24 Ekim 2010 Pazar

AFERİN BENİM GÜZEL KIZIMA - 24.10.2010

Benim ruhu gibi aklı da güzel kızım, başarın sevgili yurdumuzun tüm hürriyetperverleri gibi benim de göğsümü kabarttı, göz pınarlarımda yaşlar birikti, “işte,” dedim, dudaklarım titreyerek, “yeni bir Rabia Hatun doğuyor,” inançlı, kararlı ve yılmaz bir savaşçı.

Kolay iş değildi başardığın. Ama beni en çok heyecanlandıran o müthiş sabrın oldu. Yüreğin ilim irfan aşkıyla yanıp tutuşurken, bir ay boyunca okulunun eşiğine adım atmama sabrını nasıl gösterdin, gösterebildin? Nasıl bir iradedir, ne yüce bir kararlılıktır bu? Haklısın, “iman gücü, amca” diyeceksin bana, haklısın. İnsanın benliği iman ile dolunca karşısında kim, ne durabilir ki, henüz 14’ünde bile olsan.

Demek önce bir ay Hz. Eyüp sabrıyla bekledin, sonra eşik atlama denemelerine giriştin; bir, iki, üç, dört… Sonuçsuz, nihayet beşincisinde kapılar açılıyor, seni de buyur ediyorlar, eşiği atlıyorsun başındaki türbanınla. Pes doğrusu!

Düşünüyorum da, Mehmet Âkif üstadımız Kükremiş sel gibiyim, bendimi çiğner, aşarım,” dizesini sanki senin için yazmış diyorum.

***

Gazetelerdeki açıklamalarını okudum. “Dün başörtümü taktım okula geldim. Beklediğim gibi oldu okula alınmadım. Bugün de 4 kez çıkarttılar ama ısrarımız üzerine derslere giriyorum. Yarın ne olacak bilmiyorum. Sonuna kadar direneceğim. Onlar kovacak ben geleceğim,” diyorsun. Seni kovmalarına hiç aldırma sakın, unutma, sen kükremiş bir selsin, sen de bu iman gücü olduktan sonra önünde hiçbir bent duramaz, çiğner aşarsın.

Ne var ki seni eleştirmeden de geçemeyeceğim. Keşke bu kutsal girişimin için bir süre daha bekleseydin. Çünkü bu “zamansız” davranışınla türbanı, başörtüsünü bir hürriyet meşalesi olarak simgeleştiren hürriyetperver-münevver ablalarının, ağabeylerinin, teyzelerinin, amcalarının tekerlerine istemeden de olsa çomak soktun. Sana şimdi “provokatör” diyorlar. Biliyorum, bu kötü sıfatı asla hak etmiyorsun, fakat insanoğlunun çiğ süt emmiş bir mahlûk olduğunu hiç aklından çıkarma, bir mücahit olarak böyle şeylere daima hazırlıklı ol!

Müderris Yusuf Ziya Bey’i mutlaka tanıyorsundur. Geçenlerde yürekleri seninki gibi iman dolu üniversiteli ablalarına konan “türbanla/başörtüsüyle derslere girme” yasağını kaldırdı. O da çok hürriyetperver bir zattır ve kelamı emirdir, Allah selamet versin. O günden bugüne herkes bu meseleyi tartışıyor memlekette; bir çift kelamla Anayasa hükmü ortadan kalkar mı, kalkmaz mı diye. Hürriyetperver olmayan muhalif kesim ise “bu işin sonu ilköğretimde türban/başörtüsü iznine kadar varır” diyerek itiraz ediyor. Hürriyetperverler tam da “yok yav”, “öyle şey olur mu” falan diyerek konuyu geçiştirmeye çalışırlarken, devreye sen girdin. Şimdi sana niçin “provokatör/kışkırtıcı” dendiğini anladın mı?

***

Benim gönlü güzel kızım, bu cennet vatanda ayakta kalabilmek için gerekli yolları, yordamları, yöntemleri iyice belleyeceksin. Her şeyden önce olduğundan da fazla sabırlı olacaksın. Yukarıda sana, sabrının beni heyecanlandırdığını söyledim, doğrudur. Ama keşke biraz daha bekleyebilseydin. Sıra üniversiteli ablalarındaydı. Önce onların işi kotarılacak, sonra sıra hekim, avukat, yargıç, savcı, vali, diplomat teyzelerine gelecekti. Sen ne yazık ki en son sıradaydın; sıranı beklemeden öne çıktın.

Zamansız çıkışın, başındaki örtüyü “kılık kıyafet özgürlüğü” çerçevesinde değerlendiren, “üniversiteye başörtüsü ile girilse dünyanın sonu mu gelir” diyen laik-özgürlükçü çevreleri bile ürküttü.

Bak, herkes konuşmaya başladı bile; Yargıtay Başsavcısı, Başbakan, hükümet sözcüleri, muhalefet sözcüleri, hürriyetperver türbancılar, karşıtları, kısacası ağzı laf yapan herkes… Korkarım, çözüm yine “divan”a kalacak.

Ah kızım, azmini koruyarak biraz daha sabredecektin.

“Azimle i..yen mermeri deler,” diye boşuna söylememiş büyüklerimiz.

TÜRKİYE'NİN DÜNYADAKİ YERİ - 20.10.2010

Dünya Ekonomik Forumu 2010 Raporu açıklandı. Türkiyeye ilişkin ilginç veriler var bu raporda; bir göz atalım.

Ülkemiz 134 ülke arasında ekonomide 131. sıradadır.

Kadın-erkek eşitliğinde 126.

İşgücüne katılım oranında 125.

Eğitim düzeyi sıralamasında 109.

Siyasal yetkilendirmede 104.

Sağlık ve yaşam ölçütleri açısından 61. sırada yer almaktadır.

Bu veriler bütün olarak değerlendirildiğinde genel sıralamadaki yerimiz 125. sıradır.

***

Devam edelim.

İşgücüne katılım oranı açısından 125. sırada yer alan Türkiyede, bu oranın yüzde 26sını kadınlar, yüzde 74ünü erkekler oluşturmaktadır. Türkiyede kadınlar yılda 5 bin 300 dolar, erkekler 20 bin 400 dolar kazanmaktadır. Buna göre erkekler kadınlara oranla 4 kat daha fazla kazanmaktadır. Çalışan kadınların yüzde 78i tarım alanında çalışmaktadır.

Okuryazarlık oranı bakımından 106. sırada bulunan Türkiyede kadınların yüzde 81i, erkeklerin ise yüzde 96sı okuryazar durumundadır. Türkiye, ilköğretim mezunları sıralamasında 108, ortaöğretim mezunları sıralamasında 114, yükseköğretim mezunları sıralamasında ise 113. sırada yer almaktadır.

Türkiye, parlamentodaki kadın sayısıyla 134 ülke arasında 104. sıradadır. TBMMnin sadece yüzde 9u kadınlardan oluşurken kadın bakanlarının sayısı açısından 98. sırada bulunmaktadır.

Türkiyede gerçekleşen her 100 bin doğumda 44 anne yaşamını yitirmektedir. Ayrıca her 1.000 doğumda 20 bebek ölmektedir. Türkiyede kadınların ortalama 67, erkeklerin ise 64 yaşına kadar yaşadığı bildirilmektedir.

***

Türkiye, Dünya Adalet Projesi 2010 yılıHukukun Üstünlüğü Endeksinde de olumlu bir görünüm sergileyememektedir. Özellikle üç önemli kategoride Türkiye 35 ülke arasındaki sıralamada sonlarda bulunmaktadır. Türkiye,

Hükümetin yetkilerinin kısıtlanması kategorisinde 31.

Yasaların anlaşılırlığı kategorisinde 32.

Temel haklar kategorisinde ise 32. sırada yer almaktadır.

