktır. Boz Mehmet cezaevinde parti önderlerinden Şefik Hüsnü, Hikmet Kıvılcımlı, Hüsamettin Özdoğu ve Sarı Mustafa (Börklüce), Nâzım Hikmet ve Laz İsmail (Bilen) ile tanışır. 1929 yılında gizli yollardan Moskova’ya, Doğu Halkları Emekçi Üniversitesi’ne gönderilir; 1931 yılında Türkiye’ye döner.

1932 yılının şubat ayında Zeki Baştımar'ın Haliç Defterdar'daki evinde 7 yıldır kongre yapmamış olan TKP’nin 4. parti kongresi toplanır, Boz Mehmet bu kongrede Merkez Komitesi’ne seçilir. Bir yıl sonra parti tarafından gönderildiği Samsun’da 1936 yılında tutuklanır, yargılanır ve 4 yıl hapse mahkûm olur. Cezasını çekip tahliye edildikten sonra bu kez “mahkemeye hakaretten” yargılanır, aldığı 78 gün hapis cezasını çekmemek için İstanbul’a kaçar, fakat yakalanıp Samsun’a gönderilir.

Boz Mehmet’in tüm yaşamı örgütlü mücadeleyle geçmiştir. 1948 tutuklamalarında yakalanır, Türkiye Sosyalist Emekçi Köylü Partisi’ne ilişkin çalışmaları nedeniyle 4 yıl ceza alır, fakat 1950 Demokrat Parti affıyla iki yıl yattıktan sonra çıkar. Çok geçmez 1951 ekim ayında başlayan TKP Davası kapsamında tutuklanır, yargılanır ve 7 yıl 6 ay hapis, 3 yıl da Sivrihisar’da sürgün cezasına çarptırılır. Bu cezaları çeker.

***

Boz Mehmet 1960’lı ve 1970’li yıllarda gençlik hareketlerini ve sosyalistlerin örgütlü mücadelelerini aktif olarak destekler. 12 Eylül 1980 faşist darbesinde tutuklananlar arasındadır. Yaşı 79’dur. Selimiye Kışlasına götürülür, polisin sorgusundan geçer. Bırakıldıktan sonra 1981 yılının nisan ayında yurtdışına gitmeye karar verir. Yaklaşık 9 yıl Almanya, Rusya ve Danimarka'da kaldıktan sonra 1989 yılının 22 Eylül'ünde Türkiye'ye döner. Atatürk Havalimanı’na iner inmez tutuklanır ve Ankara'ya gönderilir. Mahkemeye çıkartılır, fakat Türk Ceza Yasası’ndan 141. ve 142. maddelerin çıkartılması sonucunda mahkeme tahliyesine karar verir.

Türkiye sosyalist hareketinin en tutarlı kişiliklerinden biri olan Boz Mehmet (Bozışık) yakalandığı prostat kanserine yenik düşer, 27 ağustos 1998 günü, 97 yaşında bir delikanlı olarak yaşama gözlerini yumar.

***

Engin Ardıç’ın Boz Mehmet (Bozışık)’a ilişkin olarak yazdıkları doğru değildir. Boz Mehmet hayatının hiçbir döneminde fabrikatörlük/işverenlik yapmamıştır. Engin Ardıç yalan yazmaktadır. 97 yıllık ömrünün hiçbir anında egemenler karşısında başını eğmemiş saygın bir sosyalistten “yaratık” diye söz etmek ise ancak Engin Ardıç gibi “manik depresif” hastalara özgü bir davranıştır. Ardıç’ta ruhsal bozukluğun çeşitli arazları, - kendi söylediği yalana inanma anlamına gelen “mitomania” dahil-, iç içe geçmiş, yumaklaşmıştır. Tedavisi zordur. Allah şifa versin!

22 Ağustos 2010 Pazar

REDUCTIO AD ABSURDUM YA DA 536 GÜN BOŞA YATMAK - 23.08.2010

Türkiye Barolar Birliği İnsan Hakları Merkezi uzman hukukçular tarafından hazırlanan 10 ağustos 2010 tarihli bir “Tutuklama Raporu” yayınladı. 78 sayfalık kapsamlı raporda tutukluluk konusu evrensel kabul gören ilke ve uygulamalar doğrultusunda mercek altına alınıyor ve Türkiye’deki uygulamalarla karşılaştırılıyor.

Bilindiği gibi ilk kez 20 mart 1950’de Roma’da imzalanan, 3 eylül 1952’de yürürlüğe giren ve Türkiye’nin 18 mayıs 1954’de onayladığı Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin içeriği yıllar içinde hazırlanan ek protokollarla değiştirilmiş, sonunda 1 kasım 1998 tarihinde yürürlüğe giren 11. Protokolla bugünkü şeklini almıştır.

Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin 5/1-c maddesi tutuklamaya ilişkin olarak “kişinin suç işlediği hakkında geçerli şüphenin varlığını, suçun işlenmesinin önlenmesi ya da suçlunun kaçmasının engellenmesi zorunluluğu inancını doğuran makul nedenlerin varlığını” öngörmektedir.

***

Arkadaşımız Mustafa Balbay 536 gündür tutukludur. AİHS’nin yukarıda işaretlediğimiz 5/1-c maddesi ölçüt olarak alınacak olursa yargılandığı mahkemenin üç yargıcından ikisi onun “suç işlediği hakkında geçerli şüphenin va olduğu”, eğer serbest bırakılırsa “delilleri karartacağı”, “kaçacağı” görüşündedirler.

Mustafa Balbay gazetecidir, yazardır, Türkiye’nin en köklü gazetesinin Ankara temsilcisidir. Görevi araştırmak, incelemek, haber kovalamak, yazı malzemesi toplamak, yazmaktır. Kendisine atılan “suç” ise “Türkiye Cumhuriyeti hükümetini ortadan kaldırmaktır”, yani “darbeciliktir”.

***

Bu ülkede yaşayan her aklı başında insana bu suçlamalar da, tutukluluğuna ilişkin gerekçeler de “gerçek dışı” gelmektedir.

Mustafa Balbay Türkiye Cumhuriyeti hükümetini ortadan kaldıracak darbeyi yazı yazarak mı gerçekleştirecektir? Evi, ofisi aranmış, didik didik edilmiş, yazı malzemesinden, notlarından, bilgisayar disklerinden başka bir şey bulunamamıştır. Yoksa Balbay, kendisi gibi benzer suçlamalarla tutuklanmış gazeteci, televizyoncu Tuncay Özkan, dünya çapında bir tıp adamı olan Prof. Dr. Mehmet Haberal, yine bir bilim adamı ve eski bir rektör olan Prof. Dr. Fatih Hilmioğlu ile el ele vererek mi yapacaktır bu “silahsız, topsuz, tüfeksiz” darbeyi?

***

Öte yandan salt aynı davanın değil benzer davaların da silahlara, toplara, tüfeklere egemen konumda bulunan yüksek rütbelerdeki askeri sanıkları serbest bırakılmış, içeride yalnız gazeteciler, bilim adamları, yazarlar ile teğmen, üsteğmen gibi sırtları henüz sağlamlaşmamış genç askerler kalmıştır.

Bu ne biçim hukuktur?

Ortada, “Türkiye Cumhuriyeti hükümetini ortadan kaldırmaya yönelik bir askeri darbe tehlikesi var!” diyeceksin, insanları apar topar içeri alacaksın, sonra da “Bunlar ne kaçarlar, ne de delilleri karartırlar,” deyip silahlı asker sanıkları serbest bırakıp silahsız sivilleri demir parmaklıklar ardında tutacaksın!

Buna Latincede “reductio ad absurdum” denir ki tam karşılığı “saçma olana indirgeme”dir. Bir savı doğru kabul ederek saçma bir sonuca varıp savın yanlış olduğu sonucuna ulaşıldığı, Aristoteles’in sıkça başvurduğu bir mantık yöntemidir.

"HRANT DİNK YAYLASI" - 22.08.2010

Geçen pazar günü Hürriyet Gazetesi'nin Seyahat ekinde bir Ağrı Dağı tırmanışı öyküsü vardı sayfa sayfa. Japonlar filan bile gelmiş. Daha önceki başka bir haberi hatırlattı bu bana. Ermeni dağcılar, aldıkları tırmanış izni Turizm Bakanlığı tarafından iptal edildiği için ‘korsan’ tırmanmışlardı Ağrı'ya. temmuz ayında.

Ne bileyim, mesela Ermeni dağcılar çıksın artık Ağrı'ya. Devletimiz, AİHM'ye verdiği savunmayı affettirmek için hiç değilse, bunu yapsın. Biz de mesela... Tatlı bir yayla şenliği olsun orada. Hrant'ın gülümseyen bir fotoğrafını koyalım ortaya bir yere. Ermeni, Kürt, Türk, bütün yetim çocuklar piknik yapsın. Of be! Ne çok sevinirdi Hrant buna. Şarap içilsin akşam, ateşler yakılsın, türküler söylensin, hepsi neşeli olmak kaydıyla. Biz için için ağlarız yine, mesele değil, ama gülelim de. İnsana yakışır gibi olalım. İnsan gibi. Sofra kurulsun, Ermeni yemekleri Türk yemeklerine karışsın. Tek kavga ‘Bu yemek asıl kimin yemeği?’ sorusundan çıksın. Uzun uzun bu konuşulsun. Yerli yersiz sarılsın insanlar birbirlerine. Bu kalsın Hrant'tan geriye. Sırf katillerin peşine düşmüş insanlar olmayalım artık biz. Çirkinliklere baka baka ekşiyen insanlar olmayalım sadece. Bahar gelsin artık bize. Yaylamızı bulalım. Yukarılara, daha yukarılara... Kim bilir, belki bizim Ağrı'mızın derinliğine itibar edip günün birinde... Niye olmasın? Belki bir gün ‘Hrant Dink Yaylasıderler oranın adına...”

***

Yukarıdaki satırlar Ece Temelkuran’ın 18.08.2010 tarihli Habertürk’teki aynı başlıklı yazısından. Bu yazı, Hrant Dink’in öldürülmesinden bu yana geçen üç yıl içinde okuduğum en güzel, en anlamlı yazılardan biri; hem hayran olduğumu hem de neden benim aklıma gelmediği için kıskandığımı itiraf etmeliyim.

Yazı bana aynı zamanda yıllar önce yaşadığım bir olayı anımsattı. O zamanlar bağlı olduğum yayınevinin çağrılısı olarak bir grup yazar Edirne’deydik, kenti dolaşıyorduk. Bir parkın önünden geçerken bir an durdum, yanımdaki arkadaşlara, “Buraya Duygu’nun adını verseler ne güzel olur,” dedim. Duygu Asena o sıralar kendisini sonsuz yolculuğuna çıkaracak hastalığının son evresindeydi. İstanbul’a dönünce yazdım bunu. Belediye Başkanı Hamdi Sedefçi telefon etti, konuyu İl Genel Meclisi’ne götüreceğini söyledi. Gerçekten de 06.10.2004 tarih ve 2004/87 sayılı kararla o parka “Duygu Asena Kadın Hakları Parkı” adı verildi. Ne yazık ki Edirneliler Duygu’nun adını ancak beş ay yaşatabildiler; aynı başkanın önerisiyle parkın adı 22.03.2005 tarihli bir kararla “Zübeyde Hanım Kadın Hakları Parkı” olarak değiştirildi.

