24 Ağustos 2009 Pazartesi

BU DA BİR BAŞKA AÇILIM - 24.09.2009


Başta altın olmak üzere her türlü yer altı zenginliklerine gözlerini dikmiş, alesta bekleyen avcıların beklediği “nihayet” gerçekleşti. Ormanlık alanlarda madencilik arama ve işletme faaliyetini önleyen son Anayasa Mahkemesi ve Danıştay 8.Dairesi kararının arkasına dolanılmak, hukuka karşı hile yapılmak yoluyla orman yağmasına izin veren Yönetmelik değişikliği 19 ağustos 2009 günü Resmi Gazetede yayımlanarak yürürlüğe girdi.

24.5.2005 tarihli ve 2005/9013 sayılı Bakanlar Kurulu Kararı ile yürürlüğe konulan Madencilik Faaliyetleri İzin Yönetmeliğine aşağıdaki geçici 4. madde eklendi:
“Orman sayılan alanlarda madencilik faaliyetlerine ilişkin yeni bir düzenleme yapılıncaya kadar orman, muhafaza ormanı ve ağaçlandırma alanlarında madenlerin aranması ve işletilmesi ile ilgili faaliyetlerde alınması gereken izinlerde 22.3.2007 tarihli ve 26470 sayılı Resmi Gazetede yayımlanan Orman Sayılan Alanlarda Verilecek İzinler Hakkında Yönetmelik hükümleri uygulanır.”
Böylece, AKP iktidarı, yüksek mahkemelerin kararlarını kasıtlı olarak etkisizleştirmek suretiyle demokratik hukuk devletinin temeline yerleştirmiş olduğu dinamiti patlatmış oldu.

***

Madencilikle uğraşan sermaye çevreleri, aynı zamanda uluslararası çevre ve doğa koruma sözleşmelerinin de açıkça çiğnendiği bu değişikliği doğaları gereği coşkuyla karşıladılar.
Örneğin, Ege Maden İhracatçıları Birliği Yönetim Kurulu Başkanı Arslan Erdinç, orman alanlarında maden çalışmalarında bulunulamayacağına ilişkin Danıştay kararının Bakanlar Kurulu’nun olur vermesiyle aşıldığını bildirdi. Erdinç, mahkeme kararına karşın, orman alanlarında madencilik yapabilmelerine olanak sağlayan başta Başbakan Tayyip Erdoğan olmak üzere tüm bakanlar ve ilgili müdürlere ayrı ayrı teşekkür ettiklerini açıkladı. Yaptığı yazılı açıklamada, “Madencilik sektörünün orman alanlarında faaliyet göstermeleri ile ilgili yaşanan soruna Ege Maden İhracatçıları Birliği’nin girişimleri sonrasında Bakanlar Kurulu’nun devreye girmesi ile çözüm bulundu” dedi.
Kimi hukukçularımız bu karara imza atan Cumhurbaşkanı, başbakan ve bakanların, “anayasanın hukuk devleti ilkesini ihlal etmek suretiyle Türk Ceza Kanununun 309. Maddesinde düzenlenen Anayasayı ihlal suçunu işledikleri” görüşünü savunuyorlar.

***

Top şimdi toplumdadır.
Toplumun yurtsever kesimlerindedir.
Yurtseverlik, üzerinde yaşadığı toprakların üstündeki ve altındaki zenginliklerine, canlı ve cansız tüm varlıklarına kararlılıkla sahip çıkmaktır.
Yurtseverlik, Kaz Dağları, Kozak Yaylası, yurdumuzun dört bir köşesindeki ormanlarımız talana açılırken, maden avcılarının avlağına dönüştürülürken, kan emicilere teslim edilirken, susmamaktır, direnmektir.
Yurtseverlik, bir yandan ülkesinin bölünmez bütünlüğünü savunurken, aynı zamanda ülkesinin yer altı zenginliklerinin emperyalizm ve onun işbirlikçisi yerli sömürgenler tarafından talanına karşı durmak demektir.
***

AKP, “akıllıca” bir taktik uyguluyor; kamuoyunun duyarlılıklarını kaşıyan çeşitli konuları gündeme taşıyıp dikkatleri o yönlere çekerken, yedekte beklettiği projeleri birer ikişer yürürlüğe sokuyor. “Madencilik açılımı” da işte böyle bir uygulama.
Her zamankinden daha uyanık olmamız gereken günlerden geçiyoruz.



“BÖYLE BİR ŞEY DÜNYANIN HİÇBİR YERİNDE YOK!” - 23.08.2009


Kürt sorununa ilişkin tartışmalar dozu giderek artan esmeler, gürlemelerle sürüyor. Tartışma/uzlaşma kültürüne yabancı kesimler öfke sellerine kapılıp dillerini gemleyemiyorlar. Bir de iyi niyetli tartışmacıların sıkça başvurdukları, “Böyle bir şey dünyanın hiçbir yerinde yok!” türünden oldukça yaygın bir söylem var ki bu söylem bana da hiç yabancı değil, özellikle geçen hafta kaleme aldığım “Tek bayrak, iki ulus” başlıklı yazıma ilişkin olarak birçok kez karşılaştım bu söylemle.
Bir düşünce paylaşılmayabilir, eleştirilebilir, hatta karşı kanıtlarla yerden yere vurulabilir, fakat yeterince araştırmadan “Böyle bir şey dünyanın hiçbir yerinde yok!” diyerek söze başlamak savunulan tezin içini boşaltır.
Yine söz konusu yazıma dönecek olursak “tek bayrak, iki uluslu” devletler vardır. En yakın örneği de komşumuz Bulgaristan’dır.
Anımsayalım. Bulgaristan Türkleri en kötü yıllarını 1980’li yıllarda devlet politikası olarak Türklere uygulanan Bulgarlaştırma döneminde yaşamıştır. Yalnızca 1989 yılında baskılar nedeniyle Türkiye’ye göçen soydaşlarımızın sayısı 321 bindir. 1991-1994 yılları arasında gelenlerin sayısı ise 120 bindir. Ülkede başlayan demokratikleşme hareketine bağlı olarak genişleyen özgürlükler nedeniyle gelenlerin 150 bini Bulgaristan’a geri dönmüştür.
Dünyanın birçok ülkesinde etnik farklılıklardan doğan gizli ya da açık sürtüşmeler, çatışmalar görülmekte, her ülke kendi koşulları temelinde ortaya çıkan sorunu çözmek yolunda çaba göstermektedir.

Uluslaşma insan istencinden bağımsız olarak gelişen toplumsal-kültürel bir süreçtir, nesnel bir olgudur. Bu olguya biz ne ad verirsek verelim, özü değişmeyecektir.

***

Çok etnisiteli, çok kültürlü ya da çok uluslu toplumlarda devletin kırmızıçizgileri vardır. Türkiye, üniter yapıda bir devlettir, varlığını bu yapıyla sürdürecektir. Dolayısıyla etnik, kültürel ya da ulusal farklılıklara ilişkin demokratik düzenlemelerin bu yapı göz önünde bulundurularak gerçekleştirilmesi gerekmektedir.
Bugüne kadar Adalet ve Kalkınma Partisi hükümetinin planlanan düzenlemelere ilişkin somut önerilerinin ne olduğu bilinmemektedir. Bu bilinmezlik toplumu germekte, yer yer öfke patlamalarına neden olmaktadır.

Bu arada İmralı sakini, sorunun çözümüne ilişkin olarak kendinden beklenen, böyle olunca da kimseyi şaşırtmayan birtakım ipuçları vermiştir. Eğer bir türlü yapmadığı açıklamalarını bu ipuçlarının işaret ettiği yörüngede yapacak ve Demokratik Toplum Partisi de bu açıklamalara sahip çıkacak olursa “şişeden çıkan cini” yeniden şişeye sokmak epey baş ağrısına neden olacaktır.
İmralı sakininin, “özsavunma” adını verdiği, PKK güçlerinin silahlı milis olarak varlıklarını koruma istemi üniter devlet yapısını savunan hiç kimsenin benimseyebileceği bir görüş değildir. Üniter devletin tek ordusu, tek silahlı gücü olur. Bu, ordu gücü için geçerli olduğu gibi polis gücü için de geçerlidir.
Bu tür marjinal istekler barış özlemi çeken herkesin bir biçimde işlemesini arzu ettiği sürecin tıkanmasından başka bir işe yaramaz, bu da herkesten önce Kürt toplumunun çoğunluğuna zarar verir.

***

Türkiye hızla büyüyüp gelişen bir ülkedir. Sorunlarının da gelişmesine koşut olarak büyümesi doğaldır. Ne var ki bu sorunlar üstesinden gelinemeyecek duruma gelmeden çözülüp aşılmalıdır. Bu nedenle her söylemin mutlaklık içermediğini bilerek ve birbirimizden öğrenmeye hazır olarak sorunların tartışılması gerekmektedir.
Önemli olan Türkiye’nin ülke ve insanıyla aydınlık geleceğidir.






“BİZİM” OLMAK - 19.08.2009


Üç gündür Gökçeada’da, 46 yıllık dostlarım Yüksel-İnci Pazarkaya’ların Eski Bademli köyünde, Samothraki (Semendirek) adasına bakan evlerindeyiz. Gökçeada (eski adıyla İmroz), Türkiye’nin en büyük adası, birbirinden güzel, görülmeye değer 10 köyü var. İki gün önce adanın en yüksek köyü olan Tepeköy’e çıktık, Zeytinli Köyü’nde de “Madam”ın kahvehanesinde dibek kahvesi içtik. “Madam”ın biraz yukarısında eski Beşiktaşlı futbolcu Hristo’nun kahvehanesi var.