***

Durum budur. Başbakanın sıkça dile getirdiği Dünya çapında 17. büyük ekonomiyiz sözleri de doğrudur. Ne var ki büyük ekonomi olmakla refah toplumu doğru orantılı değildir, aynen zenginleşmek ile adam olmanında doğru orantılı olmadığı gibi.

Refah, ancak ekonominin büyümesi ile sağlanan zenginliğin toplumda hakça bölüşülmesiyle mümkündür. Türkiye gibi vahşi kapitalizmin egemen olduğu ülkelerde ekonomik büyüme, tüm devlet kurumlarını da arkasına alan sermaye sahibi dar bir kesimi varsıllaştırırken, geniş kitleleri daha da yoksullaştırmaktadır.

Liberallerimize duyurulur.

***

Bu yazıda kullandığım verileri Tüm Öğretim Elemanları Derneği (TÜMÖD) Genel Sekreteri Suay Karamanın İlk Kurşun gazetesinde yayımlanan Yurtseverlik başlıklı makalesinden aktardım.

18 Ekim 2010 Pazartesi

HAYATLA ÖLÜM ARASINDA - 17.10.2010

Bugün cuma.

Yazımı Karadenizin en güzel, yüzü en aydınlık kentlerinden biri olan Ordudan yazıyorum. Ordu Valiliği, Belediye Başkanlığı, kentin aydınları el ele vermişler, bir Uluslararası Edebiyat Festivali düzenlemişler. Bulgaristan, Yunanistan, Gürcistan, Moldova, Romanya ve Ukraynadan şairler, yazarlar çağırmışlar. Katılımcılar çeşitli etkinliklerde yer alıyorlar, konuşmalar yapıyorlar, tiyatro gösterileri, müzik dinletileri sunuyorlar. Orduluların etkinliklere ilgisi yoğun. Ben de cumartesi günü Mesut Şenol, Kostas Katsoularis (Yunanistan), İbrahim Dizman, Anton Baev (Bulgaristan), Hüseyin Mevsim ve Ahmet Günbaş ile birlikte Karadenizle Egenin Kardeşliğinde Edebiyatbaşlıklı açık oturuma katılacağım.

Bu tür sivil girişimler birbirlerinin kültürlerine yabancı insanlar arasında ileride meyvelerini verecek dostlukların kurulmasına olanak sağlıyor. Dört gün sürecek festivalde yalnızca Türkler ile yabancılar arasında değil, yabancıların da kendi aralarında ilişkiler kuruluyor, yeni projelere dönük ilk adımlar atılıyor.

***

Ordu, kültür merkezleri, tiyatro ve konser salonları gibi konaklama olanakları açısından da donanımlı bir kent. Festival komitesi katılımcıları İkizevler Otelde ağırlıyor. Otel, Rumlardan kalma yan yana iki eski konağın birleştirilmesiyle ortaya çıkmış; son derece güzel bir manzarası ve bahçesi olan bir mekân. Okumak, yazmak, üç beş gün kafa dinlemek için ideal bir yer. Kısacası Ordu, beyinleri aydınlık insanları ve ufukları açık yerel yöneticileriyle ilkini gerçekleştirdiği Uluslararası Edebiyat Festivalini sürekli kılabilmek için tüm olanaklara sahip.

Festival Komitesinin Başkanı ve Ordu Belediye Başkanı Seyit Torunu, Başkan Yardımcısı Özer Karadağı, Kültür ve Sosyal İşler Müdürü Mehmet Kefeliyi, Festival Direktörü, eğitimci, şair Şinasi Tepeyi, İl Kültür ve Turizm Müdürü Erkan Güldereni, Uluslararası Koordinatör Tozan Alkanı, festival danışmanları Mesut Şenol ve İbrahim Dizmanı yürekten kutluyorum.

***

Şimdi Deniz Somu yitirdiğimiz haberi geldi. Bilgisayarımın başında dondum kaldım. Ne düşüneceğimi bilemedim. Gözlerimin önüne önce kitap fuarlarında, Cumhuriyet standında okurlarıyla konuşurkenki sevecen yüzü, sonra da televizyon ekranlarında yandaş basının temsilcileriyle tartışırken gemleyemediği, büyük olasılıkla gemlemeyi düşünmediği o öfkeli hali geldi.

Onun o öfkeli halini görüp ekran adabı”, “karşısındakine saygı”, “hoşgörüfilan diyerek eleştirenler oluyordu. Oysa Deniz, hep doğrunun yanındaydı, doğruların adına yanlışı savunanlarla tartışıyordu. Söz konusu inançları, düşünceleri olduğunda kıskanılacak ölçüde ödünsüzdü. Üzerine gelindiğinde, yanlışların yaylım ateşine tutulduğunda öfkeleniyordu.

Haklı bir öfkeydi onunki.

O, bugün yaşadıklarımızı, yarın yaşayacaklarımızı dünden gören, insanları geleceğe ilişkin uyarmayı görev bilen bir arkadaşımızdı. Kandırılamayanlardan, uyutulamayanlardan, sindirilemeyenlerdendi. Gürültüye pabuç bırakmayanlardandı.

Korkusuzdu.

***

Zaman zaman ters düştüğümüz, tartıştığımız da oldu sayfa arkadaşımla. Ama ulusal kurtuluşçulukta, Cumhuriyetçilikte, aydınlanmacılıkta, tam bağımsızlıkta, laik ve demokratik Türkiyecilikte her zaman buluştuk.

Onun olmayışı yalnızca Cumhuriyet için değil, Türkiye için de bir eksikliktir.

Deniz Somu arayacağım, özleyeceğim.

Işıklar içinde yatsın.

HEP AYNI ŞEYLERİ YAZMAK - 13.10.2010



Bir köşe yazarı için hep aynı şeyleri yazmak kadar sıkıcı bir şey yok. Ama ne yapalım ki Türkiye böyle bir ülke; ortaya çıkan herhangi bir sorun giderek büyüyor, büyüdükçe karmaşıklaşıp yumaklaşıyor, sonunda çözülemez bir duruma geliyor. Ermenistanla ilişkiler, Kıbrıs ve Kürt sorunları bunların tipik örnekleri.

Hâkimler Savcılar Yüksek Kurulu (HSYK) konusu da bu doğrultuda gelişiyor. En çözülebilir sorunları bile çözümsüzleştirmekte doğrusu pek mahir insanlarız. Bu maharette cehaletimizin de hiç kuşkusuz büyük payı var. Örneğin, HSYKnin oluşumu ve başkanlığına ilişkin söylenenler tam anlamıyla birer cehalet ürünü. Biri çıkıyor, tüm gelişmiş ülkelerde benzer kurulların üyelerini parlamento belirliyor diyor. Bir diğeri, Adalet Bakanının her yerde bu kurula başkanlık ettiğini söylüyor. Bir başkasına göre, Adalet Bakanının kurul başkanlığı hiçbir ülkede söz konusu değil diyor.

Hiçbiri konuyu inceleme çabası göstermemiş, tümü de işkembeden atıyor, birbirlerini palavralarla mat etmeye çalışıyorlar. Üstelik bunu televizyon ekranlarında yapıyorlar, halk da işin eğrisi nedir, doğrusu nedir bilmeden bunları izliyor. Bize ise sıkılsak da, bunalsak da yazmak, yanlışları düzeltmek düşüyor.

***

HSYK benzeri kurulların oluşumuyla ilgili olarak Avrupa ülkelerinden birkaç örnek verelim:

İspanyada Consejo General adı verilen, Başkanlığını Yargıtay Başkanının yaptığı 21 kişilik kurulun tüm üyeleri beş yıllık görev süresi için Senato ve Meclis tarafından belirleniyor. Senatör ve milletvekilleri 4er avukat ve/veya hukukçu ile 6şar yargıç seçiyorlar. Böylece yargıçlar kurulda mutlak çoğunluğa sahip oluyorlar. Yargıç dernekleri parlamentodaki parti gruplarına önerilerini sunuyorlar. Kurul üyelerinin seçimi için Senato ve Mecliste nitelikli çoğunluk(yüzde 60) gerekiyor.