***

Bir yaylanın adlandırılması hangi makamın yetki alanına girer? Bilmiyorum. Fakat bunu Turizm ve Kültür Bakanlığı’na yakıştırıyorum. Sayın Ertuğrul Günay, Ece Temelkuran’ın önerisinden yola çıkarak Ağrı Dağı’nda bir yaylaya Hrant Dink’in adının verilmesine önayak olamaz mı?

Hem devlet hem de toplum olarak borçluyuz Hrant Dink’e. Son yıllarda hayatını zehir ettik, en olmadık nedenlerle mahkemelerde süründürdük, sonunda göz göre göre ölüme gönderdik bu sapına kadar yurtsever insanımızı. 301. maddeden yargılanırken mahkeme kapılarında ona küfürler yağdıran, televizyon ekranlarında bağıra çağıra kin kusan, ölüm çağıran o gözü dönmüş kafatasçıların yüzleri geliyor gözlerimin önüne; utanıyorum.

***

Devlet bizi utandırmaktan hâlâ geri durmuyor; Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne onu Alman Nazileriyle benzeştiren rezilce savunmalar gönderiyor, gönderebiliyor.

Doğal ki bir yaylaya verilecek adı Hrant’ı geri getirmez, ama en azından anısına “bir şey” yapmış oluruz.

20 Ağustos 2010 Cuma

BİR ÇADIR POLİTİKACISI: EGEMEN BAĞIŞ - 18.08.2010

İki dönemdir AKP İstanbul milletvekili olan Egemen Bağış, partisinin Beşiktaş Meydanında kurduğu propaganda çadırında yemek verdiği yandaşlarından referandum için destek isterken, Bu paketin içeriğini okuduktan sonra, paketin ülkeye neler kazandıracağını gördükten sonra bu paketehayırdiyenlerin ya aklından zoru vardır ya da vatan sevgisiyle ilgili bir sıkıntısı vardır demiş.

Egemen Bağışın sözleri bizlere; anayasa değişiklik paketinin ülkeye hiçbir şey kazandırmayacağının ötesinde AKPnin, bu referandum yoluyla başta Orta Anadolu olmak üzere egemen olmaya başlayan otokratik düzeni yüksek yargıyı da denetimi altına alarak ülke geneline yaymayı amaçladığını söyleyenlere. Başbakanın prensi bizleri deli olmakla, vatanı sevmemekle suçluyor. Herhalde bu çadır politikacısının sözlerini ciddiye alıp kendimizi savunacak değiliz. Fakat kendisi üzerine yüklenmiş görevleri açısından mercek altına alınması gereken bir kişilik.

***

Bilindiği gibi Ocak 2009dan bu yana Avrupa Birliği ile tam üyelik görüşmelerini yürütmek üzere Devlet Bakanı ve Baş Müzakereci olarak görev yapıyor. Daha önce de AKPnin dışilişkilerinden sorumlu Genel Başkan Yardımcısı ve Merkez Yürütme Kurulu üyesiydi. 2002-2009 yılları arasında yürüttüğü görevlere bir bakalım: AK Parti Dış İlişkiler ve Dış Temsilciliklerden Sorumlu Genel Başkan Yardımcısı, AK Parti Merkez Yürütme Kurulu Üyesi, AK Parti Merkez Karar ve Yönetim Kurulu Üyesi, Başbakan’ın Dış İlişkiler Danışmanı, Türkiye-ABD Parlamentolar Arası Dostluk Grubu Başkanı, NATO-Parlamenterler Asamblesi Transatlantik Komitesi Başkanı, NATO-Parlamenterler Asamblesi Türk Grubu Başkan Yardımcısı. Görüldüğü gibi özgeçmişi, Doğan Uluçun deyişiyle, genç yaşına sığmayacak ölçüde yüklü”.

Siirtli bir ailenin çocuğu olan Egemen Bağışın öğretmen olan ve bir süre il eğitim müdürlüğü görevinde de bulunan babası Abdullah Bağış 1974 yerel seçimlerinde Adalet Partisinden Siirt Belediye Başkanlığına seçilip bir dönem görev yapmış. 1985 yılında New Yorka Eğitim Ataşesi/Öğrenci Müfettişi olarak atanıyor, böylece Egemen Bağışın çocukluğunun bir bölümü ile gençliği bu kentte geçiyor. New York Kent Üniversitesine bağlı Baruch Kolejinde insan kaynakları okuyup kamu yönetimi dalında yüksek lisans yapıyor. Pek matah bir okul değil Baruch College; ABD sıralamasında ilk 200e bile giremiyor. Ama bu hiç önemli değil, New York da okumuş ya! Üstelik iki kez Türk-Amerikan Dernekleri Federasyonunun başkanlığına seçilmiş.

***

Anımsarsınız, rahmetli Turgut Özal oğlu Ahmetin önerisiyle salt ABDde yaşayıp çalışıyorlar diye Bülent Şemiler, Engin Civan gibi üçüncü sınıf banka memurlarını Türkiyeye getirtir, devlet bankalarına genel müdür yapardı. Başbakan Erdoğan da 32 yaşında milletvekili yaptı Egemen Bağışı, onun için teğmenlikten albaylığa atlamak gibi bir şeydi bu. Sonrasında da yukarıda sıraladığımız görevler Hakkını yemeyelim, Özalınkilerden daha farklıydı Erdoğanın prensi. Başbakanın Bugün Türkiye için büyük bir gündür tümcesini Bugün Türkiye için zafer günüdür anlamına gelen Today is Turkeys victory day olarak çevirerek Kıbrıslı Rumları çıldırtıp görüşmeleri durma noktasına getiren örneklerin ortaya koyduğu gibi İngilizce konusundaki gözle görülür yeteneksizliği dışında üzerine yüklenen görevleri yerine getirebilmek için çaba gösteriyordu.

Şimdi görüyoruz ki o da sindirim bozukluğuna yakalanmış, üzerine aldığı görevleri taşıyamıyor, geldiği yeri hazmedemiyor; dili pabuçlaşmış, karşıtlarına en olmayacak sözlerle saldırıyor. Henüz 40 yaşında ama hızla tükeniyor. Taşralı bir çadır politikacısına dönüşüyor. Dili varabilse Türkiye nüfusunun yarıdan fazlasına vatan hainidiyecek, akıl hastası diyecek. Diyemediği için kıvırtıyor, aklından geçenleri süsleyerek kusuyor. Körle yatan şaşı kalkar özdeyişine somut bir örnek oluşturuyor. Yazık! Bize, Söylediklerini aynen kendisine iade ederiz dedirtmeyecek ölçüde yazık!

KİŞİSELLEŞTİRİLMİŞ BİR PAZARTESİ YAZISI - 16.08.2010

Epey yıl geçti üzerinden. Ali Sirmen, Ümit Zileli, Aydın Engin, Yalçın Bayer ve ben çeşitli panellere katılmak üzere Edirne’deydik. Konuşmalarımızı yaptık, akşam bir barda eğlendik. Aydın fıkralar anlattı, Ümit’in sesi bayağı güzeldir, usulü de iyidir, sanat müziğinden şarkılar söyledi. Yalçın ise her yerde gazetecidir, Hürriyet muhabirleriyle derin konuşmalara daldı bir köşede. Geç bir saatte otelimize dönüp yattık. Ertesi gün erkenden kalkıp İstanbul’a doğru yola çıkacağız… Gerçekten de yola çıkacağımız ana kadar her şey planladığımız gibi gelişti, fakat bir türlü yola çıkamadık. O günü bir yazımda Bir Kentten Ayrılamamak başlığıyla anlatmıştım bu köşede. Şurada bir çay içelim, şuradan biraz peynir alalım, aman bu dükkânda ne güzel şeyler var… derken bir gece daha kalmıştık Edirne’de. O Edirne serüveninden İstanbul’a bir teneke peynir ve bir de askeri giysiler satan bir dükkândan aldığım haki renkli iç çamaşırlarıyla dönmüştüm.

Şimdi de Gökçeada’dayım ve bir türlü İstanbul’a dönemiyorum. Kadim dostlarım Pazarkaya’ların bol ağaçlı bahçelerinde kuşların vummm, vummm diye kanat çırpışlarını, komşumuz Stelyo’nun kuzularının melemelerini, vakitsiz öten horozların üüürüüülerini dinliyorum. Bu sesleri bırakıp da nasıl dönersiniz İstanbul’a? O kornalarla, motor uğultularıyla, otomobillerden taşan bom cıs tıs bomsesleriyle sinirinizi bozmak için mi?

***

Ama hayat tuhaf bir süreç, bazı şeylere karşı koyamıyorsunuz. Ben de o durumdayım; siz bu satırları okurken İstanbul yolunda olacağım. O kanat seslerini, horozların ötmelerini, kuzuların melemelerini ve de İnci’nin o muhteşem reçellerini arkamda bırakıp şairin, Bir taşına tüm İran feda olsun dediği kentime döneceğim. Beni bekleyen bir sürü iş var orada. İstanbul Kitap Fuarı yaklaşıyor; âleme söz vermişiz bu fuar her yıl biraz daha büyüyecek, dünyada ses getirecek diye. Arkadaşlarım aylardır haldır huldur çalışıyorlar bunu gerçekleştirmek için. Bir ucundan benim de tutmam gerek, yoksa bu, hak etmeden övünmelere yol açar ki bu da bizim TÜYAP raconuna hiç uymaz. Yeri gelmişken söyleyeyim, bu yıl İspanya, İstanbul Kitap Fuarı’nın onur konuğu; İspanyol edebiyatından flamencoya, paelladan sevillanasa kadar her şey var fuarda.

***

Bu yazıyı cumartesiyi pazara bağlayan gece yazıyorum, şu anda saat 04.06. Birazdan tanyeri ağaracak. Stelyo’nun kuzuları, koyunları uykuda, yalnızca bir keçisi büyük bir inatla meliyor. Karanlıkta göremiyorum, ama mutlaka büyük bir azimle bahçemizi çevreleyen telleri aşıp hedeflediği badem ağacının yeşil yapraklarına ulaşmak için her türlü cambazlığı deneyen o fıttırık keçi olmalı.

Gün boyu büyük bir koşuşturma vardı bizim Bademli köyünde. Köyün eski Rumca adı Gliki; glikozdan geliyor, Şeker köy demek. Ben olsam bu adı korurdum, çünkü köyde yaşayanların çoğu Rum, üstelik de hoş bir ad bu köy için. Neyse, biz koşuşturmaya geri dönelim. 15 Ağustos Ortodokslar için kutsal bir gün; Meryem Ana Yortusu. Bugün Meryem Ana Tanrı katına, oğlu İsa’nın yanına yükselmiş. Köyün kilisesinin önünde kocaman bir ağaç var, erkekler o ağacın altında kurban kesiyorlar, kuzuları o ağacın dallarına asıp yüzüyorlar. Kadınlar ise evde buğday dövüyorlar. Yarın (Pazar) bulgurlu kuzu haşlama ziyafeti var köyde. Bayram kutlanacak. Yenilecek, içilecek, şarkılar söylenip dans edilecek. Bayram yemeği 180 kişilik olarak planlanıyor. Dünyanın her bir yanından, başta Yunanistan olmak üzere ABD’den, Avustralya’dan, Almanya’dan ve daha birçok ülkeden eski Gliki’liler köylerine geliyorlar bu bayram yemeğinde hemşerileriyle birlikte olmak için.