Gökçeada, Türkiye’de İstanbul dışındaki Rum nüfusunun en yoğun olduğu yer; yaz aylarında Yunanistan’dan gelenlerle birlikte bu nüfus ikiye, üçe katlanıyor. Ada, dingin bir dinlence geçirmek isteyenler için çok uygun. Bir akşam önce Kaleköy’de, Latif Akar’ın denizin maviliğine bir balkon gibi uzanmış Yakamoz Lokantası’nda balık yedik, rakı içtik. Latif Akar, Çankırılı, ama yıllar önce Gökçeada’yı yurt edinmiş, lokantacılığın yanı sıra 2002’den beri yayımlanan Gökçeada Gazetesi’nde köşe yazarlığı yapıyor. Bir yazısını Türkan Saylan’a ayırmış, şöyle diyor: “(O), bu ülkenin Halide Edip Adıvar’ı, Kara Fatma’sı, Yanık Emine’si, Şerife Bacı’sı, Peçeli Efe cesareti ve duruşuyla laik, demokratik Cumhuriyet’in adeta simgesi oldu. Sizler hiç martıların yumurtalarını leş kargalarından korumak için verdiği mücadeleyi seyrettiniz mi? Balıkçılık yapanlar, doğayı ve insanı sevenler bu mücadeleyi iyi bilirler. İşte merhum Saylan, bu ülkenin korumasız kardelenlerini leş kargalarından koruyan korkusuz bir anneydi.”
***

Türkiye, gezip dolaştıkça, insanlarını tanıdıkça daha derinden âşık olunan bir ülke, öyle ki sırılsıklam bir âşığın sevdiğini delice kıskanması gibi bir duygu yaratıyor insanın yüreğinde. Yurtseverlik denen şey de “benim” duygusuyla ortaya çıkan, yurda ve insanına kıskançça sahiplenmek, bu sahiplenmeyi bilince oturtmak olmalı.
Biliyorum, “benim” sözcüğü biraz bencilce kaçıyor söz konusu “yurt” olunca, fakat “benim”i “bizim”e çevirmek hiç de kolay değil. “Benim” olan ancak paylaşıldığında, paylaşılabilindiğinde “bizim” olabiliyor. Ne var ki “bizim” deyince sanki bir şeyleri yitiriyormuş, bir şeyler elinden gidiyormuş duygusuna kapılıyor insan, direniyor. Oysa güçlü olmanın yolu “benim”i, “bizim”e çevirmekten geçiyor. Şu sıralar tozlu, topraklı, taşlı bu yolda yürümenin sıkıntılarını yaşıyoruz; ama mutlaka aşacağız.
***

Son 22 yılı zorunlu, 28 yıl süren yurtdışı serüvenimden sonra 1992 yılı sonunda Türkiye’ye döndüğümde, dönebildiğimde beni en çok şaşırtan soru, “Orası bırakılır da buraya gelinir mi?” sorusuydu. Bu soruyu bana onca yıl özlemini çektiğim, hep dönmek isteyip ama dönemediğim, doğası ve insanlarıyla dünyanın en yaşanası ülkesinde yaşama şansına sahip olmuş insanlar soruyorlardı. Şaşırıyordum. Amerika Birleşik Devletleri’ne, Avustralya’ya, Yeni Zelanda’ya bir daha geri gelmemek üzere göç için başvuran 1,5 milyon genç insanın olduğunu gazetelerde okuduğumda tüylerim ürperiyordu. Çocukları ileride ABD vatandaşı olabilsinler diye oraya doğum yapmaya giden anneleri duydukça yüreğim kabarıyordu.

İnsan, uzun bir ayrılıktan sonra geri döndüğünde ülkesinin fotoğrafını daha net çekebiliyor; sorunlar, sıkıntılar karşılaştırılabilirlik ölçüsünde çok daha somut görülebiliyor. Bana yukarıdaki soruları soranlara ben de “Gitmekle, gelmemekle bu sorunlar nasıl çözülecek, bu sıkıntılar nasıl aşılacak?” sorusunu soruyordum. Artık kimse sormuyor.

Türkiye, doğal ki sorunları olan bir ülke, ama dünyada hangi ülke sorunsuz ki? Elbet bir gün çözeceğiz sorunlarımızı; konuşarak, tartışarak, düşündüklerimizi saklamadan, gizlemeden yüksek sesle söyleyerek. Birbirimizi anlamadığımız ya da kendimizi gerektiğince anlatamadığımız konular da olacak. Yılmayacağız, ta ki bir ortak paydada buluşana kadar.
Dedim ya, “benim”i “bizim”e dönüştürmek kolay değil diye, ama bunu da başaracağız. Bu güzelim yurdumuzu daha güzel, daha aydınlık, daha güçlü kılabilmek için.
Ve bir âşık kıskançlığından biraz olsun, bir an olsun vazgeçmeden.

TEK BAYRAK, İKİ ULUS - 17.08.2009


Kürt sorunu, Güneydoğuda feodal üretim ilişkilerinin çözülerek kapitalist üretim ilişkilerine dönüşmeye başlamasıyla birlikte uç veren uluslaşma sürecinin doğurduğu bir sorundur. Kişilerin istencinden bağımsız olarak ortaya çıkmış nesnel bir gelişmedir. Sancılıdır, çünkü bu süreç, var olan güçlü bir ulus devletin egemenliğindeki topraklarda işlemektedir.
Her uluslaşma sürecinde görüldüğü gibi Kürt uluslaşmasının da siyasal/ideolojik motoru kapitalistleşmenin bir ürünü olan milliyetçiliktir. Nitekim kendiliğinden bir halktan kendisi için bir ulusa dönüşen Kürtlerin kanaat önderlerinin egemen devlet olan Türkiye’den istemleri irdelendiğinde bunların özünde milliyetçi/ulusçu istemler olduğu görülmekteydi. “Görülmektedir” demiyorum, çünkü başta Demokratik Toplum Partisi olmak üzere soruna ilişkin görüşlerini kamuoyuyla paylaşan birçok Kürt kuruluşunun ulusçuluğun genelde “nihai hedefi” olan “ayrı devlet” düşüncesini uzunca bir zamandır geride bıraktıklarını gözlemliyoruz. Son 25 yılda yaşananlara bağlı olarak edinilen deneyimler Kürtleri gerçekçi bir noktaya getirmiştir.
Gelinen noktada Türk’üyle, Kürt’üyle hepimiz belki eskisinden de karmaşık yeni bir sürecin getireceği zorlukların üstesinden gelmek durumundayız. Hayat bize “bir üniter devlet, iki ulus” gerçeğini dayatmaktadır. Sorunun tek çözümü iki kardeş ulusun bir bayrak altında eşit haklar ve eşit yükümlülüklerle bir arada yaşamasıdır.

***

Her şeyden önce Kürtlerin faklı bir etnik kökenden gelen ayrı bir ulus olduğu gerçeği kabul edilmelidir. Etnik köken ve ulus aidiyeti kişilerin bireysel isteklerine bağlı öznel bir seçim değildir, nesnel bir bağlılıktır. Sosyoloji bilimi yapaylık kaldırmaz; belli bir halk grubu kendine “Ben bir ulusum,” diyorsa ve o halk grubu kendisini “ulus” yapan öğeleri içeriyorsa, ona “Hayır, sen bir ulus değilsin, olamazsın!” demenin bir anlamı da, yararı da yoktur. Yapaylıklar eninde sonunda gerçeklere yenik düşmeye mahkûmdur.

Her ulusun bireyleri gibi Kürtlerin de kendi dillerini konuşmak, kendi dillerini öğrenmek, kendi dillerinde yazınsal ürünler vermek, kendi kültür örgüleri içinde kendilerini geliştirmek hakları olmalıdır.
Radikal Kürt milliyetçiliğinin çeyrek yüzyıldır ülkeyi kana bulayan terörizmi bu topraklarda hep var olan Türk milliyetçiliğinin daha da yaygınlaşmasına ve kimi kesimlerinin aşırılaşmasına neden olmuştur. Oysa özlenen barış “tek bayrak, iki ulus” gerçeğinin hayata geçmesiyle gelecektir. Bu aynı zamanda çok kültürlü bir toplum yapısının temellerinin atılması anlamına gelir ki burada milliyetçi sürtüşmelerin, çatışmaların yeri olmamalıdır.

***

Kürt sorunu, çözümü mutlaka bir “toplumsal uzlaşma” gerektiren yaşamsal önemdedir. AKP iktidarının tek başına altından kalkamayacağı ağırlıktadır. AKP bu konudaki ilk adımını kendisine yakın bulduğu kişileri bir araya getirdiği “çalıştay” ile attı. Şimdi de İçişleri Bakanı Atalay 18 sivil toplum örgütünün yöneticileriyle “istişarede” bulunuyor. Bakıyoruz, bu 18 örgütün hemen tümü yine kendisine yakın gördüğü sağcı, dinci, Fettullahçı kuruluşlar. Bunun üzerine bir de “üç aşamalı açılım” adını verdiği içeriği belirsiz “muamma” gelince kamuoyunda haklı tepkiler oluşuyor. AKP, “toplumsal uzlaşma” arayacağı yerde kendine yandaş topluyor, “uzlaşma”nın karşıtların bir ortak paydada buluşması demek olduğunu bilmezden geliyor.
Ne var ki Kürt sorunu denen kanayan yaramız AKP’nin aymazlığına da, Amerika Birleşik Devletleri’nin bölgesel planlarına da endekslenemeyecek ölçüde “bizim” sorunumuzdur. Karşılıklı inatlaşmadan, birbirimizin canını acıtmadan, birbirimizi incitmeden yazalım, çizelim, konuşup tartışalım. Doğruyu bulmak, doğruya varmak için… Türk’üyle, Kürt’üyle umut filizlerinin uç verdiği huzurlu, güvenli bir kardeş bahçesinde yaşamak hepimizin hakkıdır çünkü.