Portekizde Conselho Superior da Magistraturaolarak adlandırılan ve Yargıtay Başkanının başkanlık ettiği kurul 17 üyeden oluşuyor. Bunlardan 7sini parlamento partilerin temsil oranına göre kendi içinden, 2sini cumhurbaşkanı yargıçlardan ve 7sini de yargıçlar kendi aralarından seçiyor.

Kurulun Belçikadaki adıConseil Supérieur de la Justice/Hoge Raad voor de Justitie. 22 Flaman ve 22 Valon kökenli 44 üyeden ve iki daireden oluşuyor. Her iki dairede de üyelerin yarısını yargıç ve savcılar kendi aralarından, diğer yarısını ise Senato hukuk uzmanları arasından seçiyor.

Bu ülkelerdeki kurulların temel görevleri terfiler ve atamalar iken aşağıdaki örneklerde gösterilen ülkelerde bu kurullar ağırlıklı olarak bütçe planlamasında ve idari konularda etken rol oynuyorlar.

İsveçteki Domstolsverket2’si 1. derecede Mahkeme Başkanı, 2’si 2. derecede Mahkeme Başkanı olmak üzere 4 yargıçtan, 2 parlamento üyesinden, 1 avukattan ve 2 sendikacıdan oluşuyor.

Danimarkadaki Domstolsstyrelsen, çeşitli kademelerde görev yapan 5 yargıç, 1 yargıç yardımcısı, 2 yargı memuru, 1 avukat ile 2 idari görev uzmanı üyeden oluşuyor ve bu üyelerin tümü Adalet Bakanı tarafından belirleniyor.

Hollandadaki Hukuk Konseyi ilgili yasada yargı görevi olmayan hukuk organıolarak tanımlanıyor ve ağırlıklı olarak bütçe planlaması, adalet yapılarının bakımı, teknolojik donanım vb. konularda danışmanlık görevi yapıyor. 3ü yargıç, 2si ilgili mesleklerden olan 5 kişilik kurulun üyelerini altı yıllığına Adalet Bakanı belirliyor.

***

Görüldüğü gibi diğer ülkelerdeki HSYK benzeri kurulların işlevleri de, oluşumları da, seçim yöntemleri de farklı. Örneklerini verdiğimiz ülkelerde de, öbür Avrupa ülkelerinde de Adalet Bakanına bizdeki ölçüde hak ve yetki tanınmıyor. Örneğin, İtalyada Consiglio Superiore della Magistraturaya cumhurbaşkanı başkanlık ediyor. Adalet Bakanı ise üye değil, ancak açıklama yapmak üzere toplantılara katılabiliyor, fakat görüşmelere katılamıyor.

Kısacası, televizyon kanallarında bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olup laf üreten sözde uzmanların sözlerinin hiçbir değeri bulunmuyor. Onlar yalan yanlış konuşuyor, bize de her seferinde düzeltmek düşüyor.

11 Ekim 2010 Pazartesi

İNSANLAR (2) - 11.10.2010

Atatürk Havalimanı uluslararası hava ulaşımında önemli aktarma merkezlerinden biri; aktarma yapacak kimi yolcuların Türkiye vizesi bulunmadığından terminalin dışına çıkamıyorlar, uçaklarının kalkış saatine kadar gümrüksüz satış mağazalarında, kafeteryalarda oyalanıyorlar. Oldukça rağbet gören yerlerden biri de merkez yapısının ikinci katında bulunan üç yanı camlı, üzeri telle örtülmüş, bir kümesi andıran “dumancılar bölümü”. Buraya bir kafeteryadan geçilerek giriliyor. İçerisi günün her saati tıklım tıkış sigara, puro, pipo içenlerle dolu. Bazılarının ellerinde kafeteryadan geçerken aldıkları çay, kahve fincanları, içki bardakları var.

Dünyanın dört bir yanından gelmiş dilleri, dinleri, soyları, uyrukları, gelenekleri, görenekli farklı bu insanları bir içimlik süre için “nikotin” bir araya getiriyor.

Uçak yolculuğu yapmış olanlar bilirler, yolculuk öncesi insanın içini -korku demeyeyim de- belli bir tedirginlik kaplar. Doğruluk payı nedir, bilemem, ama nikotinin bu tedirginliğin bastırılmasında bir araç olduğu söylenir.

***

“Dumancılar bölümü”nde sigara içenleri izliyorum. Dirseklerimi dayadığım yüksek sehpanın çevresinde beş erkek, bir kadın altı kişiyiz. Orta yaşta iki kişi bir Slav dili olduğu kesin fakat Rusça mı, Çekçe mi, Ukraynaca mı, hangisi olduğunu çıkartamadığım bir dilde oldukça yüksek sesle konuşuyorlar. Ellerinde sigaralar var, ağızlarına götürüp derin mi derin çekiyorlar dumanı içlerine; sigarayı içmiyorlar da somuruyorlar sanki. Sigarayı hep böyle içiyor olsalar, oldukları yaşa gelemezlerdi, diye düşünüyorum. Uçak tedirginliğini bastırma çabası mı? Olabilir. O daracık yerde o kadar yüksek sesle konuşmaları da aynı çabanın bir parçası olmalı.

Giyimlerinden, davranışlarından bağımsız olarak insanlara “dumancılar bölümü” sefil bir görünüm veriyor. İnsanlar birbirlerini her köşeden, her noktadan yükselen dumanlar arasından görüyorlar. Uzun süre dayanılacak bir durum değil, kendimi dışarıya, kafeteryaya atıyorum. Bir kahve alıp biraz önce çıktığım bölüme gidip gelenleri izliyorum.

İnsanların yüzleri duygularının aynası; bu aynalara sevinç, hüzün, keder, acı, mutluluk, rahatlık, endişe, kısacası duygunun her türü yansıyor.

Bu insanların arasında yeni yerler görecek olmanın heyecanı gibi ayrılık acısı taşıyanlar da var. Kimi özlediği bir yakınının yanına, kimi bir hasta ziyaretine, kimi bir cenazeye, kimi de bir düğün şölenine gidiyor. Buket Uzuner’in bu havalimanında geçen “İstanbullular” adlı romanının kahramanlarını anımsıyorum insanları gözlemlerken.

***

Dünkü ve bugünkü yazımı Kitap Fuarı için Frankfurt’a giderken aldığım bellek notlarımdan derledim. Biraz da hepimizi bunaltan, sonu gelmez siyasal karmaşalardan, yalanlardan, dolanlardan, lastik gibi uzayan ve bir türlü bitmek bilmeyen sonuçsuz, çözümsüz tartışmalardan birkaç gün uzak durmak istedim.

Ne var ki siz istediğiniz kadar kaçmak isteyin, olaylar peşinizi bırakmıyor. Fuara gidiyorsunuz, ana giriş kapısının önünde sergilenen günlük Alman gazetelerinde bir “Türkiye fotoğrafı” karşılıyor sizi. Saçlarından sürüklenen bir genç kız, çevresinde üniformalı, üniformasız, yüzleri öfke dolu birtakım adamlar... Ne o, öğrenciler İstanbul Üniversitesi’nin bahçesinde Cumhurbaşkanı’nı protesto etmişler, parasız eğitim ve yedi aydır tutuklu iki arkadaşlarının serbest bırakılmasını istemişler! Karşılığı tekme, tokat, dayak, gözaltı… Hani demokrasi vardı? Hani demokratikleşiyorduk? Hani özgürlükler genişliyordu? Her ulustan insanlar başlarını iki yana sallayarak bakıyorlar bu yüz kızartıcı Türkiye fotoğrafına. Size de utanmak düşüyor.

***

Sevgili arkadaşım Mine Kırıkkanat’ın aramıza katılması, yuvasına dönmesi beni mutlu etti. Ona başarılar diliyor, “kalemine kuvvet” diyorum.