Biz de çağrılıyız yemeğe. Komşularımızdan Anastasios ve eşi Pazarkaya’larla bizi özel olarak çağırdılar. Anastasios (Atanaş) İstanbul-Yeniköylü, eşi Bademli’den, hanımköylü yani. Askerliğini 1974 Kıbrıs Harekâtı sırasında muhabere bölüğünde yapmış ve Türk askeri olarak Kıbrıs’a çıkmış. Sonra da çalışmak üzere Atina’ya…

Dedim ya, hayat tuhaf bir süreç.

BU NE BİÇİM DEMOKRASİ - 15.08.2010

Cumhuriyet Başsavcılığı Diyarbakır Büyükşehir Belediye Başkanı Osman Baydemir hakkında yeni bir inceleme başlattı. Bu seferki incelemenin nedeni, Baydemirin, 5 Temmuz 2010 günü Tuncelide beş ayrı örgüt temsilcisinin katıldığı “Kürt Sorununda Muhataplık Konusu ve Demokratik Özerklikkonulu bir açık oturumda özerklik konusunda söylediği sözler. Eğer bu sözlerde suç unsuru bulunduğu kanısına varılırsa hakkında soruşturma başlatılacak.

Basından izlediğimiz kadarıyla Osman Baydemir, Güneydoğuyu Kürdistan olarak tanımlıyor ve bu bölgede güçlü bir yönetsel özerklik öneriyor. Ona göre bölgenin bir bölgesel parlamentosu, bir bölgesel hükümeti, bir başbakanı ve bir de bayrağı olmalı. Diyarbakır Belediye Başkanlığı binasının önünde Türk bayrağının yanında bu bayrak da dalgalanmalı.

Dünyada birçok ülkede genelde eyalet kavramı içinde tanımlanan bu tür özerk bölgeler bulunuyor. İspanyadaki Bask ve Katalan, Avusturyadaki Güney Tirol özerk bölgeleri gibi. Almanya Federal Cumhuriyetindeki Bavyera eyaletinin kendi bayrağı dışında bir de resmi marşı var. Dolayısıyla Osman Baydemirin özerklik önerisi bilinmedik, duyulmadık, uygulanmadık bir şey değil.

***

Ben, yerel yönetimlerin güçlenmesini istemekle birlikte parlamenter özerkliğe ilişkin istemleri milliyetçiliklerin giderek yayıldığı, uzlaşma kültürünün hemen hiç var olmadığı günümüz koşullarında uygulanma olanağının bulunmadığını düşünenlerdenim. Fakat bu, özerklik konusu hiç tartışılmasın anlamında da anlaşılmamalı. Kendi hesabıma ben Osman Baydemir gibi düşünenlerle bu konuyu enine boyuna tartışmak isterim. Çünkü birbirimizi anlamak, birbirimize yaklaşmak, birbirimizin düşüncelerinden yararlanmak, birbirimizden öğrenmek, giderek birbirimizin düşüncelerinden ortak bir senteze varabilmek için her konuda bıkmadan, usanmadan tartışmamız gerektiğine inanıyorum.

Fakat düşüncelerine karşı çıkıp eleştirdiğimiz, bu nedenle kendileriyle tartışmak istediğimiz insanlar düşüncelerini açıkladılar diye savcılık tarafından soruşturulurken bunu nasıl yapacağız? Bu durum bana elleri kolları bağlı birine yumruk atmayı marifet sayanların kalleşçe davranışları gibi geliyor.

Sağlıklı tartışmalar eşit özgürlük haklarına sahip insanlar arasında olur; yoksa karşındaki insanın kafasının üzerinde sürekli Demoklesin Kılıcı sallanırken, o sürekli, Konuşursam başıma bir iş gelir mi? tedirginliği içindeyken, senin konuştuklarının ciddiye alınacak bir değeri olabilir mi?

***

O açık oturumdaki konuşmasından sonra Hükümet Sözcüsü Cemil Çiçek, Osman Baydemiri Organları yer değiştirmiş adam! diye niteledi. Çiçekin bu sözlerini yakışıksız, çirkin bulmamın ötesinde merak ettiğim bir nokta var. Bilindiği gibi son zamanlarda kimi aydınlarımız, Batıda, Kürtleri dışarıda tutacak yeni bir Türkiye kuralım, söylemiyle bir tartışma başlattılar. Cemil Çiçek, bu aydınların söylemleri doğrultusunda konuşanları organları yer değiştirmiş insanlar olarak nitelemiyor. Bu durumda sormadan edemiyorum; Osman Baydemir, bölünelim, ayrılalım gibi öneriler de ileri sürmemişken bu çirkin nitelemeyi salt Kürt olduğu için mi hak ediyor?

Cemil Çiçekin bu davranışının ortaya koyduğu gibi AKPnin Türkiye için öngördüğü, işte böyle çifte ölçülü bir demokrasi. AKP yöneticileri demokrasiyi kendilerine yandaş bulma düzeni olarak anlıyorlar, aynı zamanda da demokratik açılım sözlerini dillerinden düşürmüyorlar, fakat bu öyle bir demokrasi ki, bu demokraside kendileri gibi düşünenleri cennet, düşünmeyenleri ise cehennem bekliyor. O zaman da Bu ne biçim demokrasi diye sormadan edemiyorsunuz. Bu satırları okuyan kimi okurlarımın O biçim! diye mırıldandıklarını duyar gibi oluyorum. Evet, bize dayatılmak istenen gerçekten de o biçim bir demokrasidir.

12 Eylül günü insanlarımız referandum için sandık başına gidecekler. Yok 12 Eylülle hesaplaşma, yok demokratikleşme, tümü palavradır bunların. İnsanlar o gün evrensel demokrasi ile o biçim demokrasi arasında bir seçim yapacaklardır.

Bakalım sandıktan ne çıkacak?

TÜRK SİLAHLI KUVVETLERİ VE ÖZELEŞTİRİ - 11.08.2010

Bizim bu generaller, terfiler için harcadıkları enerjilerinin onda birini askerlik için harcasalardı, doğru dürüst, ciddi, saygıdeğer bir ordumuz olurdu.

Kendi mayınıyla kendi askerini havaya uçurmaya, askerlerinin ölümünü naklen seyretmeye,baskın olacakraporlarına aldırmamaya, dünyanın en kolay baskınına uğrayan karakollarını yapmaya, baskına gelen PKKlilerikaçakçısanmaya, kekik toplamaya çıkan köylüleridüşmandiye öldürmeye hiç aldırmıyorlar, bu hataları düzeltmek için kıllarını bile kıpırdatmıyorlar ama terfi, tayindedin mi çıldırıp ortalığı kırıp döküyorlar.

Bu kadar vurdumduymaz, bu kadar bencil, bu kadar şımarık bir komuta heyetini herhalde yeryüzünün hiçbir ordusunda bulamazsınız. Yıllarca beceriksizliklerinin, yeteneksizliklerinin, yetersizliklerinin sorgulanmamasına alışmışlar.

***

Yukarıdaki satırlar Ahmet Altanın 7 Ağustos 2010 tarihli Taraf gazetesindeki Yeter Artık başlıklı yazısından. Yandaş koalisyon elindeki tüm araçlarla Türk Silahlı Kuvvetlerine saldırıyı sürdürüyor. Üst düzey komuta kademesindeki kıdem geleneğinin altüst edilmesi de hocaefendiciler, neo-liberaller ve İslamcılardan oluşan bu koalisyonu yeterince tatmin etmemiş; orduyu karnının en yumuşak yerinden vurup yıpratmaya çalışıyorlar.

Türk Silahlı Kuvvetleri doğal ki başka kurumlar gibi eleştirilmeli, fakat bunların yaptığı eleştiri değil, ortak siyasal amaçları doğrultusunda Türk Silahlı Kuvvetlerinin toplumdaki saygınlığını zedelemek istiyorlar.

Ellerinde önemli silahlar var. En önemlisi de 12 Eylül 1980 hiyerarşik üst komuta darbesi. Bu faşist darbenin topluma çektirdiği acılar, ülkeyi sürüklediği karanlık hâlâ halkın belleğinde. Halk süngü gölgesinde sandık başına gidip bir deli gömleğinden farksız Evren anayasasına evet oyu vermeye zorlanmasını unutamıyor. Önümüzdeki anayasa referandumunda 12 Eylül 1980 darbesinin AKP tarafından koçbaşı olarak kullanılmasının nedeni de bu değil mi?

***

Çok yazıldı, çizildi. Kendi hesabıma ben Türk Silahlı Kuvvetlerinin 12 Eylül 1980 darbesine ilişkin olarak bir özeleştiri yapması gerektiğini, kurumun üzerine yapışmış kara lekeden ancak böylelikle arınabileceğini en az dört kez yazdım bu köşede. TSK, özeleştiriyi hiç aklına getirmediği gibi darbe döneminin en azılı işkencecilerini korudu, korumakla da kalmayıp terfi ettirdi.

Nurettin Ersin (1 Temmuz 1983 - 6 Aralık 1983), darbe çetesinin bir elemanıydı, dolayısıyla ondan böyle bir davranış doğal ki beklenemezdi. Ya ondan sonra Genelkurmay Başkanlığına gelen öbür orgeneraller? M. Necdet Üruğ (6 Aralık 1983 - 2 Temmuz 1987), Necip Torumtay (24 Temmuz 1987 - 3 Aralık 1990), Doğan Güreş (6 Aralık 1990 - 30 Ağustos 1994), İ. Hakkı Karadayı (30 Ağustos 1994 - 30 Ağustos 1998), Hüseyin Kıvrıkoğlu (30 Ağustos 1998 - 28 Ağustos 2002), Hilmi Özkök (28 Ağustos 2002 - 28 Ağustos 2006), Yaşar Büyükanıt (28 Ağustos 2006 - 28 Ağustos 2008) ve İlker Başbuğ (28 Ağustos 2008 - ).

Son 27 yılda sekiz Genelkurmay Başkanı gelmiş, yedisi geçmiş, sonuncusu geçmek üzere, fakat hiçbirinin aklına komuta ettikleri Türk Silahlı Kuvvetlerini 12 Eylül 1980 lekesinden arındırmak gelmemiş. Hiçbiri Yunan ya da Arjantinli meslektaşlarının yaptıklarını yapamamış, içlerindeki darbe bulaşıklarını kulaklarından tutup atamamış.

***

Gelinen sonuç ortada; AKP şimdi TSKnin yapmadığını, yapamadığını yaparım savıyla önümüzdeki referandum için oy toplamaya çalışıyor. 12 Eylül Darbesini yüksek yargıyı ele geçirebilmek için yem olarak kullanıyor. Eğer referandum evet ile sonuçlanacak olursa bunun bir sorumlusunun da kim olacağını varın siz değerlendirin.

