27 Kasım 2008 Perşembe

SOL’A ÖRNEK BİR BELEDİYE: DİKİLİ - 30.11.2007

Osman Özgüven delifişek bir adam; “deliliği” yürekliliğinden, “fişekliği” de solculuğundan geliyor. Kendisi İzmir’in kuzey ilçelerinden 12.500 nüfuslu Dikili’nin belediye başkanı.

Belediyecilikte yeni değil, 1980’li ve 1990’lı yıllarda da iki dönem başkanlık yaptı Ege’nin bu şirin kıyı beldesinde. O yıllarda Dikili, Osman Özgüven’in öncülüğünde bir kültür ve edebiyat merkezi olarak Türkiye genelinde adını duyurdu, her yıl başarıyla düzenlenen ve kardeşlik kavramının öne çıktığı Barış ve Demokrasi Festivali çerçevesinde kültür-sanat-edebiyat dünyamızın birçok temsilcisini ağırladı. Yine o yıllarda Türk-Yunan dostluğunun ilk tohumları atıldı, Midilli’nin Mitilini kenti ile Dikili kardeş kentler olarak bu dostluğu pekiştirdiler. Türk ve Yunan çocukları geçen yaz düzenlenen kardeşlik kampında bir araya geldiler.

İlk başkanlık döneminde sokaklara döşettiği kırmızı parke taşlar nedeniyle “kızıl komünist” damgasını yedi Özgüven, hatta zamanın Sıkıyönetim Komutanlığı başka işi kalmamış gibi hakkında soruşturma bile açtırmıştı.

***

Başkan Özgüven’le tanışlığımız, karşılıklı oturmuşluğumuz yoktur, ama biliyorum ki o ülkemizde “sosyal belediyeciliği” uygulayan ilk yerel yöneticilerdendir. Bunu anlamak, görmek için Dikili’ye gitmek, sokaklarında dolaşmak, insanlarıyla konuşmak yeterlidir.

Bugün Dikilililer belediye fırınında üretilen ve ilçenin sekiz noktasında satılan 250 gramlık ekmeği 25 kuruşa alıyorlar. İlçede toplu taşımacılık ücretsiz, araçlar öğrencileri evlerinin önüne bırakıyorlar. Sağlık Merkezi’nde hastalara 1 YTL’ye bakılıyor, röntgen çekimi 6 YTL, parası olmayandan hiç ücret alınmıyor. Belediye ihtiyaç sahibi 100 öğrenciye burs veriyor. Kent Konseyi, Gençlik Konseyi, Kadın Dayanışma ve Gençlik Merkezi gibi sosyal, Türk Halk Müziği, Türk Sanat Müziği ve Halk Dansları Topluluğu gibi sanatsal kuruluşlar oluşturulmuş. İlçe bakımlı ve temiz.

Ne var ki Dikili Türkiye’nin bir parçası ve Türkiye’de hiçbir başarı cezasız bırakılmadığından Dikili’de de bu kural şaşmaz bir biçimde işliyor.

***

Başkan Osman Özgüven’in yukarıda saydıklarımızın dışında önemli bir “suçu” var; Dikililere ayda 10 tona kadar kullanma suyunu ücretsiz veriyor. Olacak şey değil tabii! Sen ekmeği 25 kuruşa sat, hastalara ücretsiz bak, toplu taşımacılıktan para alma, üstüne üstlük suyu da halka bedava dağıt! Devlet organları derhal harekete geçiyor, Osman Özgüven ve 21 meclis üyesi hakkında Dikili Asliye Ceza Mahkemesi’nde “görevi kötüye kullanmaktan” dava açılıyor.

Son duruşmada mahkeme “kamu zararının doğup doğmadığının” belirlenmesi için dosyayı Ankara’ya, Nöbetçi Asliye Ceza Mahkemesi’ne gönderdi. Yargıçlar, yargılamaya esas olan “4736 sayılı kamu kurum ve kuruluşlarının ürettikleri mal ve hizmet tarifeleri ile bazı kanunlarda değişiklik yapılmasına dair kanunun” ihlal edilerek “kamunun zarara uğratılıp uğratılmadığını” bilirkişi yardımıyla belirleyecekler.

İnsan, “Bu nasıl kanundur?” diye sormadan edemiyor. Bir belediye başkanı halka ücretsiz su dağıttığı için yargılanıyor. Gerekçe de “kamuya zarar”, peki, “kamu” kim? Kamu “halk” değil mi? Dolayısıyla Dikili halkı kamuyu oluşturmuyor mu? Eğer yasa mahkemenin ele aldığı gibi yorumlanıyorsa o zaman bu yasanın Anayasa’ya aykırılığından söz etmek gerekmez mi? Eğer sosyal belediyecilik cezalandırma nedeni ise Anayasa’da belirtilen “sosyal devlet” ilkesi havada kalmış olmaz mı? 6 şubat 2009 günü duruşma var; bakalım nasıl bir karar çıkacak?