İNSANLAR (1) - 10.10.2010

Atatürk Havalimanının Dış Hatlar Terminalindeyim. Saat sabahın yedisi; bir bankta oturmuş, insanları izliyorum. Yanımdaki bankta bir adam yatıyor, ayakkabılarını çıkarmış, çıplak ayakları esmer. Çantasını başının altına yastık yapmış, hafiften horlayarak uyuyor. Bir Arap olmalı. Çünkü çoğunlukla onlar, Pakistanlılar, Bangladeşliler bir de Hindular böyle sere serpe yatıyorlar diledikleri yerde. Adam bir ara sıçrar gibi oluyor; korkulu bir rüya görüyor, diye aklımdan geçiriyorum. Sonra, onu rüyasında korkutan şey ne olabilir, sorusu takılıyor kafama.

Tam o sırada önümden sarışın, yaşlı bir çift geçiyor, adamın yattığı bankın önüne geldiklerinde ikisinin de yüzleri ekşiyor, kadın, gördüğünden tiksindiğini belli eden bir anlatım takınarak yanındaki erkeğe yüksek sesle bir şeyler söylüyor. Çift, İskandinav ülkelerinden birinden olmalı. Kulağıma çalınan sözcüklerden bu kanıya varıyorum.

Dünyanın bir yerindeki insanlar için doğal olan, bir başka yerindeki insanlar için aykırı hatta tiksindirici olabiliyor.

***

Oturduğum bankın öbür yanındaki boşlukta yaşlıca bir erkekle bir kadın, yanlarında da başı türbanlı, pembe yanaklı bir kız çocuğu var. Kadın oldukça şişman, başı yazmalı, allı güllü, uzun bir etek giymiş altına, üzerinde kavuniçi merserize bir kazak, onun üzerinde de fıstık yeşili, yünden elişi bir hırka var. Bir renk cümbüşü! Kızın üzerinde yakası kapalı, uzun, kirli sarı renkte bir pardösü var. Ayakları çorapsız; bej renkli, küt topuklu, burnu gereğinden fazla açık ayakkabılardan başparmakları dışarı taşmış, küçük birer patlıcanı andırıyorlar Kolunda ayakkabılarının renginde bir çanta var. Adam ise tıknaz ve sert yüzlü, üzerindeki, pantolonu diz yapmış kahverengi takımın içinde bir de aynı kumaştan yeleği var. Siyah gömleğinin yakası açık Elindeki 33lük tespihi tek aksesuvarı. Büyük olasılıkla saati de vardır ama görünmüyor.

Kadın kıza hiç durmaksızın bir şeyler anlatıyor; kız da başı hep önde dinliyor, arada bir kafasını sallayarak dinlediklerini onaylıyor. Duyabildiğim kadarıyla kadın kızcağızın kaynanası olmalı; bir ara susar gibi olunca kız (artık gelindiyebiliriz) kafasını kaldırıp gözlerini çevrede gezdiriyor, sonra karşıdaki gümrüksüz satış mağazasının geniş kapısında beklemeye kalıyor gözleri. Çok geçmiyor, beklediği yerde yaşı en fazla yirmi olan bir delikanlı beliriyor ve onlara doğru geliyor, elinde iki plastik torba var. Kız başını yeniden öne eğiyor. Kadın yüksek sesle, Nerede kaldın? diye sitem edip Kasada bekledim karşılığını alıyor.

Delikanlının jöleli siyah saçları bir kirpinin sırtını andırıyor. Kumlanması abartılmış, gri-bej karışımı renkte, dar mı dar bir kot pantolon var altında. Ayaklarında da burunları uzun yarış kiklerinin sivri burunlarına benzer taba renkte, krokodil desenli ayakkabılar var. Siyah kemerinin aslan başlı pirinç tokası el büyüklüğünde. Yukarıdan üç düğmesi açık, önü fırfırlı beyaz gömleğinin üzerine siyah kumaştan dar bir ceket giymiş. Giysileri ve davranışlarıyla tipik bir á lAllemagne varoş genci. Anası babası ona haytalıktan belki kurtulur umuduyla köyden dini bütünbir kız almışlar. Görüntü bu. Çocuğun da kızın da çok yakın gelecekteki mutsuzlukları aileleri tarafından programlanmış. Kadın hiç kuşkusuz geliniyle övünecek komşuları arasında, delikanlı büyük olasılıkla haytalığını sürdürecek, kızın yılları ise kaynanasının bitmek tükenmek bilmeyen dırdırından biraz olsun kurtulurum umuduyla, işsiz fakat iş aramaya da niyetsiz kocasının yolunu beklemekle geçecek.

Delikanlı geldikten bir süre sonra uzaklaşırlarken arkalarından bunları düşünüyorum.

***

Yan komşum uyandı, daha doğrusu iki kadın tarafından uyandırıldı. Kadınlardan biri genç, öbürü yaşlı. İkisinin de üstlerinde kara çarşaf, yüzlerinde peçe var. Yalnızca gözleri görünüyor. Kadınlardan birinin yaşlı olduğunu kamburundan anlıyorum. Varsayımım doğruymuş, Arapça konuşuyorlar. Adam uyku sersemi, ayaklarını indirip kadınlara yer vermek aklına gelmiyor. Belki de bu aklına hiç gelmeyen bir davranış, bilemiyorum. En iyisi gidip bir kafede oturmak. Kalkıyorum.

TERK EDİLMEK - 04.10.2010

Yaz bitti, kıyı beldeleri boşaldı. Birçok lokanta, otel, pansiyon gelecek yaza doğru yeniden açılmak üzere kapılarını kapattı.

İnsansızlaşan sokaklarda, sitelerde köpekler, kediler dolaşıyor. Sonra gidip hep aynı evlerin önlerinde bekleşiyorlar. Kulakları dik; duydukları her ses onları heyecanlandırıyor. Şimdi boş olan o evler daha birkaç gün öncesine kadar onların evleriydi. Özgürce girip çıktıkları, karınlarını doyurdukları, o evlerde oturan insanlar tarafından sevilip okşandıkları, kendileri için hazırlanmış özel köşelerinde uyudukları, mutluluk içinde yaşadıkları evleri

Onlar o boşalmış, insansızlaşmış evleri hâlâ kendi evleri sanıyorlar. Oysa artık değil, fakat bunu bilmiyorlar. Bilmedikleri için o evlerin önünden ayrılmıyorlar, sarsılmaz bir umutla kendilerini sevip okşamış, sevilmeye alıştırmış o iyi insanların dönmesini bekliyorlar.

***

O insanlar ise uzun bir süre dönmeyecekler boşalttıkları yazlıklarına. Geride bıraktıkları, bir zamanlar sevip okşadıkları, varlıklarından mutluluk hatta övünç duydukları o hayvancıkların ne durumda olduklarını sorup sorgulamadan, onların olası sonlarını vicdan terazilerinde tartmadan hayatlarını alışageldikleri olağanlıkla sürdürecekler.

O, bir zamanlar sevdikleri, bakıp besledikleri hayvancıklar kendi yuvaları da belledikleri evlerinin kapı önlerinde yarı aç, yarı susuz daha bir süre bekleyecekler. Umutları giderek tükenecek. Umutlarını ayakta tuttukları günlerde kendilerine mama veren, su veren yaşlı amcalar, teyzeler de başlayan soğuklarla baş edemeyip kışı geçirmek üzere kentlerdeki kaloriferli apartmanlarına dönecekler.

İşte o zaman terk edilmiş kediler, köpekler için çetin bir yaşam savaşımı başlayacak. Bir lokma kuru ekmek, bir kap yemek artığı, bir parça kemik, bir tas su bulabilmek için yollara düşecekler. Günler geçtikçe köpeklerin o güzelim, parlak tüyleri matlaşacak, kirlenecek, çamurlara bulanacak; bir araya gelip sürüleşecekler. Tek tük açık kalmış bakkal dükkânlarının, lokantaların önlerinden taşlarla, sopalarla kovalanacaklar.