"BİZİM" DİYEBİLMEK - 09.08.2010

Birkaç yıldır, daha önce hep isteyip de yapamadığım yurt gezileri yapıyorum. Van, Mardin, Midyat, Batman, Kahramanmaraş, Adıyaman, Nemrut, Gaziantep, Şanlıurfa, Halfeti, Hasankeyf, Trabzon, Antalya, Çanakkale, Edirne, Zonguldak, Eskişehir, Antakya, İskenderun, Konya, Ürgüp, Avanos, Akdeniz ve Egenin dinlence yöreleri liste uzayıp gidiyor. Bir de TÜYAPtaki görevim gereği gidip bir hafta, on gün kaldığım kentler var; İzmir, Bursa, Adana, Diyarbakır gibi. Gezip gördüğüm yerler bu saydıklarımla da sınırlı değil; çok daha önceleri gittiğim başka kentler, başka yöreler var.

Bunları neden yazıyorum?

***

Gelişmiş Batı ülkelerinde en önemli okul etkinliklerinden biri de yurt gezileridir. Bu gezilerde öğrenciler ilk yıllardan itibaren gezme-görme-öğrenme alışkanlığı edinirler ve bu alışkanlık ömür boyu sürer. Üniversite öğrencileri çok çeşitli işlerde çalışarak sömestr tatilinde çıkacakları geziler için para biriktirip sırtlarında çantaları kendilerini yollara vururlar. O ülkelerde yok denecek kadar az bir para karşılığında kalınabilecek gençlik otelleri açmak ve bunları ülke geneline yaymak, devletin de yerel yönetimlerin de başlıca görevleri arasındadır.

Burada devlet ve yerel yönetimler tarafından amaçlanan, ülkeyi, ülkenin doğasını, ülkenin insanlarını yurttaşlarına küçük yaşlardan itibaren tanıtıp sevdirmektir.

İnsan tanımadığını, görmediğini sevemez. Sevmek için, benimsemek için, bizim diyebilmek için insanın ülkesini tanıması, görmesi ve görerek öğrenmesi gerekir.

***

İstatistikler gezip görme alışkanlığı açısından bizi Avrupa ülkeleri arasında son sıraya yerleştiriyor. Bu yazıklanılacak bir durumdur. Devlet de yerel yönetimler de bilinçli yurtseverliğin önündeki en büyük engel olan bu durumun farkında değildir. Oysa Türkiye gibi farklı kültürlerin iç içe geçtiği, farklı etnik kökenlerden insanların bir arada yaşadığı bir ülkede, benzer ülkeleri saran mikro-milliyetçilik mikrobunun bir salgına dönüşmeden önünü kesmek için mutlaka gerekli önlemler alınmalıdır.

Bu önlemlerin en başta geleni ise özellikle genç insanlarımıza Türkiyeyi tanımaları doğrultusunda kolaylıklar sağlamaktır. Genç insanların önündeki en büyük engel, hiç kuskusuz ki parasal koşullarının yetersizliğidir.

Devlet, yurtiçi ulaşımında, örneğin 25 yaşın altındaki gençlere belli oranda bir katkı payıyla destek olmalıdır. Yerel yönetimler Türkiyenin çeşitli kentlerinden, yörelerinden gelecek genç insanlara, keselerine uygun barınma olanakları sağlamalıdır.

Sözgelimi Aydınlı, Trabzonlu, Bursalı, Uşaklı gençlerin yarıyıl tatillerinin iki haftasını Diyarbakırda, Vanda ya da Ağrıda geçirmelerinin kendileri için bir zenginlik olacağını düşünüyorum. Çeşitli kentlerden onlarca öğrencinin bambaşka bir kentte kendi yaşıtlarından dinleyeceklerinden çok şeyler öğreneceklerine, insanlarıyla birlikte kenti ve çevresini de tanıdıkça içlerinde taşıdıkları a priori bizim duygusunun içinin dolacağına, farklı bir anlam kazanacağına inanıyorum. Doğal ki aynı durum, örneğin tatillerini Edirnede, Çanakkalede, Trabzonda geçirecek Hakkârili, Şırnaklı, Diyarbakırlı gençler için de geçerlidir.

***

Türkiye, insanları ve doğasıyla sevilecek bir ülke. Kötü yönetilmesi duygularımızı çelmemeli. Sonuçta kötüleri iyilerle değiştirmek, hayatlarımızı özlemlerimiz doğrultusunda yeniden kurmak, geleceğimizi aydınlatmak yine kendi ellerimizde; ne var ki her şeyden önce bu güzel ülkeye yürekten bizimdiyebilmemiz gerekiyor.

Ben kendi hesabıma gezdikçe, gördükçe, tanıdıkça bizim derken sesim bir öncekinden daha gür çıkıyor.

GÖKÇEADA'DAN İZLENİMLER - 08.08.2010

Birkaç gündür Gökçeada’dayız. Buraya ikinci gelişimiz. Sevgili dostlarımız Yüksel Pazarkaya ve eşi İnci, 18 yıl önce adanın tarihsel dokusunun korunduğu Bademli Köyü’nde, geniş bahçesinde erik, nar, dut, badem, iğde ağaçlarının boy attığı, aralarını çeşitli çiçeklerin süslediği, asmaların üzüm verdiği, bir yanında patlıcan, biber ve domatesin yetiştiği eski bir taş ev satın almışlar. Ev, karşı tepedeki Kaleköyü’ne ve tepenin eteklerinin denizle buluştuğu küçük koydaki, bir mendirekle korunmuş olan balıkçı limanına bakıyor. Böyle güzel bir yerde dostlarımızla bir arada olmanın keyfini çıkarıyoruz. Bu yazıyı da evin önündeki, yeşilin türlü tonlarıyla çevrelenmiş terasta yazıyorum.

Bademli, eski adıyla Gliki bir zamanlar yalnızca Türkiye Cumhuriyeti uyruklu Rum nüfusun yaşadığı bir köymüş. Köydeki evlerin çoğunluğunun mülkiyeti hâlâ Rumların elinde, fakat çoğu zaman içinde Yunanistan’a göçmüş, bazıları yaz aylarında Bademli’ye gelip köylerinde özlem gideriyorlar. Gökçeada, İstanbul ve Bozcaada gibi 1924 mübadelesine dahil edilmemiş. Yunanistan’a göçün nedeni Kıbrıs sorunundan kaynaklanan 6-7 Eylül 1955 olayları, 1964 yılında Yunan uyruklu nüfusa uygulanan zorla göç ettirme, 1974 Kıbrıs Barış Harekâtı gibi gelişmeler karşısında duyulan tedirginlik ve korku. Bugün de yaz-kış köyde yaşayan yaşlı Rumlar var; son yıllarda Yunanistan’da emekli olan kimi Rumlar da Bademli’ye, eski evlerine geri dönüyorlar.

Eski adı İmroz olan Gökçeada’da kayıtlı Rum nüfus yaklaşık 6.000 iken adada sürekli yaşayanların sayısı 300’ü bulmuyor, ancak bu sayı yaz aylarında 1.200’e kadar yükseliyor.

***

Gökçeada, ilçe merkezi ile Kaleköy, Bademli, Yeni Bademli, Zeytinliköy, Tepeköy, Dereköy, Uğurlu, Şirinköy ve Eşelek adlarındaki dokuz köyden oluşuyor. İlçe merkezinin nüfusu 10.000, köylerin nüfusu ise yaklaşık 3000. Toplam 13.000 olan nüfus içinde adada yaşamayan fakat nüfusa kayıtlı 6.000 Rum da yer alıyor.

Devlet, Rum göçüne bağlı olarak ortaya çıkan nüfus kaybını dengelemek amacıyla birtakım önlemler almış. Trabzon’un Çaykara ilçesinden aileler getirilerek Dereköy-Şahinkaya’ya yerleştirilmiş. Yeni Bademli ve Uğurlu köyleri de bu önlemler çerçevesinde 1984 yılında kurulmuş. Yeni Bademli’ye Isparta ilinden 93 aile ile Karadeniz illerinden 25 balıkçı ailesi, Uğurlu köyüne Muğla ve Burdur illerinden 100 aile iskân edilmiş. Şirinköy ise Bulgaristan göçmenleri için kurulmuş. Adada ayrıca kendi girişimleriyle gelip yerleşen küçük bir Kürt nüfusu da bulunuyor.

Bu karışık nüfus yapısı adaya renkli bir görünüm kazandırmış.

***

Bademli köyünün bir kahvesi var. Önünde de kocaman bir dut ağacı. Bazen gölgesinde oturup çay, kahve içiyoruz. Tek tük Rumlar da geliyor kahveye; bunlar daha çok köylerine yaz turisti olarak gelenler. Üzerlerinde gözle görülür bir tedirginlik var. Aralarında alçak sesle konuşuyorlar ve bizlerle göz göze gelmemeye çalışıyorlar. İlk başta anlamsız gelen bu davranışları Yunan devletinin bu doğrultuda izlediği politikalar düşünüldüğünde anlamsız olmaktan çıkıyor. Yunan devleti, Türkiye’den gelen göçmenlere çeşitli araç ve yöntemleri kullanarak sürekli bizimduygusunu pompalıyor. Yunanistan, derin devletpolitikasında ister İstanbul, ister Bozcaada, ister Trabzon, isterse Gökçeada olsun bizimdemekten vazgeçmiyor. Böyle olunca da masanızdaki Rumlarla bir diyalog kurmayı başarıp duygularını biraz kaşıyınca Buralar bir gün yeniden bizim olacak!tuzağına düşüveriyorlar.

Oysa onlar Yunanistan’da yaşıyor olsalar da Türkiye Cumhuriyeti yurttaşları ve ada, üzerinde yaşayan herkes kadar, hatta daha fazla onların.Bu adada doğmuşlar, bu adada okula gitmişler, bu adanın kiliselerinde dua etmişler, bu adada evlenmişler, annelerini, babalarını bu adanın toprağına vermişler. Doğal ki bizimdiyecekler. Ne var ki bizimleri bireysel değil, bir başka devletin derinpolitikaları adına bizimdiyerek tarihsel gerçeklere ters düşüyorlar, boş hayallerle sarmalanıyorlar.

Sanırım bu bizimkavramı üzerine daha derin, daha ayrıntılı düşünmemiz gerekiyor.

BEKLEMEK - 04.08.2010

Bu yazıyı yazmaya dün saat 13.30’da başladım. Bir buçuk saatim var bitirmek için, yoksa gazeteden arkadaşlar telefon edip Yazınızı göndermeyecek misiniz? diye sorarlar.

Bu saate kadar acaba Yüksek Askeri Şûra’dan bir haber sızar mı ya da 11. Ağır Ceza Mahkemesi’nin kararı açıklanır mı diye bekledim.

Boşuna beklemişim. Hiçbir haber, açıklama yok. Doğal ki benim beklemem önemli değil, kim bilir o 11 generalle amiral, öbür muvazzaf subaylar nasıl gergin bir bekleyiş içindedirler? Kolay mı, mesleğine yıllarca emek vereceksin, çalışacaksın, çabalayacaksın o rütbelere kadar geleceksin, sonra da tam bir basamak daha yükselecekken birileri çıkıp seni terörist olmakla, camileri bombalama planı yapmakla suçlayacaklar; sen de bu suçlamanın sonu nereye varacak diye bekleyeceksin!