Osman Özgüven ise “4736 sayılı kanun anayasaya aykırıdır. Ceza da alsak itirazımız olmayacak. Bunu boynumuzda madalya olarak taşıyacağız. Önümüzdeki dönemde halkımız bana yine görev verirse bu sefer 10 ton değil 20 ton suyu bedava vereceğiz” diyor.

Dilerim kazanır; yalnız o değil onunla birlikte sosyal belediyecilik de, Dikililer de…

Okur tepkileri:

Sayın Deniz Kavukçuoğlu

Kaleminize sağlık.Yazınızı dostlarımla paylaştım.

Yazınızda belirttiğiniz gibi; mahkeme kamu zararının saptanması amacıyla Sayıştay denetçilerinden oluşacak bilirkişi heyetinden rapor alınmasına karar verdi.

Davanın gidişi olumlu değil. Zaten Sayıştay'ın raporu üzerine dava açılmıştı. Aynı kurumun
denetçilerinin raporunun da farklı olması olası değil, tarafsız ve bağımsız bilirkişi olmadıklarından, ekli dilekçe iled itiraz ettik.

Kamu zararı nedir? Kamu yararı nedir? Bu kavramların değerlendirilmesi davanın sonucunu belirleyecek. Yazınızın kamu yararı/kamu zararı tartışmasına önemli katkısı olacağına inanıyorum.

Ama asıl sorun Osman Özgüven'e uygulanan yasada.Yasanın düzenlemesi aşağıda, işin püf noktası de "işletmecilik gereği yapılması gereken ticari indirimler hariç" tümcesinde. Yani belediye ürettiği mal ve hizmetlerde bir tür ticari şitket gibi davranmalı, işletmecilik gereği yani karlı olacaksa indirim uygulamalı, yoksa indirim uygulayamaz...

Yasanın amacı kamu hizmetlerinin ticarileştirilmesi, kamu kurumlarının ticari şirketlere dönüştürülmesi. Bu durum özelleştirmeden daha tehlikeli bir gelişme.Yerel Seçimlere giderken asıl konuşulması ve tartışılması gerekenler bunlar, ama olmuyor işte..

Ne yazık ki; Mahkeme yasanın anayasaya aykırı olduğu, bu nedenle Anayasa Mahkemesi'ne götürülmesi istemimizi de reddetti.İlgili yasanın ilgili bölümü aşağıda, ilginç yanı yasanın kabul edildiği dönem DSP, MHP, Anavatan Koalisyonu dönemi.

Bence Osman Özgüven ve arkadaşları hakkında "kamu zararına yol açmaktan" ceza kararı verilirse ve zarar onlardan istenirse, sosyal belediyecilik tamamiyle sona erer.

Duyarlılığınız için yeniden sonsuz teşekkürler.

Selamlar.

Av.Arif Ali Cangı

30 Kasım 2008
**************************************************************************************

Ekmeği 25 kuruşa satmak kamu zararı ise, 60'şar kiloluk (yılda 2 kez) kolilerle yiyecek dağıtmak ne oluyor?
Halka 10 ton suyu bedava vermek kamu zararı ise, camilerden su parası almamak (ne kadar tüketilirse tüketilsin) zarar olmuyormu?
1 YTL'ye hasta bakılması kamu zararı ise, 3 milyon ton kömürü bedava dağıtmak nedir?

Nebi FUNDA

30 Kasım 2008

**************************************************************************************

Dikili'de suyu halka ücretsiz veren başkanı "kamuyu zarara uğratmak" gerekçesi ile
yargılayan zihniyet, kömürlerin ücretsiz dağıtılarak devlet kurumlarının zarara uğratılmasını aynı gerekçe ile yargılamaları gerekmiyor mu ???

TARIK ATAN

30 Kasım 2008

*************************************************************************************

Nerde cikyo o dikili paralari.. siz sosyalizm memurlari, artimetik bilmezsiniz. hayal, buyu ekonomis geyiklemesi sabahtan aksmaa degin yaptiginiz. neyse millet kaldirip kaldirip ativeriyor ideolijileriniz cope

Adnan Soysal

1 Aralık 2008
*************************************************************************************

Sevgili Deniz Abi

İsminizi gibi engin ve derin yazılarınızı sürekli okuyor ve sizin gibi aydınlanmış insanların varlığı benim gibi sade yurtseverleri mutlu ediyor; öncelikle bunu bilmenizi isterim

Dikili Belediye başkanını anlattığınız dünkü yazınızı da okudum.

Osman Bey ile birkaç kez akşam yemeği yeme fırsatım oldu, dolayısıyla Sadece yaptıklarını başkalarından duymakla değil kendi ağzından dinlemenin mutluluğunu da tatdım.