Kediler, çöp kutularında yiyecek arayacaklar. Devirdikleri her çöp kutusunun anısı belleklerinde yedikleri tekmelerin acısı olarak yer edecek.

Bu kedilerden, köpeklerden ancak çok azı kış ayları boyunca verecekleri bu yaman var olma savaşımından sağ çıkacaklar.

***

Yaz gelecek. Yazlıkçılar boşalttıkları evlere geri dönecekler. Akıllarına geride bıraktıkları hayvancıklar gelecek. Birbirlerine, köpeklerin ne kadar sadık, kedilerin ne kadar evcil olduklarını anlatacaklar, Bir yerlerdedirler, gelirler mutlaka! diyecekler. Onların açlıktan, susuzluktan ölebileceklerini, düştükleri yollarda bir kazaya kurban gidebileceklerini, tekmeyle, sopayla, taşla öldürülebileceklerini, kimi yerel yönetimler tarafından zehirlenebileceklerini hiç düşünmeden, düşünemeden.

Oysa bir canlıyı umarsızlığa, sonu bilinmezliğe terk ederken, tüm bunları düşünmek gerekir.

Hayvanlara eziyet yalnızca tekmeyle, taşla, sopayla sınırlı değildir.

Terk edilmek insana da, hayvana da aynı acıyı verir.

Bir hayvanı sahiplenirken bu gerçeği göz ardı etmemek gerekir.

***

Bugün Dünya Hayvan Hakları Günü. 4 Ekim, 79 yıldır Hayvanları Koruma Günü/Dünya Hayvan Hakları Günü olarak kutlanıyor. 15 Ekim 1978de Pariste UNESCO evinde ilan edilen Hayvan Hakları Evrensel Bildirisi ile hayvanlar da evrensel haklar elde ettiler.

Yerel yönetimlere bu haklara uyulması doğrultusunda önemli görevler düşüyor. Özellikle de terk edilen, sahipsizleşen hayvanlara ilişkin olarak Günü gelmişken anımsatalım dedik.

2 Ekim 2010 Cumartesi

TUHAF ŞEYLER - 03.10.2010

İki dönemdir milletvekili olan İçişleri Bakanı Sayın Prof. Dr. Beşir Atalay’ı soğukkanlı, sözlerini seçerek konuşan bir kişi olarak tanıdık. Kendisi Atatürk ve Marmara üniversitelerinde öğretim üyeliği, Kırıkkale Üniversitesi’nde Kurucu Rektörlük görevlerinde bulunmuş bir bilim adamı olmasının yanı sıra Devlet Planlama Teşkilatı eski Sosyal Planlama Daire Başkanı, UNESCO Türkiye Milli Komisyonu Yönetim Kurulu Üyesi, Ankara Sosyal Araştırmalar Merkezi Koordinatörü sıfatlarını da taşımaktadır.

Son zamanlarda Sayın Bakan’ın soğukkanlılığını yitirdiğine, önce düşünüp sonra konuşmak yerine önce konuşup sonra düşünmek gibi bir tuhaflık içinde olduğuna tanık oluyoruz. Örneğin, TBMM’de yirmi milletvekili ile yer alan BDP’yi “terörden beslenen” bir siyasal parti olarak değerlendiriyor. Bu değerlendirmeyi ne zaman yapıyor? Kürt sorununun çözümüne ilişkin görüşmelerde BDP’nin bu sorunun çözümünde hükümetin muhataplarından biri olduğu iyice belirginleştiği zaman!

Sayın Bakan, “sorun çözüldüğünde terörden beslenen bu parti ortadan kalkacak” derken, Sayın Cumhurbaşkanı, TBMM’deki konuşmasında, “Kürt sorununun muhataplarıyla demokratik bir zeminde çözümü” doğrultusunda öneriler getiriyor. BDP’ye, “Gel, şu sorunu birlikte çözelim, sen de ortadan kalk!” deniyor bir biçimde. Bu mantık bana tuhaf geliyor.

***

Hanefi Avcı’nın başarılı bir polis olduğunu dostu da düşmanı da kabul ediyor. Göreve 1976 yılında Mersin’in Mut ilçesinde Emniyet Komiseri olarak başlamış, daha sonra İstanbul İstihbarat Şube Müdürlüğü’ne getirilmiş. 2003 yılında Emniyet Genel Müdürlüğü Kaçakçılık ve Organize Suçlarla Mücadele Daire Başkanlığı’na atanmış. 2006 yılında vekâleten, 2007 yılında da asaleten Edirne İl Emniyet Müdürü, iki yıl sonra da Eskişehir İl Emniyet Müdürü olmuş. “Susurluk Olayı”nı deşifre eden ilk ve tek resmi görevli olarak biliniyor ve bulunduğu her yerde yolsuzluklara karşı etkili savaşımlar vermiş bir polis olarak tanınıyor.

Hanefi Avcı şimdi Silivri’de tutuklu; “Devrimci Karargâh” adlı silahlı bir örgüte “yardım etmek” savıyla içeride. Deneyimli polis aylar önce telefonlarının dinlendiğinin farkına varıyor, küplere biniyor. Önce İçişleri Bakanı’na gidiyor, İstihbarat Dairesi beni dinliyor, komplo hazırlığı var. Kanunsuz dinleme var. Emniyet Genel Müdürlüğü ve İçişleri Bakanlığı yöneticileri de dinletiliyor,” diyor. Aldığı yanıt, Ben niye dinleteyim, üstelik bu işleri de hiç sevmem. O zaman biz burayı (İstihbarat Dairesi’ni) denetletelim,” oluyor. Bakıyor ki bu görüşmeden bir sonuç çıkmayacak, şikâyet ve ihbar dilekçeleri yazıp Adalet ve İçişleri Bakanlıkları’na, İstanbul ve Ankara Başsavcılıkları’na, Ankara ve İstanbul Özel Yetkili Başsavcı Vekillikleri’ne, Fatih Cumhuriyet Başsavcılığı’na ve Başbakanlık’a veriyor. Geriye bir tek mahalle muhtarlığı kalıyor. Aylar geçiyor. Sonuç: sessizlik!

Oturuyor, Fettullah Gülen Cemaati’nin emniyet örgütünü ahtapot kolları gibi nasıl sardığını anlattığı “Haliç’te Yaşayan Simonlar: Dün Devlet Bugün Cemaat” adlı kitabı yazıyor. Vay, sen misin yazan! Dinlenen telefon görüşmelerinin birinde konuştuğu kişinin kullandığı telefonun numarası ile bir silahlı örgüt üyesi arasında ilişki kurularak tutuklanıyor. Tüm bunlar bana tuhaf geliyor.

***

Bekir Coşkun severek okuduğum bir yazardır. Gazetesinden kovuldu; “bertaraf” edildi. Onun o vurdu mu ses getiren yazılarını, yürekliliğini, saydamlığını, yalınlığını çok özlüyorum. Hürriyet’ten Habertürk’e geçtiğinde yeni gazetesinin televizyonda sürdürdüğü o etkili tanıtım kampanyasını anımsıyorum. Habertürk’ün üst yönetimi o zaman Bekir Coşkun’un “nasıl bir yazar” olduğunu bilmiyor muydu?

Kimi “liberal” yazarlar pek sevindiler Bekir Coşkun’un ortada kalmasına. Eser Karakaş gibi onu “merkez basının” bir köşe yazarı olarak “meşruiyet sınırlarını” zorladığı savıyla kovulmasını haklı görenler bile çıktı. Liberal/özgürlükçü olduğunu söyleyen insanlar nasıl olup da düşünce ve anlatım özgürlüğünün karşısında bir beton duvar gibi dikilebiliyorlar.

Tuhaf değil mi?