Belki terfiin ertelenecek, mesleki hayallerin suya düşecek, belki tutuklanacaksın, yargılanacaksın; belki uzun yıllar özgürlüğünden yoksun kalacaksın. Yargılamalar elbet bir gün sona erecek, yargılayanlar sana Anladık ki sen masummuşsun diyecekler, yeniden evine, ailene, dostlarına kavuşacaksın. Boşa giden o uzun yıllar, çektiğin acılar yanına kâr kalacak. Yaşamının geri kalan yılları, Neden ben? sorusuna yanıt aramakla geçecek.

***

Hiçbir zaman yanıtı bulunamayacak bir sorudur o Neden ben? sorusu. Bir süre sonra bunu anlayacak, fakat yine de vazgeçmeyeceksin o soruyu sormaktan. Gözlerinin önüne an’lar gelecek; örneğin sınırda bir siperin içindesin, yanında ülkenin Başbakan’ı var. Elinle karşıyı, bir taş atımı uzaklıktaki dağları, o dağlarda kol gezen düşmanın yuvalandığı mağaraları gösterip anlatıyorsun. Başbakan dinliyor, sonra sana Sağ olun Paşamdiyor, Allah size kuvvet versin!Ya da başka bir yerde, başka bir siperdesin. Yanında İçişleri Bakanı var bu kez; sana, Bu dağları teröristlerden bir an önce temizleyin, paşam diyor, eliyle Amanos dağlarını göstererek. Senin de işin bu zaten, bu vatanı korumak.

Bu anıları çıkarıp atmak istiyorsun belleğinden, yapamıyorsun, kolay değil çünkü. Hakkındaki yakalama emirlerini o konuşmalardan üç beş gün sonra çıkarmış İstanbul’da oturan yargıçlar. Siperlerde vatanı savunmanın onuruyla vatanı yıkmak suçlamasının arasındaki çizginin nasıl olup da bu kadar ince, bu kadar keskin olabileceğini düşünüyorsun ister istemez. O soru daha da büyüyor kafanda: Neden ben?

***

Bir an kafan hakkında çıkan o yakalama emrine takılıyor. Yasa maddesi açık; kaçma şüphesi bulunanlar deniyor, delillerin karartılması deniyor. Kim nereye kaçacak? Mevzilendiği siperi, komutasındaki denizaltı filosunu, kumandasındaki kolorduyu mu terk edip gidecekler o sanıklar? Sanıkların sayısı 102; 102’sinin tümü için çıkmış yakalama emri; bu, muvazzaf ya da emekli 102 askerin 102’sinin de sırra kadem basma şüphesi altında oldukları anlamına gelmiyor mu?

Akıl alır bir durum değil!

Birileri çıkıyor, orduevinin önünde ellerinde pankartlar gösteri yapıyor. Hepsini yakalayın!, Terfi ettirmeyin! diye bağırıyorlar. Nasıl bir akıl tutulmasıdır bu? İnsan, Be adam diye sormadan edemiyor, “yarın aklandıklarında onların yitirdiklerinin, çalınmış özgürlüklerinin, karartılan hayallerinin, çektikleri özlemlerin, acıların hesabını sen mi vereceksin?

***DE

Şimdi saat 15.07. Gazeteden beklediğim telefon biraz önce geldi. Bitiriyorum yazımı. Beklemeye devam yani...

AKP'LİLERİN BOZULAN SİNİRLERİ - 02.08.2010

...Son günlerde, Cumhurbaşkanlığı seçimi sürecinde öne çıkan sorun, laikliğin tartışılması konusuna odaklanmış durumdadır. Bu durum, Türk Silahlı Kuvvetleri tarafından endişe ile izlenmektedir. Unutulmamalıdır ki, Türk Silahlı Kuvvetleri bu tartışmalarda taraftır ve laikliğin kesin savunucusudur. Ayrıca, Türk Silahlı Kuvvetleri yapılmakta olan tartışmaların ve olumsuz yöndeki yorumların kesin olarak karşısındadır, gerektiğinde tavrını ve davranışlarını açık ve net bir şekilde ortaya koyacaktır. Bundan kimsenin şüphesinin olmaması gerekir.

Özetle, Cumhuriyetimizin kurucusu Ulu Önder Atatürkün, Ne mutlu Türküm diyene! anlayışına karşı çıkan herkes Türkiye Cumhuriyetinin düşmanıdır ve öyle kalacaktır.

Türk Silahlı Kuvvetleri, bu niteliklerin korunması için kendisine kanunlarla verilmiş olan açık görevleri eksiksiz yerine getirme konusundaki sarsılmaz kararlılığını muhafaza etmektedir ve bu kararlılığa olan bağlılığı ile inancı kesindir.

Kamuoyuna saygı ile duyurulur.

***

27 Nisan 2007 günü Genelkurmayın internet sitesinde yayımlanan zehir zemberek muhtıra metninin son bölümü yukarıdaki gibiydi. Muhtıra, demokrasiden umudunu kesip umutlarını Türk Silahlı Kuvvetlerine bağlamış kesimlerin yüreklerine su serperken, irticai eylemlerin odağı olduğu Anayasa Mahkemesi tarafından tescil edilmiş AKP tabanında şok etkisi yaratmıştı. Tabanındadiyoruz, çünkü parti yönetimi muhtırayı umursamamış, tam tersine açıkça diklenme, meydan okuma pozisyonu almıştı. Bu pozisyonu AKPye üç ay sonra yapılan genel seçimlerde puan kazandırmış, Türk Silahlı Kuvvetlerine bel bağlayan umutsuz demokratlarbüyük bir hüsran yaşamışlardı.

Muhtıranın yayımlandığı tarihten bir hafta sonra, 4 Mayıs günü Başbakan ve daha sonra, O muhtırayı ben tek başıma kaleme aldım diyecek olan dönemin Genelkurmay Başkanı Org. Yaşar Büyükanıt Dolmabahçe Sarayında bir araya gelmişler, 2 saat 15 dakika baş başa görüşmüşlerdi. Bu görüşme bir kutlama, bir teşekkürya da bir pazarlık buluşması mıydı? Bunu bilemiyoruz.

***

Tek bildiğimiz Org. Yaşar Büyükanıta emekliliğine 20 gün kala, Bakanlar Kurulu kararıyla 8 Ağustos 2008 günü Üstün Hizmet Madalyasıverildiği, bir de hizmetine değeri trilyonla ifade edilen zırhlı bir otomobil sunulduğu.

İnsan ister istemez bu onurlandırmanın, bu ödüllendirmenin bir nedeni olmalı diye düşünüyor. Bir de işin kafa karıştıran bir yanı var: Bir hükümet, kendisine karşı zehir zemberek bir muhtıra kaleme almış bir kişiye Üstün Hizmet Madalyası verir mi?

Sorunun yanıtı vermez olunca o zaman Cumhuriyet Halk Partisinin söz konusu muhtıranın danışıklı dövüş olduğuna ilişkin savı haklılık kazanıyor.

AKPliler açısından gerçekten de son derece sinir bozucu bir durum; yoksa Hüseyin Çelik olsun, Bülent Arınç olsun, niçin böyle abuk sabuk sözler etsinler? Yok, CHP liderinin sözlerine ölüler gülermiş, yok CHP liderinin boyu şu kadarcıkmış. Edilecek laf mı bunlar? Ama dedik ya sinirleri bozulmuş.

***

Kamuoyu 4 Mayıs 2007 tarihli Dolmabahçe görüşmesinde neler konuşulduğunu haklı olarak merak ediyor. Yukarıda da sorulduğu gibi bu bir kutlama, teşekkür yoksa bir pazarlık buluşması mıdır? Bugünkü ortak kanı bunun bir teşekkürbuluşması olduğu doğrultusundadır, nitekim Büyükanıta verilen Üstün Hizmet Madalyası AKP hükümetinin ona karşı olan şükran borcunun somut ifadesidir. AKPlilerin sinirleri ne kadar bozulursa bozulsun bunun başka hiçbir mantıklı açıklaması yoktur. Var! diyorsanız, buyurun açıklayın.

BİR ANIMSATMA - 01.08.2010

Referandum için sandığa gideceğimiz 12 Eylül gününün bir hafta öncesi, 6-7 Eylül, yakın tarihimizin en utanç verici olaylarından birinin 55. yıldönümüdür.

O gün İstanbulun, gayrimüslim azınlıkların yoğun olarak yaşadıkları semtlerinde 4 bin 214ü ev, 1004ü işyeri, 73ü kilise, 1i sinagog, 2si manastır, 26sı okul olmak üzere aralarında fabrika, otel, bar gibi yerlerin de bulunduğu 5 bin 317 mekân saldırıya uğramış, yakılmış, yıkılmış, yağmalanmıştı. Yerli basına göre 11, yabancı kaynaklara göre ise 15 kişi öldürülmüş, 60’ı tedavi altına alınan yaklaşık 400 gayrimüslim kadına tecavüz edilmişti.

6-7 Eylül olayları, Demokrat Parti hükümeti tarafından planlanan, Özel Harp Dairesi ve Kıbrıs Türktür Cemiyeti tarafından yürütülen, siyasal-ideolojik açıdan ırkçı-faşist, insani açıdan da ahlaksızca, aşağılık bir operasyondu. Yıllar sonra Tempo dergisi için kendisiyle bir röportaj yapılan, tuğgeneralken Özel Harp Dairesi Başkanlığında bulunmuş, orgeneralliğinde de bir süre Milli Güvenlik Kurulu Genel Sekreterliği görevini yürütmüş olan Sabri Yirmibeşoğlu, 6-7 Eylül bir Özel Harp işiydi. Ve muhteşem bir örgütlenmeydi. Amaca da ulaştıdiyerek bu devlet suçunu itiraf edecekti.

***

Olaylar 6 Eylül günü radyoların saat 13.00 haberlerinde Atatürkün Selanikte doğduğu evin bombalandığı haberiyle başlamıştı. Bu arada günlük tirajı ortalama 20 bin olan Demokrat Parti yanlısı İstanbul Ekspres gazetesi 290 bin basılmış ve gazete Kıbrıs Türktür Cemiyeti üyeleri tarafından İstanbul genelinde satılmaya başlanmıştı. Aynı baskıda Cemiyetin genel sekreteri Kamil Önalın içinde Mukaddesata el uzatanlara bunu çok pahalıya ödeteceğiz, ödeteceğimizi alenen söylemekte de bir mahzur görmüyoruz cümlesinin yer aldığı bir yazısı yayımlanmıştı. Her şey özenle hazırlanmış bir plan çerçevesinde yürütülüyordu.