KANAYAN YARAMIZ - 16.08.2009


Kürt sorunu, bu toprakların kanayan yarasıdır. Babanzade Abdurrahman Paşa’nın önderliğinde Osmanlı’ya karşı 1806’da Süleymaniye’de 1806 yılında başlayan ve iki yıl süren ilk Kürt isyanından bu yana 203 yıl geçmiştir. İki yüzyıllık zaman diliminde Osmanlı ve Türkiye Cumhuriyeti topraklarında sözü edilmeye değer büyüklükte 40 isyan ve ayaklanmada yüz binlerce Türk ve Kürt can vermiştir. Sorun, Osmanlı’nın ve Türkiye’nin iç koşullarına, gelişme düzeyine, dış ilişkilerine ve/veya emperyalizmin çıkarlarına bağlı olarak farklı amaçlar doğrultusunda araçlaştırılmıştır.

Son çeyrek yüzyıldır Güneydoğu’da yaşanan PKK terörünün (buna ‘düşük yoğunluklu savaş’ da diyebilirsiniz) neden olduğu can kaybı 40 bin, parasal maliyeti de 300 milyar dolardır. Bu kayıpların yanı sıra binlerce köyün boşaltılmasının yol açtığı göç nedeniyle Güneydoğu illerimizde yoksulluk artmış, büyük kentlerde nüfus patlamaları gerçekleşmiş, buna bağlı olarak sonunun nereye varacağı bilinemeyen toplumsal uçurumlar oluşmuştur. Bugün İstanbul’da 1,9 milyon, İzmir’de 700 bin Kürt yurttaşımızın yaşadığı varsayılmaktadır.
25 yıldır süren terör sıralanan tüm bu olumsuzluklara koşut olarak silah kaçakçılığından uyuşturucu kaçakçılığına, ihale yolsuzluklarından toprak spekülasyonlarına kadar bölgede yasadışı ve haksız kazanç zemininde uç veren bir “kirli ekonominin” doğup gelişmesine yol açmıştır.

***
Kürt sorunu aynı zamanda Türkiye’nin demokratikleşmesi, dolayısıyla çağdaşlaşmasının önündeki en büyük engeldir. Ülkemizin ve toplumumuzun kanayan yarasına merhem olacak, yarayı kapatacak tüm çabalara destek olmanın bir yurtseverlik sorumluluğu olduğunu düşünüyorum.
Doğal ki Kürt sorunun çözümüne ilişkin olarak ödün verilemeyecek “kırmızı çizgiler” vardır. Bana göre bunlar Türkiye Cumhuriyeti’nin “üniter devlet yapısı”, “toprak bütünlüğü”, “resmi dilinin Türkçe olması” ve “laik, demokratik, sosyal hukuk devleti” niteliğidir. Bunların dışında konuya ilişkin her türlü eleştiri, öneri, düşünce, görüş, katkı “kimden geldiğine bakılmaksızın” ciddiye alınarak değerlendirilmeli ve tartışılmalıdır.
Kimi okurlarım bana yazarak, son günlerde basında yer alan “162 kişilik imza listesinde adımın yer almasını yadırgadıklarını” bildirdiler. Anımsatmak için söz konusu imza metnini buraya alıyorum.
“Bizler, on yıllardan beri devam eden, binlerce insanımızın yaşamına, onarılmaz acılara, maddi ve manevi kayıplara mâlolan, toplumsal dokumuzu bozan, ülkeyi etnik çatışmaların eşiğine getiren Kürt sorununun adil, demokratik, barışçı çözümü için atılan adımları sonuna kadar destekliyoruz. Kanın durması, barış, dostluk ve karşılıklı güvenin yeniden kurulması ve onarılması için Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne hayati ve ertelenmez bir sorumluluk düştüğüne inanıyoruz.
Bu inançla, soruna cesaretle eğilen ve çözüm arayan her girişimi, barış ve çözüm yolunda adım atan bütün kişi ve kurumları destekliyor; barış çabalarını kendi dar çıkarları ve savaşçı emelleri uğruna engellemeye çalışanları tarih ve toplum önünde kınadığımızı bildiriyoruz.”

***
Akan “kanın durması, barış, dostluk ve karşılıklı güvenin yeniden kurulması ve onarılması” sorumluluğunun TBMM’ne bırakıldığı metnin, bu satırların yazarı, bağımsız sosyalist biri gibi ülkede barış isteyen hiç kimseyi rahatsız edecek bir yanının olmadığı kanısındayım. Zaten metnin altındaki adımı yadırgadıklarını bildiren okurlarım da metnin kendisinden çok, metni, daha önce çeşitli nedenlerden ötürü eleştirdiğim kimi kişilerle birlikte imzalamış olmamı şaşırtıcı bulduklarını yazıyorlar. Yeri gelmişken o 162 kişinin içinde kendilerine karşı eleştirel duruşumu koruduklarım olduğu gibi düşüncelerine ve kişiliklerine saygı gösterdiğim çok sayıda imza sahibinin bulunduğunu söylemeliyim.
Kürt sorunu gibi yıllar içinde kangrenleşmiş bir sorunu çözmek bir siyasal partinin, bir örgütün, bir kurumun ya da bir girişimin tek başına altından kalkacağı bir görev değildir. Sorunun çözümü mutlaka ulusal bir uzlaşmayı gerektirmektedir. Bu konuda tekilcilik, bireycilik, grupçuluk, particilik gibi bir lüksümüz yoktur, olmamalıdır, diye düşünüyorum.

VALİLER (2) - 12.08.2009


Bu konuya Ordu Valisinin aldığı “pisuar söktürme” kararına ilişkin başlayan tartışmalar üzerinden gelmiştik. Geçen yazımızda kaldığımız yerden sürdürelim: Çoğunluk iktidarları dönemlerinde “devletin valisi” kavramı, “hükümetin valisi” ya da “iktidarın valisi” kavramıyla özdeşleşmiştir.
Evrensel demokrasinin eriştiği noktada Türkiye’de görülen biçimiyle valilik çağdışı kalmış bir kurumdur; “atanmış”ın “seçilmiş”in önüne geçmesini öngören bir uygulamanın demokrasiyle bağdaşır bir yanı yoktur.

Bu görüşler, “valilik kurumu kalksın” biçiminde anlaşılmamalıdır; özellikle Türkiye gibi üniter yapıdaki devletlerde merkezin illerdeki görevlerinin eşgüdümünü yürütecek işlevsel bir birime gereksinim vardır.
***

Bu birimler örneğin, Fransa’da “préfecture”, İtalya’da “prefettura” olarak anılmaktadır, fakat hiçbir ülkede il protokolündeki yerleri belediye başkanının önünde değildir.
Yunanistan’da da “valilik” vardır, fakat atanarak değil, seçilerek bu makama gelen vali bizdeki gibi geniş yetkilerle donatılmış değildir; sembolik bir anlam taşımaktadır. Belki anımsayanlar çıkacaktır, 2006 yerel seçimlerinde Başbakan Kostas Karamanlis Atina Bölge Valiliği için 25 aralık 1995 günü Kardak kayalığına Yunan bayrağı dikerek iki ülkeyi savaşın eşiğine getiren Antena Televizyonu habercisi Argiris Dinopulos’u aday göstermişti. Durum Yunanistan’da alay konusu olmuş, Ta Nea gazetesi yazarlarından Yorgos Papahristu, “Kardak’ın Bölge Valisi” başlıklı yazısında, “Dinopulos seçilirse Atina’yı bayraklarla donatacak” diyerek okurlarını alaylı bir dille uyarmıştı.

***

Vali, Osmanlı’dan bu yana bizde devletin bölgeye uzanan eli olarak anlaşılmıştır. Temel görevi, atandığı bölgede devleti temsil etmek, toplumu devlet adına zapt-ı rapt altında tutmak, yanı sıra da devlet işlerini yürütmektir. Bu haliyle bir “otoriter devlet” kurumudur. Saltanatın yıkılmasından sonra Cumhuriyet’in tek parti yönetimi tarafından özü korunarak devralınmış, parlamenter demokratik dönemde çoğunluk iktidarları tarafından tepe tepe kullanılmıştır.
Cumhuriyet Halk Partisi tek parti yönetiminin ünlü Ankara Valisi Nevzat Tandoğan’ın “Komünizm gelecekse onu da biz getiririz!” sözü vali-devlet özdeşleşmesinin somut örneklerinden biridir.
1949-1957 yılları arasında İstanbul valisi olan Ord. Prof. Dr. Fahrettin Kerim Gökay’ın, “Halk plajlara akın etti, vatandaş denize giremiyor!” sözleri de bir çoğunluk iktidarı valisinin halka yukarıdan bakışının…
AKP iktidarı döneminde ise valiler kış aylarında Başbakan’ın çağrısına uyup -tersi ne mümkün?- kamyonların muavin koltuğuna geçerek, sokak sokak, kapı kapı kömür dağıtıyorlar.

***

İlk demokratik yerel yönetim seçimlerinden başlayarak valilik kurumu giderek toplumun gözünde ciddiyetini yitiriyor, işlevsizliği ortaya çıkıyor. Kimi illerin valileri söz ve davranışlarıyla temsil ettikleri kurumu gülünç duruma düşürürlerken, kimileri de halk tarafından seçilmiş karşıt partilerden belediye başkanlarının önünde engel oluşturuyorlar. Büyük kentlerde siyasal iktidarla özdeşleşmiş valilerin “en saygın kişi” olma tutkuları uygulamalarına da yansıyor. Kimileri, görmedikleri saygıyı halka zorla göstertmek için en olmadık yöntemlere başvurmaktan çekinmiyorlar.
İşçilerin, öğrencilerin, öğretmenlerin, memurların her sokağa çıkışlarında kafalarına inen çevik kuvvet coplarının, bellerine inen tekmelerin bir nedeni olmalı, öyle değil mi?