Tuhaf, hem de “burası Türkiye” deyip geçiştirilemeyecek ölçüde tuhaf!

KÜRT SORUNU VE ANADİL - 29.09.2010

Beklendiği gibi Kürtçe, yine Kürt sorununun çözümüne ilişkin yapılan tartışmaların merkezine oturdu.

BDP, anadil eğitiminden ödün verilmeyeceğini söylerken, hükümet de yanıt olarak Başbakan’ın ağzından “Kürtçe anadilde eğitimin söz konusu olamayacağını” dile getiriyor. Aslında bu yanıt havayadır, çünkü istenen “anadilde eğitim” değil, “anadil eğitimi”dir. Kürtler, ortak ve resmi dilin Türkçe olduğu, öyle de kalacağı devlet okullarında kendi anadillerinin de öğretilmesini istiyorlar.

Bu, haklı bir istektir.

Anadil, kişinin doğuştan edindiği etnik kimliğinin ayrılmaz bir öğesidir. Fransızlar, Japonlar, İsveçliler, Türkler, Araplar gibi farklı etnik kimlik taşıyan insanlar anadillerini nasıl etnik kimliklerinin ayrılmazı olarak görüyorlarsa etnik kimliklerini bilinçli olarak sahiplenen Kürtler de kendi anadillerini öyle görüyorlar, öğrenmek istiyorlar.

***

Denilebilir ki, “O zaman onlar da kurslara gidip öğrensinler!” İyi de Türkler kendi dilleri olan Türkçeyi kurslarda mı öğreniyorlar?

Kürtler de Türkler gibi Türkiye Cumhuriyeti’nin yurttaşlarıdır. Aynı devletin yurttaşlarının bir bölümüne tanınan bir hak diğer bir bölümüne niçin tanınmasın? Gittiği okulda tüm dersleri Türkçe alan bir Kürt kökenli öğrenci seçmeli ders olarak Kürtçeyi niçin alamasın? Bu ayırımcılığı ezelden beri temel insan haklarına aykırı bir haksızlık olarak görüyorum. Kürt kökenli öğrencilerin yoğun olarak bulunduğu okullarda velilerden belli sayıda istek geldiğinde bu isteğin karşılanmasının demokratik bir devlet görevi olduğunu düşünüyorum.

Bu düşüncenin karşıtlarının her tartışmada, “O zaman Boşnaklar da, Çerkezler de, Araplar da, Lazlar da benzer isteklerde bulunmazlar mı?” sorusunu ortaya attıklarını biliyorum.

Bu olası soruya yanıtım açıktır; bulunabilirler, eğer toplumda böyle bir istek varsa devlet bu isteği de karşılamakla yükümlü olmalıdır.

***

Çok dilliliğin ülkenin bölünmesine yol açacağını düşünenler de var. Ortak dilin Türkçe olduğu ülkemizde kendi anadillerini de iyi konuşan, kendi anadillerinde okuyan, yazan, yapıtlar üreten insanların bir aradalığı niçin bölünmeye yol açsın?

Hiç kuşku yok ki bir ülkeyi, bir toplumu ayrışmanın, bölünmenin eşiğine getiren birçok neden vardır.

Örneğin, toplumun bir kesimi refah içinde yüzerken, bir kesiminin sefalet içinde debelenmesi; toplumun bir kesimi dünyaya açılırken, bir kesiminin dinsel/feodal ilişkiler içine hapsedilmesi; toplumun iktidara yandaş kesimlerine her türlü hak tanınırken, karşıt kesimin var olan haklarından yoksunlaştırılması; toplumun bir kesimi kendini ‘asli unsur’ olarak görürken, kendi dışında kalan kesimleri etnik nedenlerden ötürü ‘öteki’ olarak görmesi gibi nedenler ülkenin bölünmesi, toplumun ayrışması doğrultusunda potansiyel tehlikeler oluşturur.

Üzerine gidilmesi, kurutulması gereken bölünme ve ayrışma kaynakları bunlardır.

***

Artık anladık ki Kürt sorunu ülkemizin temel sorunudur. Akan kanın durması, kalıcı barış gibi ülkemizin demokratikleşmesi de bu sorunun kesin çözümüne bağlıdır. Bu çözüm siyasal/toplumsal bir uzlaşmayı gerektirmektedir. Uzlaşma ise ancak karşılıklı anlayışla ve karşılıklı verilecek ödünlerle sağlanabilir.

Anadil sorunu da bu zeminde ele alınıp değerlendirilmelidir.

TOPHANE OLAYI ÜZERİNE - 27.09.2010

Beyoğlu ilçesinin bir semti olan Tophane bütününü ya da bir bölümünü içine aldığı altı mahalleden oluşuyor: Hacımimi Mah, Müeyyetzade Mah, Tomtom Mah, Şahkulu Mah, Kılıç Ali Paşa Mah. ve Firuzağa Mah. Bu mahallelerin tümü adlarını camilerden almışlar. Bunlardan en eskisi, 1491 yılında II. Beyazidin hazinebaşı Firuz Ağa tarafından yaptırılmış. Kılıç Ali Paşanın yaptırdığı caminin yapım tarihi 1580, Tomtom Mehmet Kaptanın yaptırdığı caminin ise 1592. El Hac Mehmet Çelebinin (Hacımimi) camisi ile Müeyyetzade Yazıcı Mehmet Efendi camisi 16. yüzyılda yapılmış. Yine aynı yüzyılda III. Mehmetin nedimlerinden Mehmet Çelebi tarafından yaptırılan cami ise burada imamlık yapan ve kabri caminin avlusunda bulunan Şahkulu Mehmet Efendinin adını taşıyor.

Kılıç Ali Paşa Camisi dışındaki camilerin boyutları oldukça küçük, bu da o tarihlerde bölgedeki Müslüman nüfusun azlığını gösteriyor. Buna karşılık bölgede çok sayıda Katolik ve Ortodoks kiliseleri ile Yahudi cemaatin sinagogları var. Bunlar büyük ve gösterişli yapılar. 15, 16. yüzyıllara kadar gitmeye gerek yok, bu bölgede 1950li yılların ortalarına kadar Hıristiyan, Ortodoks ve Yahudi nüfusun neredeyse Müslüman-Türk nüfusa yaklaştığı biliniyor.

***

Tophaneye komşu bir semt olan Cihangirde dünyaya geldiğimden çocukluk yıllarımda semtin kozmopolitliğini bire bir yaşadım. Sonradan İstanbullu, özellikle de Cihangirli, Galatalı olan kimi köşe yazarları bölgedeki Romanların sonradan geldiklerini yazıyorlar. Bu, doğru değildir; onlar Tophanenin en eski sakinlerindendiler. Tophaneyi herhalde Hacıhüsrevle karıştırıyorlar.

Bölgenin nüfus yapısındaki değişiklik ilkin, önce 6-7 Eylül 1955 olayları, sonra da 1964 tarihinde Yunan uyruklu Rumlara zorunlu göç uygulanması nedeniyle boşalan Rum evlerine çoğunlukla Bitlis ve Siirtten gelen Güneydoğulu göçerlerin yerleşmesiyle başladı. 1950’li yılların sonlarına doğru Ermeni esnaf bölgeyi terk etti; Yahudi nüfus Nişantaşı, Şişli gibi semtlerde yükselen daha modern, daha konforlu apartmanlara taşındı. Boşalan evler, işyerleri düşük bedellerle kırsal kesim göçerlerinin eline geçti. Güneydoğulu Müslüman nüfus zamanla mülk sahibi ya da kiracı olarak bölgeye egemen oldu.