TC Selanik Konsolosluğunun Türk kavası bombayı attığı, Selanik Üniversitesinde hukuk öğrenimi gören ve Türk hükümeti tarafından burslu okutulan Gümülcine doğumlu bir Türk genci de kavası bu işe azmettirdiği savıyla Yunan makamları tarafından yakalandı. Genç, 9 ay hapiste kaldıktan sonra tahliye edildi ve mahkeme sonucunu beklemeden Türkiyeye geçti, gıyabında 3 yıl ceza aldı. Bir daha Yunanistana dönmeyip hukuk öğrenimini İstanbul Üniversitesinde sürdürdü. Sonra polis mesleğine atıldı, önce emniyet müdürü, sonra kaymakam, daha sonra da vali oldu. Adını vermiyorum, çünkü 27 Mayıs 1960 sonrası Yassıadada kurulan Yüksek Adalet Divanında Başbakan Adnan Menderesin 6 yıl hapis cezası aldığı bu suçtan aklandığı için olayla ilişkin olarak adını ananlara tazminat davası açıyor. Yıllar önce bu nedenle yüklü bir para ödediğimden adını anamıyorum. Sütten ağzı yanan yoğurdu üfleyerek yermiş

***

Azınlıklara ait ev, işyeri, kilise ve okulları yağmalayanların bir bölümü Anadoludan getirilmişti. Bunlar, geri dönüş için Haydarpaşa Garında toplandıklarında yağmaladıkları mallarla yakalandılar. Çoğunluğu İzmit ve Adapazarından, 145i Sivastan, 117si Trabzondan, 116sı Kastamonudan, 111i Erzincandan getirilmişti. Olaylar sonrasında Aziz Nesin, Hasan İzzettin Dinamo, Nihat Sargın, Kemal Tahir, Müeyyet Boratav, Can Boratav, Arslan Kaynardağ, Kemal Tahir, Asım Bezirci gibi aydınlar olayın failleri olarak tutuklandılar, aylarca cezaevinde kaldıktan sonra serbest bırakıldılar. Kıbrıs Türktür Cemiyeti yöneticileri de göstermelik olarak tutuklandılar, fakat Başkan Hikmet Bil, Ya bizi serbest bırakırsınız ya da bazı şeyleri açıklarız deyince yargılanmalarından vazgeçildi.

Bu güneşli pazar günü bunları niçin yazıyorum?

Başbakan ve yalakaları her olanakta demokrasi adınaCumhuriyet Halk Partisinin geçmişini eleştiriyorlar ya, aynı demokrasi adına sahip çıktıkları Demokrat Partinin geçmişindeki ırkçı-faşist kara lekelere ne zaman sıra gelecek diye beklemekten usandığım için anımsatma babında yazıyorum. Hepsi bu. Yoksa Kıbrıs sorunubahanesiyle tezgâhlanmış bu ırkçı Türkleştirme operasyonundan sahip çıktıkları geçmiş adına hiç mi utanç duymuyorlar? Benimki yalnızca bir merak.

AYDINLIK MI YOKSA KARANLIK MI? - 28.07.2010

Başbakan, CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’nu Deniz Baykal’a ihanet etmiş olmakla suçluyor. Nedeni de son parti kurultayında Sayın Baykal’ın istifasıyla boşalan başkanlığa adaylığını koyup seçilmiş olması!

Başbakan’ın aklı bunu almıyor. Almaması da doğal, çünkü o Bir kere reis, hep reis mantığının geçerli olduğu bir gelenekten geliyor. Bu açıdan bakıldığında Sayın Kılıçdaroğlu’nu hain ilan etmesinde anlaşılamayacak bir yan yok. Bir teğmenin mesleki kariyerinde Genelkurmay Başkanı olmak istemesi kadar, bir parti üyesinin de siyasal kariyerinde partisinin genel başkanı olmak istemesinin de çok doğal olduğunu düşünemiyor. Parti içi demokrasi anlayışından öylesine uzak ki siyasal örgütlerde liderlik yarışının demokrasinin olmazsa olmaz gereği olduğunu göremiyor.

Sınırlı bir demokrasi anlayışı var Başbakan’ın, bu anlayışı kendisinden farklı hayatlar yaşayan, yaşamak isteyen insanlara ilişkin sözlerine de yansıyor. Örneğin, insanlar içki yasağını mı protesto ediyorlar; onları Hayatı, şişenin içinden gören ayyaşlar olarak suçluyor. İçki içmek yerine üzüm yesinler diyor. Rahatlıkla insanların dilediklerince yaşama hakkına, özgürlüklerine müdahale ediyor, bu hakkı kendinde görebiliyor.

***

Çocukluğundan başlayarak hayatı hep dar bir pencereden görmüş, yaşamına hep biat kültürü egemen olmuş bir insan o. Yaşadığı kentin en renkli bölgesi olan Beyoğlu’nun hemen yanında, Kasımpaşa’da yetişmiş. Fakat bir kez olsun Çiçek Pasajı’nda üç beş arkadaşıyla bira içmemiş. Kolunu sevgilisinin beline dolayıp Boğaz kıyısında dolaşmamış. Sırtına bir çanta vurup yol serüvenlerine atılmamış. Dar alanda yetişmişliğin hıncını, öfkesini şimdi kendinden farklı hayatlar yaşamış, yaşayan insanlardan çıkartıyor.

Ola ola İstanbul’a belediye başkanı, AKP’ye başkan, Türkiye’ye de başbakan olmuş. Geldikleri yerler ona daha geniş hayat pencereleri açmamış, açmış olsa, sözgelimi Türkiye’ye Kadıköy’den, Bakırköy’den, Beşiktaş’tan, Şişli’den, İzmir’den, Diyarbakır’dan, Edirne’den bakabilse çok daha farklı bir dünya görecek. Ama onun daracık penceresinden ancak Sudan, Birleşik Arap Emirlikleri, Yemen görünüyor; kadınsız, renksiz, hayatsız ülkeler…

***

Türkiye’yi de o dar pencereden gördüğü ülkelere benzetmek istiyor; bir bölümünü de benzetmiş zaten. Orta Anadolu’ya gidin, o bölgedeki kent yaşamlarını gözlemleyin, gözlemlerinizi kıyı kentlerimizde yaşanan hayatlarla karşılaştırın, ne demek istediğimiz anlaşılacaktır. Bunlar, kapitalizme bağlı olarak sanayileşmekte olan kentlerdir, fakat sendikalaşma düzeyi neredeyse sıfırdır. Seçilen yerel yönetimler, atanan valiler, kaymakamlar, kamu görevlileri; YÖK ve Cumhurbaşkanı tarafından belirlenen üniversite rektörleri; sanayiciler, tüccarlar, esnaflar gibi bunların kurdukları sivil toplum örgütleri, yerel gazeteler ve televizyon kanalları, bağlı oldukları meslek odaları da ezici çoğunlukla muhafazakârdır. Bu kentlere oligarşik-otokratik bir düzen egemendir. Bu kentlerde demokrasi de, çoğulculuk da yalnızca kâğıt üzerinde vardır. Bireysel özgürlük kavramının esamisi okunmamaktadır.

Bu oligarşik-otarşik düzen AKP eliyle sürekli desteklenmekte, kalıcılaştırılmaktadır. Başbakan’ın temel siyasal amacı bu düzeni ne pahasına olursa olsun Türkiye geneline yaymak, son çözümlemede AKP’yi değiştirilemez kılmaktır. Çeteleşme dışında açılan uyduruk Ergenekon davaları, Türk Silahlı Kuvvetleri’ni edilgenleştirme çabaları, karşıt medyaya yönelik baskılar, tüm bunlar ana planın parçalarıdır. Şimdi sıra yüksek yargıya gelmiştir, eğer bu kale de düşerse yolu yarılamış olacaktır.

AKP, demokrasiden biraz olsun nasibini almamış bir biat/reis örgütlenmesidir; amacına yönelik olarak kazandığı her başarı Türkiye’yi demokrasiden biraz daha uzaklaştırmaktadır. 12 Eylül referandumu bu açıdan çok önemlidir. Özünde aydınlık mı yoksa karanlık mı sorusunun yanıtlanmasından başka bir şey olmayan bu referandumdan AKP’nin başarı hanesine yazılacak bir sonuç kesinlikle çıkmamalıdır. Aksi halde yaşadığımız bu zor günleri bile arar oluruz.

12 eylül tuzağı - 26.07.2010

AKPnin referanduma ilişkin kurduğu strateji de, uyguladığı taktikler de kendi açısından akıllıca aslında. Kendisine yüksek yargıya daha fazla müdahale yetkisi verecek maddeleri halkoyundan geçirebilmek için anayasa değişikliklerini bir paket olarak oya sunuyor. Yüksek yargıya ilişkin maddeler dışarıda tutulduğunda pakette yer alan değişiklikler, toplumun temel sorunlarına köklü çözümler getirmeseler bile ilk bakışta kabul edilebilir görünüyorlar. Ne var ki biraz daha dikkatli bakınca bunların pakette asıl hedefleneni gizlemek amacıyla kozmetik destek olarak katıldıkları anlaşılıyor.

Gazetemizin hukukçu yazarları anayasa değişikliklerini hukuk biliminin evrensel kabul gören ölçütlerine dayanarak mercek altına alıp incelediklerinden bizim ayrıca hukuk uzmanlığına soyunmamızın pek bir anlamı yok, diye düşünüyorum. Uzunca bir zamandır süregelen tartışmalardan çıkardığım sonuç, 12 Eylül günü oylanacak paketin hem toplum hem de bireyler açısından yaşamsal bir önem taşıdığı, dolayısıyla AKP iktidarının kurduğu tuzaklara düşmememiz gerektiği. Sözlerine güvendiğim hukuk uzmanları halkoyuna sunulan anayasa değişikliklerinin ülkemizi otokratik bir düzene sürükleyeceğini söylüyorlar, onlara inanıyorum. Bugün Orta Anadoluda egemen olan otokratik düzenin ülke genelinde egemen olmasını tahayyül bile edemiyorum. Açıkçası korkuyorum.

***

Başta Başbakan olmak üzere AKP yöneticileri yollara düşmüşler, halkı 12 Eylülde evet oyu vermeye çağırıyorlar. Bağırıyorlar, çağırıyorlar, sırasında da ağlıyorlar, nabza göre şerbet vermenin her türlü yöntemine başvuruyorlar. Halkımız zaten yufka yürekli, koskoca adamlar karşısında ağlayınca o da gözyaşlarını tutamıyor.

AKPliler en son bizler için ağladılar; 12 Eylül 1980 Darbesinin mağdurları için yani. Ölenler, öldürülenler, asılanlar, işkence görenler, sakat kalanlar, sürgüne gönderilenler, işlerinden atılanlar, evleri basılanlar, kitapları yakılanlar için ağlıyorlar. Gözyaşlarını silerken, İşte diyorlar, biz, sizlere bu kötülükleri yapanları, darbecileri yargılayacağız. Tek siz şu anayasa paketine evet deyin!

Tabii ki inandırıcı değil, çünkü onlar bize değil, kendilerine, düştükleri zavallı hallerine ağlıyorlar. Gerçekten bizler için ağlasalar, gözyaşlarında samimi olsalar Cumhurbaşkanı Gül, Kenan Evreni daha geçen yıl Çankaya Köşkünde ağırlar mıydı? AKPli belediye başkanının yönetimindeki Gaziantepte Kenan Evren Mahallesi hâlâ aynı adı taşıyor olur muydu? Ya da Kadıköy-Kızıltopraktaki Kenan Evren Lisesinin adı değiştirilmez miydi? Bu örnekler çoğaltılabilir.

Ayrıca bizler, bizim için ağlanmasını istemiyoruz ki; analarımız 12 Martta da, 12 Eylülde de yeterince ağladılar zaten.