Demokrasi, bugünkü biçimiyle valilik kurumunun sorgulanmasını zorunlu kılmaktadır. Cağ dışı kalmış kurumlar çağdaş bir devlete yakışmamaktadır.
Tartışılmalıdır.

VALİLER - 10.08.2009


Ordu Valisi Ali Kaban’ın “müftülük fetvası” ile görev bölgesindeki cami tuvaletlerindeki pisuarları kaldırtarak mümin erkeklerin çişlerini nasıl ve nereye yapacaklarına ilişkin aldığı karar kamuoyunda tartışmalara yol açtı. Daha önce de kimi illerin valilerin sergiledikleri alışılmadık davranış ve görüntüler üzerinde çok konuşulmuştu.
Arkadaşımız İlhan Taşçı gazetemizde dün yayımlanan “AKP’nin Valileri Hız Kesmiyor” başlıklı haber/yorumunda valileri uygulamalarına göre sınıflandırmış ki doğrudur. Valilerimizi bundan böyle seçmeli uzmanlık alanları açısından “yasakçı”, “itikatçı”, “platformcu”, “uğurlayıcı”, “dağıtımcı” gibi kavramlarla tanımlayacak olursak yanlış bir şey yapmış olmayız. Bu aynı zamanda bir kolaylıktır da, çünkü karşımızdaki “dağıtımcı vali” dediğimizde “seçmeli uzmanlık alanı” beyaz eşya, yatak takımı dağıtımı olan Tunceli Valisinden, “uğurlayıcı” dediğimizde de “seçmeli görev alanı” Başbakan’ın yakınlarını uğurlamak olan Burdur Valisinden söz ettiğimizi kolayca anlayabilir.

***

Vali, görev yaptığı ildeki “en yüksek mülki amir”dir. Bu göreve Bakanlar Kurulu kararıyla, dolayısıyla iktidar partisi tarafından atanır. Böyle olunca valiliklere iktidara yakın kişilerden atanmalarında siyasal açıdan da, yasal açıdan da bir terslik yoktur. Siyasal iktidarların, özellikle yüksek bürokratları rahat çalışabileceği kişilerden seçmeleri doğaldır.

Ne var ki AKP iktidarı döneminde kimi valiler iktidara bağlılıklarını fazlaca abartmışlardır, yoksa ortada yadırganacak bir durum yoktur.
Unutmayalım ki tek parti döneminde, “parti-devlet bütünleşmesi” anlayışı çerçevesinde Cumhuriyet Halk Partisi il başkanları aynı zamanda valilik görevini de üstleniyorlardı. Demokrat Parti döneminde ise yine hükümetçe atanan vali aynı zamanda da belediye başkanıydı. Türk valilik tarihinin en uzun etiketli valisini, İstanbul Valisi ve Belediye Başkanı Ord. Prof. Dr. Fahrettin Kerim Gökay’ı yaşıtlarım mutlak anımsayacaklardır.

1961 Anayasasına göre 27 Temmuz 1963 tarihinde çıkartılan yasa ile belediye başkanlarının seçiminde tek dereceli çoğunluk usulü getirildi. 17 Kasım 1963’te yerel seçimler yapıldı ve İstanbul’un demokratik seçimle belirlenen ilk belediye başkanı Haşim İşcan oldu.

***

Protokolde vali ilk sırada, belediye başkanı ikinci sıradadır. İl yönetimlerinde atanmışların seçilmişlerin önünde/üzerinde bulunmaları başka hiçbir demokratik ülkede benzerine rastlanmayan, kökü otoriter tek parti dönemine uzanan bir “garabet”tir. 12 Eylül bu “garabeti” perçinlemiştir. 1961 Anayasasından farklı olarak, merkezi idarenin yerel yönetimler üzerinde vesayet yetkisi bulunduğu 1982 Anayasasının 127. maddesinin 5. fıkrasında açıkça belirtilmiştir.
Valiler, sözü edilen “vesayetin” temsilcisidirler, temsil yetkilerini nasıl kullandıkları ise kendilerini bulundukları göreve atayan iktidara siyasal/ideolojik açıdan ne uzaklıkta durduklarına bağlıdır. Fakat görülen somut durum odur ki uygulamadaki çift başlılık pek “hayra alamet” değildir, gidiş bunu göstermektedir.
***

Türkiye’nin siyasal şanssızlıklarından biri de çoğunluk iktidarlarıdır. Cumhuriyet Halk Partisi’nin tek parti yönetiminde görülen “devlet-parti bütünleşmesi”nin özde aynı, biçimde farklı uygulamalarına 10 yıllık Demokrat Parti döneminde tanık olunmuştur; yedi yıldır da Adalet ve Kalkınma Partisi aynı çaba içerisindedir. Dolayısıyla “devletin valisi” kavramı bu iktidarlar döneminde “hükümetin valisi” ya da “iktidarın valisi” kavramıyla özdeştir, özdeşleşmiştir.



KOZAK YAYLASI VE BİR AYDINLANMA BULUŞMASI - 09.08.2009


Kozak Yaylası, cennet yurdumuza niçin “cennet” denildiğine örnek bir köşe; Ayvalık’la Bergama arasındaki 67 km.lik dönemeci bol asfalt yolun her iki yanına derinliğine yayılmış çam ormanlarının kapladığı yeşil mi yeşil, havası temiz mi temiz, yaşanası bir bölge. Yayla, fıstık çamları, balı, hoşgörülü, güler yüzlü insanları ve Demircidere’den Ayvatlar’a, Nebiler’den Aşağıbey’e kimi şelalesiyle, kimi mağarasıyla, kimi Roma Hamamıyla, kimi Türkmen gelenekleriyle her biri ayrı bir çekim merkezi olan 16 köyüyle ün yapmış.

***

Kozak Yaylası’na bu ilk gidişim, gidiş nedenim de turistik değil, bir buluşmaya çağrılıyım. Burada, bir kır lokantası olan Doğa Restoran’da dokuz yıldır düzenlenen bir buluşma bu, bir “aydınlanma buluşması”. Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği Balıkesir Şube Başkanı İsmail Erten’in girişimiyle birkaç ailenin bir araya gelmesiyle ilki gerçekleşen buluşma yıllar içinde geniş katılımlı, geleneksel bir toplantıya dönüşmüş.
Düzenleyiciler her buluşmaya birkaç da konuşmacı çağırıyorlar; geçen yılki buluşmanın konuşmacıları Türkel Minibaş, Mehmet Başaran, Ahmet Yorulmaz ve Ümit Zileli imiş. Bu yılki buluşma bizi öksüz bırakıp giden sevgili Türkel’le, bir süre önce aramızdan ayrılan köy enstitülü eğitimci ve hukukçu Mehmet Ali Şengül öğretmenimizin anılarına düzenlenmiş.
Önce koca bir çınar olan öğretmenim Talip Apaydın konuştu, güncel bir Türkiye görüntüsü çizdi. Dikkatle, ilgiyle izledim. Onu izlerken köy enstitülerinin ülkemize, toplumumuza ne değerler kazandırdığını, aydınlanma devrimimizi nasıl zenginleştirdiğini, kapatılmalarının ise yurdumuzu ve insanlarımızı nasıl yoksullaştırdığını düşündüm. O aydınlanma lanetlileri, o Refik Şemsettin Sirer’ler, o Tevfik İleri’ler geçtiler gözlerimin önünden, sırtlarındaki kapkara hortlak cüppeleriyle. Ve onların güncel artçıları…

***

“Emperyalizm önce anlaşmalarla, sonra topla tüfekle gelir,” derdi Türkel, “uyanık olun, susmayın, her yerde konuşun!” Onu anlattım, maviş gözlü, hep duru, hep yalın, hep doğru, cerbezesiyle, yorulmazlığıyla, örgütçülüğüyle, çalışkanlığıyla kadın gibi kadın olan can arkadaşımı… İnsan Türkel Minibaş gibi olunca nereye gittiyse, nereye adımını attıysa orada iz bırakıyor; ister Edirne’de, ister Şanlıurfa’da, isterse Kozak Yaylası’nda olsun.
Konuşurken bir an gözlerim annesi Nurten Hanım’a, kardeşi Ali ve onun eşi Yüksel Minibaş’a takıldı, “unutulamaz” bir insanın annesi, kardeşi olmanın hüzünlü övüncünü yansıtıyordu gözleri.

Bir Talip Apaydın’ın, bir Mehmet Başaran’ın, bir Bahattin Fırtına’nın önünde konuşurken insan kendini sınava girmiş bir öğrenci gibi duyumsuyor. En iyisi sözü uzatmamak, yerinde kesmek; ben de öyle yaptım.
Sonra sevgili Mehmet Başaran öğretmenimle değerli dostum Ahmet Yorulmaz konuştular.
Hepimiz aşağı yukarı aynı şeyleri söyledik aslında, ortak duygularımızı, geleceğe ilişkin ortak özlemlerimizi, yaşananlara ilişkin ortak öfkelerimizi dile getirdik. Bir dostlar buluşmasıydı sonuçta. Aydınlık yürekli, aydınlık beyinli, aydınlık yüzlü yurtseverlerin bir aradalığıydı.
Orada olmak, o insanların arasında soluk almak iyi geldi bana. Gelecek yıl da gideceğim.