Tophane, on on beş yıldır orta kesim kentsoyluların çekim merkezidir. Özellikle yazarlar, gazeteciler, sanatçılar semti mesken tutmaktadırlar. Açılan küçük oteller, lokantalar, kafeler, barlar, atölyeler ve galerilerle semte yeni bir hava gelmiştir. Bu havayla birlikte emlak fiyatları, kira bedelleri hızla artmaya başlamış, hayat pahalılanmış, semtin göçerlikten yerleşikliğe geçiş sürecini henüz tamamlamamış görece yoksul kesimi semtte var olma kaygısınakapılmıştır. Son galeri baskınları bu kaygının sokağa yansımasıdır.

***

Farklı bir sosyokültürel ortam karşısında içe kapanma/gettolaşma göçerlerin doğal korunma refleksidir. Tophane nüfusunun bugün çoğunluğunu oluşturan yeni Tophaneliler de içlerine dönük, muhafazakâr bir yaşam sürmekte, bu yaşamın merkezinde de dinbirleştirici/ortak temel öğeolarak yer almaktadır. Bu tür sosyokültürel yapılarda temel öğenin yerine göre savunma ya da saldırı silahı olarak kullanılması olağanüstü bir davranış değildir. Hele bizim gibi şiddete eğilimli bir toplumda bunun hiçbir şaşırtıcı yanı yoktur. İçki bir simgedir.

Çeşitli kentlerde uygulanan kentsel dönüşüm projeleri insan odaklı olarak gerçekleştirildiği koşullarda desteklenmeli, fakat insanların yerlerinden yurtlarından edilmesi yoluyla belli sermaye güçlerine yeni rantlar sağlamak biçiminde uygulanıyorsa mutlaka karşı çıkılmalıdır. Tophanelilerde haklı olarak bu korku uyanmış, kendilerini ifade etmenin birçok yolu varken, Başbakanın Dünyayı şişenin içinden görenler, tuzağına düşmüşlerdir.

Tophane olayı bir kez daha göstermiştir ki dinsel duyguları kaşıyarak siyaset yapmak çok tehlikeli bir oyundur. Kimseye, hele ülkeye hiçbir şey kazandırmaz. Başbakanın söylediğinin tam tersine Tophane olayı çok önemlidir, medya bu konuda iyi bir sınav vermiştir, üzerinde daha da çok konuşulmalı, tartışılmalı ve mutlaka dersler çıkartılmalıdır.

DEĞİŞİM VE DAYAK - 26.09.2010

Modalıların iskelelerindeki lokantaya konan içki yasağını protesto için 22 hafta boyunca eylem yaptıkları günlerin üzerinden epeyce bir zaman geçse de o sıralar yaşananlar hâlâ belleklerde. Kaçıncı haftaydı, anımsamıyorum, Başbakan o günlerde yapılan AKP Kadıköy İlçe Kongresine katılmış, bir de konuşma yapmış, Modalı eylemcileri de bu arada unutmamıştı. Bunlardemişti, dünyayı şişenin içinden görenlerdir.Semtlerindeki değişime ayak uyduramayan, ayak uydurmak istemeyen genç-yaşlı, kadın-erkek Modalılar salt yasağa, yasakçılara karşı çıktıkları için ayyaş ilan edilmişlerdi Başbakan tarafından.

Oysa içlerinde yaşamları boyunca ağızlarına tek damla alkol değmemiş insanlar da vardı aralarında.

***

Boğazkesendeki saldırı olayını duyunca aklıma Başbakanın sözleri geldi. Bir grup Tophaneli ellerinde demir çubuklar, sopalar, biber gazlarıyla semtlerindeki sanat galerilerine saldırmışlar, galerici, sanatçı, yerli, yabancı, kadın, erkek demeden önlerine kim çıkmışsa dayaktan geçirmişler, üç galerinin de camını çerçevesini yere indirmişlerdi. Kimi galericiler, değişimci saldırganların ellerinden kendilerinin ve konuklarının canlarını, sergiledikleri sanat yapıtlarını kepenklerini kapatarak zar zor kurtarmışlardı.

Görgü tanıklarının anlattıklarına göre mahalleli, galeri açılışlarına katılan kadın-erkek konukların ellerinde içki bardaklarıyla kaldırımlara taşarak semt sakinlerinin huzurunu bozmalarınabir Dur! demek gereksinimi duymuş, dünyayı şişenin içinden göreno ayyaşlara gereken dersi vermişti.

***

Yazılı ve görsel medyada köşe tutmuş değişimciler, özellikle de bunların arasındaki liberaller konuya ilişkin derin sosyolojik analizler yapıp lafı dolandırıyorlar. Oysa durum açıktır, söylenen de, söylenenin sonucu uygulanan da apaçık ortadadır.

Olay, İstanbulun ortasında gerçekleştiği, olayın mağdurları da entelektüel seçkinler olduğu için medyada kendine yer bulmuştur. Yoksa benzer olaylar özellikle İç, Doğu ve Güneydoğu Anadoluda birçok kez yaşanmış, yüzlerce içkili lokanta sahibi korkutularak, dayak atılarak, camı çerçevesi indirilerek içki satışından vazgeçirilmiştir.

***

Yiğidi öldürelim, ama hakkını da verelim. Beyoğlu Belediye Başkanı Sayın Ahmet Misbah Demircanın kentsel dönüşüm programı çerçevesinde sanatsal çalışmaları ilçe geneline yayma yolundaki çabaları desteklenmelidir. Aynı şekilde Kültür ve Turizm Bakanı Sayın Ertuğrul Günayın Tophane olayından sonra gösterdiği duyarlılık övgüye değerdir. Fakat bunlar AKP iktidarının öngördüğü değişimin özü göz önüne alındığında kişisel çabalar, kişisel duyarlılıklar olarak kalmaktadır.

AKPnin değişimden anladığı, toplumun yaşam biçemini kendi iktidarının çıkarları doğrultusunda yönlendirmek, değiştirmektir.

İçki, toplumun Müslümanlaştırılması doğrultusunda başlıca simgelerden biridir; bu nedenle önemlidir.

Başbakan bir yandan içki içenleri, Dünyayı şişenin içinden görenler, bir başka deyişle ayyaş olarak nitelendirip kötüleyecek, sense öbür yanda tüm dünyada alışıldığı üzere sergi açılışlarında konuklarına bir kadeh içki sunacaksın, onlar da genel geçer geleneklere uyup ellerindeki kadehle kaldırıma çıkacaklar...

Sonu böyle olur.

TÜRKİYE'DE REFERANDUMLAR - 22.09.2010

Türkiye, Cumhuriyet tarihi boyunca altı referandum yaşamıştır. İlki, 27 Mayıs 1960 Darbesi sonrası hazırlanan anayasanın seçmenlerin onayına sunulduğu 9 Temmuz 1961 tarihli referandumdur. Bu referandumda seçmenlerin yüzde 61.7si yeni anayasaya evet, yüzde 38.3ü dehayır demiştir. 67 ilin 56sında evet oyları ağırlıktayken, 11 ilde hayır oyları ağırlık kazanmıştır. Hayır diyen iller Sakarya, Bolu, Zonguldak, Çorum, Samsun, İzmir, Aydın, Manisa, Kütahya, Denizli ve Bursadır. Daha sonra il olan Düzce, Karabük ve Bartın ilçelerinde de hayıroyları ağırlıktadır.

10 ili kapsayan Marmara Bölgesinden yalnızca Bursa ve Sakarya hayır diyen iller arasındayken, geri kalan sekiz il 1961 Anayasasına evet demiştir. 8 ili içeren Ege bölgesinde ise üç il, Muğla, Uşak, Afyon evet, İzmir, Aydın, Manisa, Kütahya ve Denizli ise hayır oyu vermiştir. 7 Akdeniz ilinin tümü evet, 14 Karadeniz ilinin 2si (Zonguldak, Çorum) hayır, 13’ü evet, 10 İç Anadolu ilinin tümü gibi, 12 Doğu Anadolu kentiyle 6 Güneydoğu Anadolu kentinin de tümü evet demiştir.

Hayır oyu veren illerin tümünde 1957 genel seçimlerinde Demokrat Parti kazanmıştı.