***

Hem kimi yargılayacaklar Tanrı aşkına? 93 yaşındaki Kenan Evreni mi, 86 yaşındaki Nejat Tümeri mi, 85 yaşındaki Tahsin Şahinkayayı mı, 87 yaşındaki Haydar Saltıkı mı? Bunlar ahları gitmiş vahları kalmış, tiritleri çıkmış ihtiyarlar. Nurettin Ersin ile Sedat Celasun deseniz çoktan ölmüş.

Hangi aklı başında insan düşer bu 12 Eylül tuzağına? Eğer biraz olsun inandırıcı olmak istiyorsanız faşist 12 Eylül Darbesine doğrudan destek veren, faşizmin kurumlaşmasına katkıda bulunan sivilleri de yargılayacağız deyin! Darbeci işadamlarının, politikacıların, gazetecilerin, hukukçuların, meslek odaları başkanlarının adlarını listeleyip açıklayın! Bir darbeyle hesaplaşmak yaş aşımı nedeniyle yargılanamaz durumda olan dört ihtiyarla olmaz! Genelkurmay bu dört emekli orgeneralin askerlikten doğan haklarının ellerinden alınmasına razı olacak mı? Bu dört faşist ihtiyara orduevi yasağı, askeri dinlenme tesislerine girme yasağı konacak mı? İnandırıcı olmak istiyorsanız bunları açıklayın! Devlet, 17 yaşında darağacına gönderilen Erdal Erenin ailesine tazminat ödeyecek mi, örneğin?

Bu sorulara yanıt veremiyorsanız, ağlamalarınıza, dövünmelerinize kimse kanmayacaktır.

DRAMATİK BİR PAZAR YAZISI - 25.07.2010

Gerçekten o da gelecek miydi? Ben, birlikte gitmeyi öneren arkadaşım, Belki o da gelecekmiş,” deyince gitmeye karar vermiştim. Merak ediyordum. Hep televizyonlarda izlemiş, fotoğraflarını gazetelerde görmüştüm. Arkadaşım, bendeki bu heyecanı görünce, Bir şey yapmazsın, değil mi? diye sormuştu. Yapmam, söz! dedim. Kırk kişilik yemekli bir davetti, bürokratlar, yerel yöneticiler, işadamları, bir de yandaş basından yandaş bir köşe yazarı… Benim dışımda herkes birbirini tanıyordu. Onlar muhabbeti koyulaştırırken ben, gözlerim girişte onu bekliyordum.

Geldi. Ayaklarını sürüyerek yürüyen küçülmüş bir ihtiyardı. İnşaat müteahhidi olduğunu öğrendiğim biri ile benim dışımda herkes yerinden kalkıp girişe doğru yöneldi. Kimileri kalkarken bize dönüyorlar, E, ne de olsa ev sahibi sayılırız diyerek, davranışlarını bir zorunluluk olarak göstermek istiyorlardı. O ise böyle karşılanmalara alışmış insanların doğal davranışıyla durmuş, bir robot gibi sağ kolunu göğüs hizasına kadar kaldırıp elini karşılayıcılarına sunmuştu. Kimileri o eli öpüp alnına götürüyor, kimileri de yalnızca sıkmakla yetiniyordu.

***

Karşılama faslı sona erince ev sahibi koluna girip karşılayıcı kalabalığın eşliğinde onu yemek öncesi içkilerin alındığı, rahat fakat alçak koltukların bulunduğu köşeye götürdü. Çevresini saranların, Bize şeref verdiniz, Paşam, ya da Sizi burada görmek ne güzel, türünden sözler söylediğini duyuyor, Paşa’nın ise duyduklarına gülümsemeyle karşılık verdiğini görüyorduk.

Sonra masaya geçildi. Paşa, ev sahibi tarafından yandaş yazarın karşısına oturtulmuştu. Onlarla aramda üç sandalye vardı. Beni götüren arkadaşım, Bunlar şimdi ne konuşurlar? diye sordu. Bekleyip görelim, dedim. Yazarın, gazetedeki köşesinde hemen her gün başta 12 Eylül olmak üzere darbelere, darbecilere karşı özgürlükçü-demokrat yazılar yazdığını biliyorduk. Şimdi ise aynı insan karşısında oturan Paşa’ya gülücükler gönderiyor, övgüler düzüyordu.

Bu Paşa, o paşa olmasa bu derin muhabbeti aralarında var olan eski bir dostluğa verirdim. Ama bu Paşa, o Paşa’ydı. 12 Eylül 1980’de darbe yapıp gençleri, çocukları Asmayalım da besleyelim mi? deyip ipe gönderen Kenan Evren’di.

***

Yemeğin ortasında ev sahibi kısa bir konuşma yaptı. Konuşmanın ağırlığı 12 Eylül’de yapılacak referandumdu. Ben, ‘hayır’ diyeceğim,diye başladı sözlerine. Arkasından ne gelecek diye merakla bekliyor, kafamda çeşitli seçenekler üretip varsayımlarda bulunuyordum. Fakat hiçbiri tutmadı. Çünkü diye sürdürdü konuşmasını, ben bu anayasaya bilerek, isteyerek ‘evet’ oyu verdim, Paşamızı da Cumhurbaşkanı seçtim!

Herkes bir anda durdu, çünkü kimse son zamanlarda yaygınlaşan referandum tartışmalarında böyle bir gerekçenin seslendirildiğine tanık olmamıştı. 12 Eylül Anayasası’nı kimsenin sahiplenmediği bir ortamda birinin ortaya çıkıp onu savunması haklı bir şaşkınlık nedeniydi. Yandaş yazar da şaşırmıştı, ev sahibi sözlerini bitirince Kenan Evren’e, Siz ne düşünüyorsunuz, Paşam? diye sordu. Aldığı yanıt kısa ve netti. Ben bir şey söylemek istemiyorum!

Ne söyleyebilirdi ki zaten?

***

Yemekten dönerken oraya gitmekle iyi mi yaptım, diye kendime sordum. İyi yaptığıma karar verdim. Çünkü insan kendi doğal çevresinde yaşarken böyle olaylara doğrudan tanıklık edemiyor. Oysa bu tür tanıklıklar kişinin kendi düşüncelerini, kararlarını, doğrularını pekiştirmesinde yararlı oluyor.

O akşam tanık olduklarım; küçülüşleri, eziklikleri, ikiyüzlülükleri ile dramatik insan manzaralarıydı. Sizlerle paylaşayım istedim.

AKP'NİN SOSYO-POLİTİĞİ - 21.07.2010

Dünya Bankasının Dünya Gelişim Raporu 2006 verileri, Türkiyede 71 milyonluk nüfusun yaklaşık 3.5 milyonunun günlük gelirinin 1 doların altında kaldığını gösteriyor. Ülkelerin aşırı yoksulluk ve açlık sınırında yaşayan nüfus düzeylerini gösteren tabloya yer verilen raporda; ...Türkiye nüfusunun yüzde 4.8i, satın alma gücü paritesine göre günlük bir doların altında gelirle yaşamını sürdürüyor. Türkiye, 90 ülke arasında günlük 1 doların altında yaşamını sürdürmeye çalışan nüfus yoğunluyla 54üncü sırada yer alıyor. Buna göre Türkiye; Azerbaycan, Arjantin, Mısır, Ukrayna, Gürcistan, Kosta Rika, Arnavutluk, Cezayir, Ermenistan, Bulgaristan, Şili, Hırvatistan, Dominik Cumhuriyeti, İran, Jamaika, Kazakistan, Kırgızistan, Kore, Malezya, Romanya, Polonya, Slovakya, Slovenya, Tayland, Tunus ve Uruguayın da içinde yer aldığı 36 ülkenin gerisinde kalıyor. 132 ülke arasında Türkiye, Dünya Bankasının Atlas Metoduyla yaptığı hesaplamaya göre 268.7 milyar dolarlık ulusal geliriyle 20nci sırada yer alıyor. Türkiye, yine aynı yöntemle hesaplanan kişi başına düşen 3 bin 750 dolarlık ulusal gelir düzeyiyle ise 45inci sıraya düşüyor. Türkiye, satın alma gücü paritesine göre hesaplanan 551 milyar dolarlık ulusal gelir düzeyiyle de 131 ülke arasında 17nci sıraya yerleşti.Dünya Bankasının 2006 Dünya Gelişim Raporu, Türkiye açısından vahim bir tablo sergiliyor. Raporda yer alan ve Başbakanın sıkça övündüğü, Türkiyenin 17. büyük ekonomi olmasıtablonun ülkemiz adına utanç verici vahametini gizlemeye yetmiyor.

***

Birleşmiş Milletler Kalkınma Programının Ocak 2008 tarihli haber bülteninde ise Türkiye, insani gelişme açısından 177 ülke arasında 84. sırada yer alıyor. Bilindiği gibi bu saptamaya zemin olan İnsani Gelişme Endeksi (HDI), insani gelişmenin üç boyuttaki ortalama düzeyini uzun dönemde gözlemlemek için kullanılan özet bir ölçüttür. Bu boyutlar; uzun ve sağlıklı bir yaşam, bilgiye erişim ve iyi bir yaşam standardı. Bu temel boyutlar; doğumdan sonra ortalama ömür, yetişkinlerde okuryazarlık oranı, ilköğretim, ikinci öğretim ve üçüncü öğretime brüt kayıt olma oranı ve alım gücü paritesinin dolarla ölçülen kişi başına düşen gayri safi milli hasıla ile ölçülüyor (PPP US$). 2005 yılı verilerine göre Türkiyenin İnsani Gelişme Endeksi değeri 0.775tir.

Türkiye 177 ülke arasında ortalama ömür açısından 85., yetişkin okuryazarlık açısından 69., ilköğretim, ortaöğretim, yükseköğretim brüt kayıt oranı açısından 108. ve alım gücü paritesinin dolarla ölçülen kişi başına düşen gayri safi milli hasılası açısından 66. sıradadır.

***

Türkiye İstatistik Kurumu 2009 verilerine göre ülkemizde en yoksul yüzde 20nin GSMHdeki payı 714.8 dolar karşılığı yüzde 4.9, yoksul yüzde 20nin 1254.5 dolar karşılığı yüzde 8.6, orta direk yüzde 20nin 1837.9 dolar karşılığı 12.6, varsıl yüzde 20nin 2771.5 dolar karşılığı 19.0 ve çok varsıl 8008,2 karşılığı 54.9’dur.

Türk-İş, 4 kişilik bir ailenin açlık ve yoksulluk sınırını yukarıda değinilen ekonomik göstergelere göre belirlemiştir. 2005 yılında ortalama aylık açlık sınırı 527 TL iken 2009 yılında bu oran 749 TL olarak saptanmıştır. Yani 2005 yılında 4 kişilik ailede bir kişinin açlık sınırı 131 TL, 2009 yılında 187 TL olarak tespit edilmiş. 4 kişilik bir ailenin yoksulluk sınırında yaşamını sürdürebilmesi için aylık ortalama gelirinin 2005 yılında 1.717 TL, 2009 yılında ise 2.441 TL olması gerektiği belirtilmektedir.

Veriler ortadadır. Ülkemizde kaç kişinin açlık nedeniyle ölümle burun buruna olduğu, kaç kişinin derin bir sefalet içinde yaşadığı, kaç kişinin de bolluk içinde yüzdüğü kolayca hesaplanabilir. Ortaya çıkan sayıları alt alta dizdiğinizde AKPnin sosyo-politiği ve sonuçları somut olarak ortaya çıkacaktır.