***

Ama daha önce de gitmem gerekiyor Kozak Yaylası’na. Madenciler oraya da el atmışlar; yaylanın 5 milyon çamına göz dikmişler, çamları devirip devirip toprağı oyuyorlar, yeşili kelleştiriyorlar. Yağma, talan orada da başlamış, Göz göre göre çalıyorlar yurdumuzun geleceğini. Kapitalizmin en aşağılık türüne, bu talancılığa “Dur!” demek gerekiyor.











KAÇMAK İSTEYİP DE KAÇAMAMAK - 05.08.2009


Dünden beri Çeşme-Paşalimanı’nda Akmen’lerin evindeyim. Üstün de Şaylan da çok eski arkadaşlarım, hele Üstün’le dostluğum çocukluk yıllarımıza uzanıyor. Böyle dost evleri zaman zaman sığınılacak limanlar. Aklım sıra İstanbul’un hay huylu hayatından, siyasetten, ağır konulardan bir süreliğine uzaklaşıp sığındığım bu limanda birkaç dingin gün geçirecektim.
Karşımda yaşlı bir çam ağacıyla yanında çiçekleri pembe, oldukça iri bir zakkum var. Aralarından deniz ve denize uzanmış bir dil görünüyor, ardında da bir tepe. Usta bir doğa ressamının elinden çıkmış bir tabloyu andıran bu görüntüye bakarak insan kim bilir ne güzel aşk öyküleri yazabilir. Benimse aklıma bile gelmiyor, nasıl gelsin ki? Biraz önce gazeteler geldi, göz attım, hep iç karartıcı, mide bulandırıcı konular.
***

AKP, TBMM başkan adayını belirlemiş: Mehmet Ali Şahin. Hayırlı olsun, bundan böyle TBMM Başkanı’nın da eşi türbanlı olacak, böylece devlet zirvesinin fotoğrafındaki görsel uyum nihayet sağlanmış olacak.
Bir kez daha görülüyor ki AKP iktidarının ülkenin önemli konularında karşıtlarıyla bir araya gelerek, onlarla görüşerek ulusal mutabakata dayanak oluşturacak uzlaşma zeminleri yaratmak gibi bir kaygısı yok. AKP, başından beri izlediği “dediğim dedik, çaldığım düdük” tavrını terk etmiyor, terk etmeyecek. Bu tavrının muhalefeti kışkırttığının farkında, kışkırttığı muhalefetin hırçınlaşmasının kendisine oy kazandıracağını düşünüyor.
***

AKP, liderinin davranışlarından etkileniyor, partinin dünyaya en açık üyeleri bile giderek Başbakan’ın uzlaşmaz, hoşgörüsüz, nobran tavırlarını benimsiyorlar. Türkiye’de hemen her konuda duyumsanan gerilimli hava nedensiz değil.
Üç genç, Başbakan’ın arabası geçerken “metalci” işareti yapıyorlar elleriyle; derhal polis geliyor, çocuklar gözaltına alınıyorlar, dertlerini anlatıp da serbest kalana kadar akla karayı seçiyorlar.
Altı genç, bir dönercide döner yiyen Başbakan’a, “Biz açız, üniversite harçlarımızı ödeyemiyoruz, sizse burada döner yiyorsunuz” diyorlar. Son cümle bence de abes, fakat “normal” her kulağa masum gelen bu sözleri nedeniyle gençler çevik kuvvet tarafından derdest edilip götürülüyorlar.
Başbakan’a “ampul” diyen bir genç, yedi ayı aşkın hapis cezasına çarptırılıyor.
Lider böylesine hoşgörüsüz olunca, altındakiler de her ağızlarını açtıklarında karşıtlarına en olmadık sözlerle saldırıyorlar. Son ayların gazetelerini taradığınızda hoşgörüsüzlüğün, uzlaşmazlığın, gemlenemeyen öfkelerin yüzlerce örneğine rastlıyorsunuz.
***

Başbakan konuşan değil, bağıran gençler istiyor; AKP kongrelerinde o konuşurken koro halinde “Türkiye seninle gurur duyuyor!” diye bağıran gençler gibi.
Başbakan “özgür” kadınlar görmek istiyor çevresinde. Özgürlüğü başlarına türban takmak olarak anlayan kadınlar…
Başbakan “demokratik medya” istiyor, hep ondan yana yazacak, hep ondan yana konuşacak, hep onu övecek “tek boyutlu” bir medya.
Başbakan “üretken” sanayiciler istiyor, yalnızca mal üreten değil, yeşile dönüşen, yeşillenen, onun bir dediğini iki etmeyen, onun sözünden çıkmayan, onu destekleyen, ona biat etmiş sanayiciler.

Özetle Başbakan, kendisinin “maestro” olduğu, toplumun her cinsten, her dilden, her yaştan, her meslekten insanlarıyla tek sesli bir koro oluşturduğu, onun da elinde sopasıyla bu koroyu yönettiği bir Türkiye’yi özlüyor.
***

Kısacası insan gün geliyor, gerçeklerden uzaklaşmak, kaçmak, başka şeyler yapmak istiyor. Ama ne yazık ki kaçamıyor. “Türk olmanın dayanılmaz ağırlığı” dedikleri şey de bu olsa gerek.

“AÇILIM ÇALIŞTAYI” - 03.08.2009


Eğer 2 temmuz tarihli Hürriyet-İnternet haberi “Flaş isimlerle Kürt açılımı çalıştayı” başlığı ile vermemiş olsaydı bugünkü yazımın konusu bu olmayacaktı. Başlığı görünce haberi okumadan edemedim, satırlar arasında merakımı giderecek adları aradım. Bulamadım. Hep bildiğimiz adlardı. Zaman, Yeni Şafak ve Radikal yazarlarından oluşan “demokratik medya triumvirası” bu kez başka gazetelerden köşe yazarlarıyla takviye edilmiş, böylece daha da demokratik bir karışım ortaya çıkmıştı.

Zaman’dan Mümtazer Türköne, İhsan Dağı; Yeni Şafak’tan Fehmi Koru, Ali Bayramoğlu; Radikal’den Oral Çalışlar, Cengiz Çandar; Sabah’tan İbrahim Kalın, Okan Müderrisoğlu; Star’dan Mustafa Karaalioğlu, Nasuhi Güngör; Milliyet’ten Hasan Cemal; Taraf’tan Mithat Sancar; Akşam’dan Deniz Ülke Arıboğan ile oradaki varlık nedenleri bir soru işareti olan Vatan’dan Ruşen Çakır ve Haber Türk’ten Muharrem Sarıkaya.
Sonradan hepsi demokratlara dönüşen eski Marksist-Leninistler, eski ülkücüler, eski darbeciler, eski İslamcılar, yeni Fettuhlahçılar, yeni liberaller, din mütefekkirleri ve bir iki şaşkın özenle bir araya getirilerek, insana, “Olursa ancak bu kadar olur!” dedirten bir kompozisyon yaratılmış, adına da “Açılım Çalıştayı” denmiştir.
Polis Akademisi’ne bağlı Uluslararası Terörizm ve Sınırıaşan Suçlar Araştırma Merkezi’nin (UTSAM) Uluslararası Stratejik Araştırmalar Kurumu (USAK) ile birlikte düzenlediği bu “önemli ve yol gösterici” çalıştayda katılımcılar yaptıkları konuşmalarla Kürt sorununa ilişkin “son derece özgün” düşüncelerini başarılı bir biçimde açıklamışlardır.

***

Değerli okurlar, inanın, bu satırları yazarken heyecanlanıyorum, içimden bu demokrasi kompozisyonunu yaratan düzenleyicileri alkışlamak geliyor, fakat aynı anda hem klavyenin tuşlarına basmak, hem de el çırpmak olanaksız olduğundan yapamıyorum. Ama kararlıyım, içimde ukde kalmasını istemediğimden yazımı noktaladıktan sonra salt alkışlamakla yetinmeyecek, bir yandan da “Yaşasın demokrasi!” diye bağıracağım.
Doğal ki şimdi bana, “Sen hangi demokrasiden söz ediyorsun?” diye soranlar olabilir. Yanıtlayayım: AKP demokrasisinden!
Bu, artık alışmamızın zamanının geldiği yeni tür bir demokrasidir. Çoğulculuğu yadsıyan bir anlayışın ürünü olduğundan yandaşı olanlara büyük rahatlık sağlayan bir yönetim biçimidir. Yeryüzünde “sen, ben, bizim oğlan” biraradalığı kadar insanı rahat ettiren başka bir durum yoktur. Kavgasız, gürültüsüz, patırtısız bir ortam, oh be! İşte söz konusu çalıştayın katılımcıları da sürdürdükleri badireli hayatlardan sonra doğru yolu bulmuşlar, AKP iktidarına yanaşıp rahata, huzura ermişlerdir. Yaptıkları, televizyonlara çıkıp ya da yazı döktürüp arada bir iktidara selam çakmak, “Vallahi, bunca yıldır siyasetin içindeyim, bunlar kadar demokratını görmedim!” diyerek parsa beklemektir. Söylediklerine, yazdıklarına kimi zaman kendileri de inanmazlar, ama yalnızca bir kez gelinen bu dibi delik kavanoz dünyada yalandan kim ölmüştür ki?

***

Bu yazının amacı hükümetin Kürt sorununu çözme yolunda atacağını söylediği adımları bilmeden, anlamadan, önyargıyla eleştirmek değildir. Bu köşede çok kez vurgulandığı gibi bu sorun kanayan bir yaradır ve mutlaka kapanması/kapatılması gerekir.
Toplumun barışa, huzura, istikrara ihtiyacı vardır. Bunun gerçekleşmesi için de toplumun geniş kesimleri arasında ve sorunun özüne bağlı olarak bir uzlaşmanın sağlanması gerekmektedir. Bu noktada çoğulcu demokrasinin işlemesi/işletilmesi büyük önem taşımaktadır.
Eleştirimiz çoğulculuğun bir yana bırakılmasına, bu konudaki ilk buluşmanın bir “ahbap çavuşlar” gösterisine dönüştürülmesinedir.