***

İkici referandum, 12 Eylül 1980 Darbesinden sonra hazırlanan 1982 Anayasası için süngü zoruyla ve hayır propagandasıyasaklanarak 7 Kasım 1982de yapıldı. Anayasa, yüzde 8.63 hayır(1.626.431 seçmen) oyuna karşılık, yüzde 91.37evet (17.215.559 seçmen) oyuyla kabul edildi. Bu referandumda en çok hayır oyunun çıktığı üç il Bingöl (yüzde 23.5), Diyarbakır (19.7) ve Tunceli (17.4) idi. Kürt ve Zaza nüfusun yoğun olduğu bu illerde faşist-ırkçı baskıların, işkencelerin toplumun tepkisinde bir rol oynadığı haklı olarak ileri sürülebilir. Fakat en çok evet çıkan Kars (97.5) ve Bilecikin (95.9) arasında yine Kürt nüfusun yoğun olduğu Ağrının (96.4) yer alması ilginçtir; şablona uymamaktadır.

***

Üçüncü referandum, 1982 Anayasasının geçici 4. maddesi ile getirilen Süleyman Demirel, Bülent Ecevit, Necmettin Erbakan, Alparslan Türkeş gibi politikacılara ilişkin 10 ve 5 yıllık siyasal yasakların kalkıp kalkmaması konusunda 6 Eylül 1987de düzenlendi. Yüksek Seçim Kurulu, halkoylaması sonuçlarını 12 Eylül 1987de açıkladı. Halkoylamasına 24.436.821 seçmen katıldı. Geçerli 23.347.856 oydan 11.711.461i evet (50.16), 11.636.395’i hayır (49.84) çıktı. Böylece, geçici 4. madde yürürlükten kalktı. Tüm İç Anadolu illeriyle Doğu Anadolunun büyük bölümünde seçmenler hayırderken, Çanakkale dışında tüm Trakya ile Akdenizin tüm kıyı illeri evet dediler.

Bu referandumda evetile hayıroyları arasında yalnızca 75.066 oyluk bir fark ortaya çıkmıştır. Sonuçların açıklanması ile dönemin Başbakanı Turgut Özal erken genel seçim kararı almış ve aynı yıl 29 Kasım 1987 Türkiye Cumhuriyeti Milletvekili Genel Seçimleri yapılmıştır. 1987 referandumunda seçim yasaklarının kalkmasına, dolayısıyla Necmettin Erbakanın politikaya dönmesine hayır diyen Konya, 1991 genel seçimlerinde Refah Partisinin ve Erbakanın kalesi oldu. İlginçtir, şaşırtıcıdır.

***

Türkiyede yapılan dördüncü halkoylamasının sonucu hayırçıkmıştır. 1982 Anayasasının 127. maddesindeki yerel seçimlerin 1 yıl erkene alınıp alınmaması konusunda 25 Eylül 1988de yapılan bu halkoylamasında seçmenlerin yüzde 65i hayır, yüzde 35i de evet oyu kullandılar. Böylece yerel seçimlerin erkene alınması için anayasanın 127. maddesindeki değişiklik kabul edilmedi ve 13 Kasım 1988 olarak öngörülen erken yerel seçim yapılmadı.

Bu halkoylamasında evet çıkan tek il Malatya idi, bu sonucu Malatyalıların Turgut Özalla olan hemşerilik bağlarıyla açıklayabiliriz. Gönül bağından kaynaklanan siyasal bir sonucun demokrasi ile ne ölçüde bağdaşabilir olduğu konusunda sanırım düşünmek gerekir.

Bu referandumları anımsatmak istedim, hem 12 Eylül Referandumunu hem de demokrasimizin düzeyini daha iyi anlayabiliriz düşüncesiyle

BEN NE YAPTIM Kİ? - 20.09.2010

Günlerden bir gün şeytanın yolu bir köye düşmüş.

Keyfi yerinde olan şeytan, sırtını bir ağaca dayamış ve buzağısı kazığa bağlı olan ineği sağan genç bir kadını izlemeye başlamış.

Şeytan, kadını epeyce izledikten sonra yerinden kalkıp kazığa bağlı buzağının ipini biraz gevşetmiş. Buzağı bu, az ötede annesinin sütünün kovaya sağılmasını aç karnına izlemeye daha fazla dayanamamış. Debelendikçe boynundaki ip biraz daha gevşemiş ve sonunda yular hepten çözülmüş. Koşarak annesini emmeye giden buzağı, süt kovasına çarpmış ve bütün sütler yere dökülmüş. Sağdığı süt ziyan olunca siniri tepesine çıkan genç kadının, eline geçirdiği bir odunu buzağının kafasına vurmasıyla yavru kan içinde yere yıkılmış. Yavrusuna saldırılmasına kayıtsız kalmayan inek bir tekmede kadını yere serip öldürmüş.

Uzaktan geçmekte olan kadının kayınpederi, ineğin gelinini öldürdüğünü görüp, elindeki tüfekle ateş ederek ineği öldürmüş.

Silah sesini duyan koca koşup gelmiş. Karısını yerde cansız yatar, babasını da elinde tüfekle görünce, belinden silahını çekip, tek atışta babasını vurmuş.

Kısa bir süre sonra gerçeği öğrenen genç adam bu kadar acıya dayanamayacağını düşünüp bir kurşun da kendi kafasına sıkmış.

Bütün bu olayları bir kenardan izleyen şeytan, bu felaketi de bana yüklerler şimdi demiş, oysa buzağının ipini gevşetmekten başka ne yaptım ki ben?

***

Gazetemizin Milas muhabiri, arkadaşımız Olcay Akdenizin gönderdiği bu fıkradaki şeytanın sözleri düşündürdü beni. Bir an eskilere, 1982 Anayasasının ve darbe lideri Kenan Evrenin cumhurbaşkanlığının halkın yüzde 92si tarafından onaylandığı günlere gittim.

O günlerde evet oyu verenler, tercihlerinin haklılığını bin bir neden göstererek gerekçelendiriyorlardı. Aradan çok zaman geçmedi, 12 Eylül faşizminin uygulamaları, işkenceler, zindanlar, sürgünler, ölümler; yüzbinlerce insanın çektiği acılar ayyuka çıkmaya başlayınca verilen evet oyları verilmeyen hayır oylarına dönüştü. Hele yeni onaylanan yeni anayasadan kaynaklanan faşizan uygulamalarla ülke karanlığa sürüklendikçe ortada Ben o anayasaya evet dedim! diyen hemen hiçbir babayiğit kalmadı.

***

Bir hafta önce 26 maddelik anayasa değişikliği paketi halkoyuna sunuldu; seçmenlerin yüzde 58si AKP iktidarı tarafından önerilen değişikliğe evet dedi. Madem demokrasi diyoruz, öyleyse çoğunluk tercihi karşısında boynumuz kıldan ince; fakat bu bizim eleştiri hakkımızı ortadan kaldırmıyor.

Ben, yüzde 58lik çoğunluk tercihini AKP iktidarı adına büyük başarı olarak görenlerden değilim. Türkiye gibi yetişkin nüfusunun okulluluk/eğitim süresi ortalamasının beş yılın altında olduğu bir toplumda yapılan bu tür oylamalar seçmenlerin özistencini yansıtmaz. Okulsuz/eğitimsiz kitleler her türlü yönlendirmeye açıktır. Ben odunu aday göstersem milletvekili seçtiririm! sözleri eski başbakanlardan Adnan Menderesindir. Bu, bir durum saptamasıdır ve aradan geçen elli yıl içinde Türkiyenin geniş bölgelerinde bu durum değişmemiştir.

***

Burada sözüm eğitimsiz/okulsuz kitlelere değil, Yetmez ama evet diyen okumuş-yazmışlaradır. Dilerim, yarın bir gün, Ben ne yaptım ki diye sormak zorunda kalmazlar.