Değerli dostum Hasan Bülent Kahraman, Taraftan Neşe Düzele verdiği röportajda, referandumda hayır diyecek aydınlardan, AK Partinin sosyo-politik gerçeğini bir türlü algılayamıyorlar diye söz ediyor. Sevgili Hasan Bülent, AKPnin sosyo-politik gerçeğini kavramak için aydın olmaya gerek yok ki, ilkokul düzeyinde dört işlemi bilmek yetiyor da artıyor.

MEHMET METİNER DEMOKRASİSİ - 19.07.2010

Mehmet Metineri köşe yazarı olduğu Star gazetesinden olmasa bile televizyonlardan mutlaka tanıyorsunuzdur. Son zamanlarda televizyonların en aranan konuşmacısıdır. En önemli özelliği de her konuda bilgi sahibi olduğuna dair sarsılmaz inancıdır. Bu imrenilecek özgüveni sayesinde siyasal tarih, devletler hukuku, klasik felsefe, ekonomi, ilahiyat, ideolojiler, uluslararası ilişkiler, AB politikaları, Kıbrıs-Filistin-Kürt-Ermeni-Afganistan sorunları, askeri stratejiler, demokrasi, insan hakları ve daha birçok konu hakkında konuşabilmektedir. Kendine özgü bir sinir sistemi vardır; buna bağlı olarak, yaptığı konuşmalar karşısındakileri çıldırma noktasına getirirken, o bütün karşı koyuşlara, eleştirilere, öfke boşalmalarına rağmen sükûnetini koruyabilmektedir.

***

Geçen hafta yine televizyondaydı. Konu önce Kürt sorununa, oradan da baraj konusuna geldi. Cumhuriyet Halk Partisinin yüzde 10luk seçim barajını yüzde 7ye çekme önerisinden söz eden bir konuşmacıya, Kürt sorununun barajla ne ilgisi var? diyerek karşı çıktı. Birkaç saat önce, aynı gün gerçekleşen Tayyip Erdoğan-Kemal Kılıçdaroğlu görüşmesinde CHP Genel Başkanının yüzde 7lik CHP önerisini dile getirdiği, fakat Başbakanın bu öneriye sıcak bakmadığı bilgisi alınmıştı. Mehmet Metinerin çıkışı oturum katılımcıları tarafından hafif şaşkınlıkla karışık gülümsemeyle karşılanırken, televizyonların başındaki hayranları bu çıkışı, Yine doğrusunu yaptı!” diyerek onayladılar.

Hayranlarının onu onaylarken kurdukları kısa cümlede yer alan yine sözcüğü çok anlamlıydı. Çünkü günümüz Türkiyesinde kazanmanın, yükselmenin, başarmanın yolları doğruyu şaşırmamaktan geçiyor. Yapılacak tek şey kişinin kendini bir büyüğün doğrularına teslim etmesi ve o doğrulardan sapmamasıdır. O da bu Türkiye gerçeğini çok önceden görmüş, kendine bir, daha doğrusu en büyük olarak Başbakanı seçmiştir. O zamandan bu zamana doğruları Başbakanın doğrularıyla sürekli örtüşme, sürekli uyum halindedir. Bir kez olsun Başbakanın doğrularını görmezden, duymazdan geldiği ne görülmüş ne de işitilmiştir.

Yoksa Mehmet Metiner gibi bir ayaklı kütüphaneparlamenter temsil hakkının, özellikle de farklı etnik grupların, farklı inanç gruplarının bir arada yaşadığı ülkelerde demokrasinin asgari koşulu olduğunu hiç bilmez olur mu? Kürtler doğal ki çeşitli partilerden milletvekili olarak TBMMye giriyorlar ya da bağımsız milletvekilleri olarak bir partinin çatısı altında toplanarak TBMMde grup kurabiliyorlar, iyi de gerektiğinden fazla oy olan bağımsız adayların artı oyları ne oluyor? Çöpe gitmiyor ya da başka partilerin işine yaramıyor mu?

Yeryüzünde bir benzeri olmayan yüzde 10luk barajla demokrasi kurulabileceğini hangi aklı başında insan ileri sürebilir? Örneğin, yüzde 5lik barajın uygulandığı Almanyanın en kuzeyindeki Schleswig-Holstein eyaletinde yaşayan yaklaşık 50 bin nüfuslu Danimarka kökenli topluluğun siyasal örgütü olan SSW Partisine eyalet seçimlerinde baraj uygulanmıyor. Türkiyede ise 2007 seçimlerinde çöpe giden oy sayısı 4.574.420’dir. Bu oylardan yalnızca 427.449 fazlasını alan Milliyetçi Hareket Partisi ise TBMMye 71 milletvekili sokmuştur. Bu nasıl bir temsili demokrasidir?

***

Mehmet Metiner ve onun gibi düşünenlerin kafalarındaki demokrasi, çoğunluk demokrasisidir. Oysa gerçek demokrasinin uygulandığı çağdaş/uygar ülkelerde demokrasi, çoğunluğa karşı azınlığın haklarını koruyan bir rejim olarak anlaşılır. Türkiye gibi bireylerin demokrasiyi içselleştirmediği toplumlarda ise çoğunluk demokrasisi ülkeyi sivil diktatörlük, otokrasi gibi baskıcı yapılanmalara sürükler. Türkiye bunun örneğini 1950-1960 Demokrat Parti iktidarı döneminde yaşamıştır, 2002 yılından bu yana da Adalet ve Kalkınma Partisi iktidarında yaşamaktadır. Başbakanın yüzde 10luk barajı aşağıya çekme önerilerini geri çevirmesinin de, Mehmet Metiner gibi koşullu demokratların bunu desteklemelerinin de nedeni budur; otokrasiyi ülke geneline yayarak iktidarlarını sürekli kılma özlemidir.

CHP, baraj konusunu mutlaka yeniden değerlendirmeli, ülkemizin özel koşullarını dikkate alarak önerisini en fazla yüzde 3 olarak revize etmelidir. Eğer toplumun tümünün TBMMde hakça, adilce temsili isteniyorsa tabii.

MEHMET METİNER'İN DEMOKRASİSİ Mİ, JOHN COLTRANE'İN SAKSOFONU MU? - 18.07.2010

Bu yazıyı yazmak için masamın başına oturduğumda niyetim Star gazetesi yazarı Mehmet Metinerin demokrasi anlayışı üzerine bir şeyler yazmaktı. Aslında üzerinde düşünecek pek bir şey yoktu, çünkü kendisi katıldığı TV oturumlarında, Kürt sorunuyla seçim barajının ne ilgisi var? türünden söylemlerle ilgilenenlere epey malzeme sağlamıştı. Ama sonra vazgeçtim, bu yaz günü köşem yine tıka basa siyaset dolacaktı. En iyisi, hazır İstanbul cazlı günler yaşıyorken ben de John Coltrane üzerine bir iki satır yazayım, dedim.

***

1940’lı yıllara damgasını vuran ve kendilerinden sonra gelen meslektaşlarına ışık tutan saksofoncular Coleman Hawkins (1904-1969), Lester Young (1909-1959) ve Ben Websterdir (1909-1973). Tümü siyah olan bu ustalar swing döneminin unutulmaz adlarıdır. Bebop akımının yaratıcılarından/öncülerinden ve dünyanın gelmiş geçmiş en iyi alto saksofoncularından biri olan Bird/Kuş lakaplı Charlie Parker, örneğin Ben Websterin kendisi için önemini şöyle anlatır: 13-14 yaşlarındaydım, Kansas Cityde bir yapının yanından geçerken bir saksofon sesi duydum. Büyülendim. İçeri girdim, sesin geldiği alt kata indim. Ben Webstermiş. Elindeki aletin ne olduğunu sordum, tenor saksofon dediler. Alto saksofon çalmaya işte o gün karar verdim, çünkü tenor saksofonu hiç kimse onun kadar mükemmel çalamazdı.”

Charlie Parker 1955 yılında öldüğünde 35 yaşındaydı. O da döneminin birçok siyah müzisyeni gibi uyuşturucudan ölmüştü.

1926 doğumlu John Coltrane ise tenor saksofoncuydu. Ünlü bestesi, 18.15 dakikalık Oléde olduğu gibi kimi zaman soprano saksofon da çalıyordu. O da siyahtı ve 1967 yılında 41 yaşındayken öldü. Doktorlar, yakalandığı karaciğer kanserinin nedenini aşırı alkole ve eroine bağladılar. Müziğinden uzun boylu söz etmeye gerek yok, dünyanın en iyisiydi demem sanırım yeterli olur. John Coltrane, 1960 yılında piyanist McCoy Tyner, davulcu Elvin Jones ve basçı Jimmy Garrisonla kurduğu dörtlüyle meslek yaşamının zirvesine çıkmıştır. 1965 yılında çıkardığı A Love Supreme adlı albüm caz tarihinin en önemli kayıtlarından biridir. Bu dönemde Coltranein müziği büyük ölçüde ruhani bir boyut kazanmıştır, nitekim A Love Supreme albümünde yer alan parçalar Tanrının gücüne, sevgisine, büyüklüğüne işaret eder. İstediği, yeryüzünde herkesin dünyanın daha iyi bir yer haline gelmesi için savaşım vermesidir. Şöyle der: Benim bütün amacım tamamen dini bir yaşamı sürdürmek ve bunu da müziğimde yansıtmaktır. Müzisyen olmak hakikaten bir şeydir. Çok, çok derinlere gidebilir. Benim müziğim; inancımın, bilgimin, ruhani ifademin ve varoluşumun ta kendisidir.

Coltrane, hem saksofonu çalış biçimi ve besteleri hem de hayat felsefesi olarak başta Archie Shepp (doğ.1937) olmak üzere kendinden sonraki birçok müzisyeni derinden etkilemiştir. 1965te Down Beat dergisinin onur listesine alınmış, ölümünden sonra 1972de A Love Supreme, 2001’de de My Favorite Things albümü 500.000den fazla satarak altın sertifikayı almış, 1997’de de Grammy Yaşam Boyu Başarı Ödülüne layık görülmüştür.

***

O dönemin cazcıları ABDde 1970lerin sonuna kadar süren ırk ayırımcılığının şiddetini iliklerinde duyumsamışlardır. Kimileri, Malcolm X (ö.1965), Martin Luther King (ö.1968) gibi siyah liderler birbiri ardınca öldürülürken müziğini bir çığlığa dönüştürmüş, kimileri Archie Sheep gibi siyah tutsakların sesi olmuş (Attica Blues, 1972), kimileri de Count Basie (1904-1984) gibi ruhunu beyazlaştırarak huzurlu yaşam yolunu seçmiştir.

Amerikan cazı, 1800’lü yılların sonlarında ortaya çıkan blues döneminden başlayarak neredeyse koca bir 100 yıl ırk ayırımının yarattığı sonuçlardan bağımsız olarak düşünülemez. Ayrıca ırk ya da etnik ayırımcılığın var olduğu hangi ülkede gerçek sanatçı yaşanan acılara duyarsız kalabilir ki? Yeter ki ruhunu satmamış olsun.