GÜLE GÜLE KOCA ADANALI - 02.08.2009


“Küp gibi” derler ya, o gün işte öyle içmiştik kadim dostumuz Cornelius Bischof’un Hamburg dışındaki yeşilliklerle sarmalanmış evinde. Yaşar Kemal kitaplarını Türkçeye kazandırmakla ünlü “son Osmanlı” Cornelius’un evi, özellikle de her zaman hazırdır böyle “özel” günlere. O gün de özel bir gündü, Demirtaş’ı Hamburg Havalimanına götürecek, oradan İstanbul’a uğurlayacaktık. Bunun neresi özel, diye bir soru takılmış olabilir aklınıza, 12 Eylül günleriydi, birçok kişi canını, özgürlüğünü kurtarmak için Türkiye’den yurtdışına çıkış yolları ararken, o ille de “Türkiye’ye döneceğim,” diye tutturmuştu. Tanıyanlar bilirler, “inadım inat” diyen insanlardandı Demirtaş Ceyhun.
Cornelius da ben de endişeliydik, İstanbul’a ayak basar basmaz derdest edilebilir, başına olmadık işler gelebilirdi. Cornelius’un hazırladığı eksiksiz meyhane masasının çevresinde geçirdiğimiz saatler boyunca hep havadan sudan söz ettik, söz bittiğinde de rakıya yüklendik. Hayatımda ilk ve son kez öylesine “zom” bir durumda arabamın direksiyonuna geçtim, havalimanına kadar nasıl olup da sağ salim gelebildiğimiz bugüne kadar bir muamma olarak kaldı.

Demirtaş, sevgili eşi Günöz’e, çocuklarına, Asya’sına, Ozan’ına kavuştu. Korktuğumuz başımıza gelmedi.

***

Yürekli bir adamdı Demirtaş; genç yaşlarında yüreğinde filizlenmeye başlayan sosyalist düşünceye hep bağlı kaldı, inançlarından hiç ödün vermedi, emekten yana adil bir dünyaya, aydınlık bir Türkiye’ye olan umutlarını koruyarak aramızdan ayrıldı.
1934 Adana doğumluydu. İstanbul Güzel Sanatlar Akademisi’nin mimarlık bölümünü bitirmişti, fakat toplum onu gazeteci ve yazar olarak tanıdı. Akşam, Politika, Vatan, Milliyet ve Cumhuriyet gazetelerinde yazdı, edebiyat ve siyasi yazıları birçok dergide yayımlandı. Burhan Felek Basın Hizmet Ödülü (2006) sahibiydi.
Uzun yıllar Türkiye Yazarlar Sendikasının genel sekreterliğini ve ikinci başkanlığını yaptı.
Ana uğraş alanı edebiyattı. 41 öykü, roman ve inceleme kitabına imza attı. İlk romanı “Asya” ile 1970 TRT Roman Başarı Ödülü’nü, “Çamasan” adlı öykü kitabıyla 1972 Sait Faik Hikaye Ödülü’nü, “Apartman” adlı kitabıyla da 1975 Türk Dil Kurumu Öykü Ödülü’nü kazandı.
1990’larla birlikte yazma uğraşını inceleme ve araştırma kitaplarında yoğunlaştırdı. “Ah Şu Biz Göçebeler”, “Ah Şu Biz Karabıyıklı Türkler”, “Ah Şu Osmanlılar”, “Modernizm, Postmodernizm ve Türban”, “Entelektüel’den Entel’e” gibi yapıtları bu döneme aittir.
Bir konuyu tartışırken, konuyu içselleştirmesinin yoğunluğu ölçüsünde hırçınlaşırdı, oysa mizah yönü ağır basan, müthiş güzel fıkra anlatan, dolu dolu gülmesini bilen, “keyif ehli” bir insandı. Cumhuriyet Meyhanesindeki, Pera Balıkçısındaki masaları boş kalacak.

***

Arkadaşlığımızın yanı sıra Demirtaş Ceyhun’la aramızda “halef-selef” ilişkisi vardı. TÜYAP Yönetim Kurulu Başkanı Bülent Ünal ile birlikte İstanbul Kitap Fuarı’nın temellerini atan birkaç kişiden biriydi. 1982 yılından başlayarak 10 yıl boyunca sürdürdüğü görevini kendini emekliye ayırması üzerine 1992 yılında ben üstlendim. Onun döşediği taşlar üzerinde yükselen fuar bu yıl 28 yaşını kutlayacak; Demirtaş Ceyhun’un salt edebiyatçılığını değil, ülkemiz yayıcılığına olan hizmetlerini de özel etkinliklerle anacağız.
Son yıllarda en büyük mutluluk kaynağı dedeliğiydi; “Torun, insanın hayatını zenginleştiriyor,” diyordu.

Sevgili Günöz’e, Ozan’a, Asya’ya, tüm yakınlarına, sevenlerine baş sağlığı diliyorum.
Güle güle koca Adanalı.




BU BİR ŞAKA MI? - 29.07.2009


Son günlerde internette bir resim dolaşıyor, belirtildiğine göre bu İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin “İstanbul 2010 – Avrupa Kültür Başkenti” tanıtımı için hazırlattığı bir afiş. Bu afişle yurtdışı tanıtımı hedeflendiğinden başlığı İngilizce: “Meet The Roots Of Fun In Istanbul 2010”. “2010’da İstanbul’da eğlencenin kökleriyle tanış” ya da “buluş” olarak çevrilebilir.
Afişte çeşitli minyatürler yer alıyor, başlıkla ilintilendirdiğinizde, -biraz zorlanarak da olsa,- bunların “eğlenceli” figürler olduğu sonucuna varabiliyorsunuz. Yoksa figürlerin kendi aralarında neşe/eğlence yansıtan uyumsal bir bütünlükleri yok.

***

Sol üst köşede elinde mızrağıyla ata binmiş zırhlı bir şövalye var. Atın örtüsüne bir, şövalyenin kalkanının üzerine de üç adet kulplu bira bardağı resmedilmiş. Bardaklar ağızlarına kadar dolu ve biranın köpükleri dışarı taşmış. İster istemez, “Acaba bu afişin sponsoru bir bira firması mı?” diye soruyorsunuz. Neyse… Şövalyenin mızrağı oldukça uzun, altında da ki pehlivan güreş tutmuşlar, ne var ki yüzü görünen pehlivan bir Türk’ten çok sumo güreşçisi bir Japon’u andırıyor, fakat değil, çünkü ayağında kispet var, ki bu bize özgü bir şey. Her ne hal ise kafanız yine de karışıyor. Ayakları ayaktaki pehlivanın kucağında, elleri de yerde olan öbür güreşçinin bir eli öne doğru uzanmış. Bir rastlantı olmalı, çünkü elini uzattığı yönde bir yer örtüsü var, üzerinde de meyveler, çerezler ve şerbetler. Oldukça güçsüz görünen bu pehlivanın sanki bir an önce pes etmek ve yer örtüsünün başına geçmek isteyen bir hali var. Fakat bu da pek olanaklı değil, çünkü örtü, yere uzanmış, sağ dirseğini bir baş minderine dayamış, dizlerini ise başka bir minderle korumaya almış bir oğlanın önüne serilmiş. Oğlanın altında bacaklarını tüm çıplaklığıyla gösteren file bir etek var. Gözü önündeki yiyeceklerde değil, gözlerini güçsüz pehlivanı yeneceği kesin olan o iri yarı, kolları kaslı, göğüs kafesi geniş adamda. Kim bilir aklından neler geçiriyor?
Güreşçilerle hülyalara dalmış oğlan arasında tef çalan köylü giysili bir kadınla dizleri üzerinde yere oturmuş, tamburu andırır bir saz çalan bir adam var, onların arasında da bir tepsi üzerinde iki billuriye.

Ne ilginç bir kompozisyon değil mi? Sürdürelim…

***

Afişin sağ üst köşesinde dizlerinin üzerinde karşılıklı diz çökmüş Moğol yüzlü iki adam var, biri öbürüne tepsi içinde bir şeyler sunuyor. Burası afişin en anlamsız, insana hiçbir şey anlatmayan köşesi. Fakat alta inince durum değişiyor, buraya beli kılıçlı, kafasındaki serpuşu yedi tuğlu bir civan oturtulmuş, kendisi de oturuyor zaten. Önünde ona hayranlıkla bakan bir odalık var, kendisine tepsi içinde sponsor firmaya ait olması gerektiğini düşündüğüm bol köpüklü bira sunuyor. Adam tek başına, kendisine sunulan bira sayısı ise üç, burada kafanız karışıyor, neden bir kişiye üç bira, diye.
Afişte sağdan sola doğru ilerledikçe önce harem dairesinden üç güzel kıza, sonra da biri ut çalarken öbürlerinin ne çaldığını göremediğiniz dört sazendeye rastlıyorsunuz. Sazendelerin o kızlarla ilgileri var mı, onlara mı çalıyorlar, bunu bilemiyorsunuz.
Doğal ki her şeyi bilmek zorunda değiliz; İBB’nin yapmak istediği de herhalde insanları düşünmeye, bu nedir, niye buradadır, bunun bununla ne ilgisi var gibi sorularla onları kafa yormaya yöneltmektir. Afişi kim tasarladıysa doğrusu önemli bir iş çıkartmıştır.

Kesinlikle inanıyorum ki yabancıların kafasında hep var olan, “Acaba İstanbul’da nasıl eğlenilir?” ve “Orada eğlencenin kökleri nereye uzanır?” soruları bu afişle birlikte tüm ayrıntılarıyla yanıtlanacaktır.

Ama insan yine de bu afişin gerçek olmadığını, gerçek olsa bile “yalnızca bir şaka” olduğunu düşünmek istiyor.

YÖK KARARI ÜZERİNE ÖRNEKLEMELER - 27.07.2009

Federal Almanya eski Şansölyesi (Başbakanı) Gerhard Schröder’i hepimiz tanıyoruz. Yoksul bir ailenin çocuğu olan 1944 doğumlu Schröder, bir panayır işçisi olan babası savaşta, Romanya cephesinde ölünce altı aylıkken yetim kalmış, evlere temizliğe giderek hayatını sürdüren annesi tarafından büyütülmüştür.

1951 – 1958 yılları arasında gittiği ilkokulu (Volksschule) bitirdikten sonra üç yıllık ticaret meslek okuluna (Berufsschule) girmiş, bu okuldaki öğrenimini 1961 yılında tamamlamıştır. 1962 yılında ortaokul (Realschule) diploması almak üzere devam ettiği akşam okulundan 1964 yılında mezun olmuştur. Hemen sonra lise (Gymnasium) diploması almak üzere yeni bir okula başlamış, iki yıllık bu okulu 1966 yılında tamamlayarak üniversiteye girmeye hak kazanmıştır.
1966 yılında Göttingen Üniversitesi Hukuk Fakültesine kaydolmuş, öğrenimini 1971 yılında “birinci devlet sınavını” (erste Staatsexamen) vererek tamamlamış, staj döneminden sonra “ikinci devlet sınavını” da (zweite Staatsexamen) vererek 1976 yılında avukatlığa başlamıştır. Görüldüğü gibi Gerhard Schröder’in üniversiteye başlama yaşı 22, avukatlığa başlama yaşı ise 32’dir.

***

Eğitiminin sağlığı ve sağlamlığı konusunda kimsenin kuşku duymadığı Almanya’da bugün ilkokul eyaletlere göre 9-10 yıl, ortaokul 10-11 yıl, meslek okulları ilkokul ya da ortaokuldan sonra 2-3 yıldır. Bu okulların hiçbiri mezunlarına üniversiteye gitme hakkı vermemekle birlikte üniversite yolu başarılı ve kararlı öğrencilere açıktır.

Örneğin, Hamburg Eyaletinde bir öğrenci önce 11 yıllık ortaokulu, sonra da 3 yıllık elektronik meslek okulunu tamamlamış, fakat “mühendis” olmak istiyor. Elektronik mesleğinde en az üç yıl çalışmış olmak koşuluyla 3 yıllık (6 sömestre) Elektronik Meslek Yüksek Okulu’na gidebilir. Fakat bu ona yetmiyor, “yüksek mühendis” olmak istiyor, bu durumda elindeki diplomasıyla 5 yıllık bir Yüksek Okula ya da Üniversiteye devam etmek ve bazı derslerden muaf tutulduğu bu yüksek öğrenim kurumunu başarıyla tamamlamak zorundadır.

Bu zorlu ve uzun sürecin adı “ikinci eğitim yolu”dur (zweiter Bildungsweg). Kıta Avrupa’sında kimse kimseye haybeden, - başka bir sözcük bulamadım-, üniversite diploması vermez. Öğrenci ya klasik lise eğitimi görmüş ya da bu zorlu ve uzun süreci arkasında bırakmış olacaktır. Böyle bakıldığında Almanya’da klasik lise eğitimi (13 yıl) sonrasında elektronik okumuş bir Yüksek Mühendisin mesleğe başlama yaşı en az 25, ikinci yolu izlemiş olanın yaşı ise en az 32 olacaktır.
***

İmamdan yargıç, doğramacıdan jeofizikçi, kaportacıdan uzak yol kaptanı üretmeye çalışmak gibi bir garabete hiçbir sanayileşmiş, uygar Avrupa ülkesinde rastlamak olası değildir. Bizim F tipi liberallerin tutturdukları “fırsat eşitliği” teranesi de, ikide bir ortaya attıkları “işçilerse işçi mi kalsınlar” sorusu da şabalaklıktan öteye bir anlam taşımamaktadır.
Türkiye bu noktaya basiretsiz, bilgisiz, donanımsız fakat sapına kadar muhteris politikacılar tarafından getirilmiştir. AKP durumu daha da beterleştirmektedir.
1974 yılında dönemin Cumhuriyet Halk Partili Milli Eğitim Bakanı Mustafa Üstündağ’ın idam fermanıyla yaşamlarına son verilen Sanat Enstitülerini anımsıyor musunuz? Haydarpaşa, Sultanahmet, Tophane vd Sanat Enstitülerini… Avrupa’da örnek gösterilen meslek eğitim kurumlarıydı. 1960’lı yılların başında önde gelen Alman şirketlerinin temsilcileri bu okulların mezunlarını kapabilmek için Tophane’deki İşçi Bulma Kurumu’nun (Alman İrtibat Bürosunun) kapısında kuyruğa girerlerdi. O zamanlar İmam Hatip Okulları da sorun oluşturmazdı, mezunlarından isteyen Yüksek İslam Enstitüsü’ne gider, bitiren İlahiyat Fakültesine devam ederdi. Sanat enstitüsü mezunlarına ise iki yıllık Tekniker Okullarının, bu okulların mezunlarına mühendislik (Yıldız Mühendislik, Maçka Mühendislik gibi) okullarının, bu okulların mezunlarına da Teknik Üniversitenin yolları açıktı.
Herkes Mersin’e giderken biz nasıl da tersine gitmişiz, değil mi?

ONLAR - 26.07.2009


Ben onları İstanbul’da Kumkapı ya da Nevizade’de, Bursa’da Arap Şükrü’de meyhaneler arasında mekik dokuyarak müşteri eğlendiren Roman çalgıcılara benzetiyorum. O çalgıcılar gibi üçlü, dörtlü gruplar halinde koşuşturup duruyorlar. Doğal ki bir farkla, çalgıcılar masadan masaya koşuştururlarken onlar kanaldan kanala koşuşturuyorlar. Grupları genellikle üç kişiden oluşuyor, bir Zamancı, bir Yeni Şafakçı bir de Radikalciden.
Sözünü ettiğim çalgıcı gruplarını bilirsiniz elbette, bir klarnetçi, bir kemancı, bir de darbukacıdan oluşur. Aslında bir de kanuncu gerekir, fakat bu çalgı oturarak çalındığından hız keser, bu nedenle de pek rağbet görmez. Ama yine de duruma göre gurup bir kanuncu ile takviye edilir. Onlar da böyledir, eğer durum gerektiriyorsa, sözgelimi “derin liberalizm” söz konusu ile bir Bugüncü, özellikle de Gülay Göktürk katılır gruba.

***

Roman şarkıcılarınki gibi onların da repertuarları oldukça dar tutulmuştur, o sıralar piyasada ne soruluyorsa repertuar o şarkılarla/konularla sınırlandırılır.

Çalgıcılarda “Dönülmez akşamın ufkundayız” nasıl vazgeçilemeyenlerdense, onlarda da “demokrasi” aynı önemdedir. Çünkü demokrasi konusu bizde dibine ulaşılamayan bir gayya kuyusu olarak anlaşıldığından üzerinde saatlerce konuşulabilir ve bunu konuşmak için de özel bir yeteneğe, bilgi donanımına gereksinim duyulmaz. Birazcık retorik bilgisi yeterlidir, bu bilgi de zaten zamanla edinilir.

Hikmet Çetinkaya arkadaşımız onların baş belasıdır. Hiç bunalmadan, yorulmadan oturur, televizyon karşısında onları izler, cephane toplar, kendini nokta atışlarına hazırlar. Benimse tahammül potansiyelim sınırlıdır, daha beş dakika dolmadan hafakanlar basar, içim daralır, midem sancımaya başlar. Bu nedenle sevgili Hikmet arkadaşımın sabrını takdirle karşılarım.

***

Hikmet de yazdı, şu sıralar onların hit parçası YÖK’tür, daha doğrusu YÖK’ün son kararıdır. Roman çalgıcıların ne çalacaklarını meyhane müşterileri belirlerken, onlarınkini sahne aldıkları televizyon kanalları belirler. Bu kanallar çoğunlukla iktidar yandaşı olduklarından, bir başka deyişle bu kanalların sahiplerinin çıkarları siyasal iktidar sahiplerinin çıkarlarıyla özdeş olduğundan konu repertuarlarını asıl belirleyenin AKP olduğunu anlamak için kâhin olmaya gerek yoktur.

Onlar “sahibinin sesi”dirler. Eskiler, “Sahibinin Sesi”nin (His Master’s Voice) bir plak markası olduğunu bildikleri gibi simgesinin de kafasını gramofon borusuna yaklaştırmış, sahibinin sesini dinleyen uslu bir köpek olduğunu anımsarlar.
Evet, şu sıralar repertuarlarının baş konusu YÖK’ün aldığı, imam hatiplilere üniversite kapılarını ardına kadar açan “bırakınız geçsinler” kararıdır.

Bu kararı son derece özgürlükçü, eşitlikçi ve demokratik buluyorlar, övüyorlar, yere göğe sığdıramıyorlar.
Bir de yalan söylemeseler!

***

Eski uygulamayı kastederek, “yeryüzünde hiçbir yerde böyle bir uygulama yoktu” diyorlar; yalan söylüyorlar.
Yeni kararla “meslek eğitiminin önü açıldı” diyorlar; yalan söylüyorlar.

YÖK’ün kararı “ülkemizde nitelikli işgücündeki artış ivme kazanacak” diyorlar; yalan söylüyorlar.
Bu, “imam hatiplilere ilişkin bir karar değildir” diyorlar; yalan söylüyorlar.
Yalan söylerken kızarıp bozarmıyorlar, ar damarları çatlamış, utanmıyorlar.
Konuyu yarın Almanya’daki uygulamalarla örneklendireceğiz. Bakalım ne diyecekler?

ÇEŞİTLEMELER - 22.07.2009


Silivri’deki ikinci “Er, gene kon!” davasının duruşmaları başladı. Birçok sanık avukatı duruşmaları yöneten yargıç Sedat Sami Haşıloğlu’ya itiraz ettiler. Haşıloğlu’nun sanıkların tutuklanmasına karar veren hakim olarak duruşmaları yönetiyor olması hukuka uygun bulunmuyor. Fakat beni bunun kadar Haşıloğlu’nun ailesine ait dört ayrı İslami vakfın üyesi olduğunun söylenmesi ilgilendiriyor. Anlaşılan sayın yargıç mütedeyyin bir şahsiyet olmanın yanı sıra dinine son derece angaje bir insan. Yoksa kaç Müslüman aynı zamanda dört İslami vakfa üye olur ki?
Ülkemiz için yeni bir durumla karşı karşıyayız; ne diyelim, hayırlara vesile olur inşallah!

***

“Er, gene kon!” davalarının çok ilginç yanları var. Tutuklanıp bir süre sonra salıverilen sanıklarda yol açtığı “ani” davranış değişiklikleri gibi. Tutuklanmazdan önce esip gürleyen kimi sanıklar salıverilince dut yemiş bülbüle dönüyorlar. İnsan, Ankara Ticaret Odası Başkanı Sinan Aygün’ün, araştırmacı Erhan Göksel’in, Profesör Dr. Yalçın Küçük’ün o heyecan verici delişmen hallerini özlüyor.
Bazen düşünüyorum da acaba onlar özgür istençleriyle dut yemiş bülbüllere dönmüyorlar da döndürülüyorlar mı diye? Bir korku mu söz konusu olan? İnsanın aklına bin bir türlü olasılık geliyor; biri bile doğru olsa o zaman vah halimize…
***

Halimizin vahameti doğal ki korku olasılıklarıyla sınırlı değil. En muhalif üç televizyon kanalının üçünün de sahiplerinin içeriye alınmaları gibi bir durumu yakın tarihimizde ilk kez yaşıyoruz. Yumurtaya can veren ulu Tanrı’m kim bilir bize daha neler gösterecek?
Yaşayıp göreceğiz.
***

AKP içinde TBMM’ne yeni bir başkan seçme telaşı Ankara milletvekili Salih Kapusuz’un adaylığını açıklamasıyla durulur gibi oldu. Kapusuz, kaç dönemin milletvekili ve sakalı sünnetli inançlı bir Müslüman. Kendisine saygım bakidir ama Sayın Köksal Toptan alınmasın, o Robert Mitchum modeli saçları, her zaman sinekkaydı tıraşı ve hepsinden daha önemlisi türban tanımaz eşiyle AKP’li bir TBMM başkanlığına hiç yakışmıyordu.
Dilerim, Sayın Kapusuz o yüce makama seçilir de biz de el âlemin gâvurlarının, “Aaa, bu hanımın başı niye açık?” gibisinden tuhaf sorularıyla karşılaşmayız. Nihayet tüm cihan bilir ki Türkiye’nin devlet ricali erkekleri ve kadınlarıyla hak yolundadır.

***

Son zamanlarda neo-liberal tayfada yadırgatıcı bir sessizlik gözlemliyorum. Cerbeze yitimi gibi bir hastalıktan mustaripler sanki. Eskiden ne güzeldi, yeni bir davayla birlikte gizli servislerin istihbaratıyla bilgilere/belgelere boğulurlar, yazı üstüne yazı döşenirlerdi. Alıştıkları servisin kesildiğini pek sanmıyorum. Herhalde, dört elle sarıldıkları, dünyayı ayağa kaldırdıkları, orijinali ara tara bir türlü bulunamayan o dehşetengiz “imha planı” fotokopisinin fosluğunu henüz sindirememiş olmalılar.
Kolay değil tabii, önce “İşte buldum!” diye şarlayacaksın, sonra pusup oturacaksın.

***

Dün Vedat Okyar’ı uğurladık. İyi bir futbolcu, iyi bir spor/futbol yazarıydı. Erdemli bir insandı. Bir Galatasaraylı olarak tüm Beşiktaşlı dostlarıma, okurlarıma ve tüm futbolseverlere baş sağlığı diliyorum.
Işıklar içinde yatsın.




İSLAM AÇISINDAN TÜTÜN YASAĞI - 19.07.2009

Büyük alim ve mutasavvıflardan İsmail Hakkı Bursevi (K.S.) Hazretleri “Ruhu-l Beyan Tefsiri”nin 1. Cildinin sonunda teracimi ahvalini verirken Türkçe olarak şöyle yazar: “Şam'da iken Şeyh Ekber (K.S.) bir kaç kere temessül (bir şekil ve surete girerek gözükme) edip; öyle ki halk ona yaprak (tütün) der. ‘O bizim yanımızda pis ve haramdır’ buyurdu ve şeyhimden de duydum ki, ‘Tütün içen nefsani ve şeytanidir.’ “

Yarın yürürlüğe girecek olan ve tüm yeme-içme mekânlarını kapsayacak olan tütün yasağı ülkemiz insanını işbu nefis tutsaklığından ve şeytanlıktan kurtaracaktır.
Yine İsmail Hakkı Hazretleri hazırladığı Hadisi Erbaiyn'in 6. Hadisi Şerifi’nin Şerhinde şöyle denmektedir: “Bir şeyin zararı asli fıtrata (yaratılışa) dokunuyorsa diğer zararlılardan daha çirkindir. Mesela tütün gibi ki bunun zararı doğrudan fıtrat-ı asliyedir. İbadetlere karşı bir ağırlık ve isteksizlik meydana getirir.”
Tütünün yasaklanmasıyla birlikte özellikle beş vakit namaza uzak duran tembel müminler tütün ürünlerini kullanmayı bırakacaklar, üzerlerine çöken tembellikten kurtulup camilere koşacaklardır.

***

Büyük hadis alimlerinden Mahmud Muhammed Hattab Es-Subki, “El-Menhelü'l-Azbü'l-Mevrud Şerhu Süneni'l-imam Ebi Davut” isimli eserinde sigaranın zararlı ve haramlığı ile ilgili önemli açıklamalarda bulunmuştur. Özetle şöyle demektedir: “Sigaranın haram olduğu bir gerçektir... Bunun haramlığı, doktorların raporlarına göre, sıhhatte zararlı olduğundandır. Şüphesiz zararlı bir şey, alimlerin ittifakı ile de haramdır. Sigara, yalnız içenlere değil, içmeyenlere de eza (sıkıntı) verir... Melekler de çok rahatsız olur...”
Buradan anlaşılacağı gibi tütün yasağı ile birlikte yalnızca pasif içiciler değil, melekler de koruma altına alınmış olacaktır.
Son devrin büyük alim ve fazıllarından Mehmet Zihni Efendi merhum da “Ni'met-i İslam” adlı yapıtında tütüne ilişkin şunları söylemektedir: “Öyle şeyler vardır ki, onlar vücuda faydalı olmak şöyle dursun netice itibari ile bedeni harap ettiği halde fazlaca iştah ve istek duyulur. Bundan dolayıdır ki bu gibi şeyler oruçlu iken kullanılırsa hem kaza hem de kefaret lazım gelir. Mesela tütün gibi... Esrar içmek ve afyon yutmak da bu nev'idendir... Ve hepsi haramdır. Müslüman’a yakışan ise, haram, mekruh ve şüphelilerden kaçınmaktır. Zira dinimizde yasaklardan kaçınmak emirleri yerine getirmekten bile üstündür.”
Durum son derece açıktır; İslam alimlerinin yukarıda alıntıladığımız sözlerinden tütün yasağının karar vericilere ve uygulayıcılara cennet yollarını açtığı somut olarak görülmektedir.

***

Son devrin dil alimlerinden Ebul-Faruk Süleyman Silistreli (K.S) Hazretlerinin bu konudaki açıklamaları da uyarıcıdır, anlamaya çalışalım:
“Malum olsun ki; şeriatte izaai mal, kesreti sual haramdır. Bu makamda izaai'den murad, emvalin dünya ve ahirete faidesi olmayarak sarf ve istihlakidir. Bu kabil sarfiyat ve istihlakati umumiye muharremdir. Sigara istimalinde hürmeti mezküre tamami ile sabit ve mütehakkaktır. Çünkü sigara istimalinde menfaati dünyeviyye yoktur. Bilakis mazarrat hakimdir. Öyle mazarrat ki ondan bedene cismaniyyete hasıl olan ilel ve emrazının ref' ve izalesi bir zaman sonra daha elde edilmemesini muciptir. Manevi mazarratı ise bağdat etmekle bitmez. Manii terakkidir. Rayihasından ervahı tayyibe muazzeb olurç Vesaiti rahmet olan ervahı mezkurenin temasını yani alakai ruhaniyyelerini men eder. Bu büyük bir musibettir.Şu halde sigara içmek manen ve madden muzırdir, haramdır. Haram Allah (C.C.)'ın nehyettiği emirdir. Ona musır olanlar, emrine isyan ve muhalefet edenlerdir. İş bu neticeye müncer olur.”
AKP iktidarı tütünü yasaklayarak İslam yolunda önemli bir adım atmıştır. İnşallah hayırlara vesile olur.