Bir şey daha duydum Osman Beyin o birikim dolu dilinden, Ben SHP’liyim diyordu her konuşmasında.

Dikili belediyesi SHP’li bir belediyedir.

Yazınızda bir kere bile SHP’den söz etmemişsiniz, bana iki kelime ile bunun nedenini açıklar mısınız?

Sevgi ve saygılarımla.

İRFAN TUNCER ŞENER

MAKİNA YÜKSEK MÜHENDİSİ

1 Aralık 2008

*************************************************************************************

Deniz Bey Merhaba,

Yazinizi okudum, elinize saglik. Osman Özgüven, ayni zamanda kisiligi ile de cok sevilen birisidir. Keske bagli bulundugu siyasi partinin isminide belirtseydiniz. Cumhuriyet Gazetesinin eski haberlerinde de belirtilmeyen bir durum olmasindan dolayi ilgimi cekti.

Basarilarinizin devamini diliyorum.
Saygilarimla...

Atilla GULGEC
SHP Nilufer Ilce Baskani

1 Aralık 2008

*************************************************************************************








25 Kasım 2008 Salı

ÖZELEŞTİRİ NEDİR, BİLMEMEK - 26.11.2008

AKP kadrolarının en belirgin zaaflarından birinin “özeleştiri” kavramından habersiz olmaları olduğunu sulara gömülen Karaköy İskelesi’nin ardından yapılan “resmi” açıklamalar bir kez daha ortaya koydu.

81 metre uzunluğunda, 26.5 metre genişliğinde, üzerinde iki katlı bir yapı bulunan, ön tarafından denize kalın zincirlerle sabitlenmiş, arka tarafından karaya çelik halatlarla bağlanmış yüzlerce ton ağırlığındaki bir iskele batıyor, yetkililer de bunu “lodos” ile açıklıyorlar. Oysa batma nedeninin iskelenin altındaki taşıyıcı 16 tanktan birinin su alması olduğu kesin, ama kimse çıkıp, “Arkadaşlar, düşman balıkadamları mı gelip o tankın 9.7 milimetre kalınlığındaki saçını deldiler?” diye sormuyor. Öyle ya, lodos istediği kadar şiddetli olsun, bir çarpmanın söz konusu olmadığı bir durumda suyun altındaki parmak kalınlığındaki saç nasıl delinir?

Ama hayır, İDO Genel Müdürü Ahmet Paksoy çıkıp ilkokul öğrencilerini bile kahkahaya boğacak böyle komik bir açıklama yapabiliyor.

***

Ahmet Paksoy, 1990 yılında İstanbul Teknik Üniversitesi’ni bitirmiş bir Gemi İnşa ve Makine Mühendisi; 1998 yılında işletme alanında doktora yapmış, İstanbul Üniversitesi’nde öğretim üyeliği görevinde bulunmuş 39 yaşında genç bir teknokrat. Üç yıldır İDO Genel Müdürlüğü görevini yürütüyor.

Bir süre önce Hong Kong’ta düzenlenen 33. Interferry ( Uluslar arası Feribot İşletmecileri Birliği) Konferansı’nda başkanlığa seçildi. Yaptığı konuşmada, “100 gemi ile 82 lokasyona yılda yaklaşık 100 milyon yolcu ve 6,5 milyona yakın araç taşıyan İDO’nun ‘dünyanın en büyük yolcu taşımacılık şirketi’ olarak uluslararası platformda başarılarıyla kabul görülmesinin global bir marka ve örnek bir oyuncu olduğunu” vurguladı.

Böyle bakıldığında Ahmet Paksoy’a “başarısız” demek haksızlık olur.

Ne var ki görünen dev bir buzdağının suyun üzerindeki küçük parçasıdır. Çünkü kendisinin Karaköy İskelesi’nin batmasına ilişkin yaptığı açıklamalar buzdağının görünen parçasının suyun altındaki dev parçayı ve o parçanın içerdiği tehlikeleri gizlediğini ortaya koymuştur.

Ahmet Paksoy, iskelenin altında düzenli bakım yapıldığını, bakımlar sırasında herhangi bir delinme, su alma durumunun saptanmadığını açıklamıştır. Bu vahim bir durumdur, ya bakımdan sorumlu olanlar yaptıkları incelemelerde delinmeyi göremeyecek ölçüde mesleki beceriden yoksundurlar ya delinmeyi saptamışlar fakat raporlarında belirtmemişler ya da yetkililer, “Daha yeni güzelleştirdik iskeleyi, üstelik de 2.5 milyon YTL ödedik,” deyip onarımı ertelemişler, motopomplarla suyu boşaltarak durumu idare etmişlerdir.

Dolayısıyla her gün yaklaşık 100 bin yolcunun giriş çıkış yaptığı Karaköy İskelesi’nde insan hayatını doğrudan ilgilendiren çok önemli bir yönetim hatası söz konusudur.

***

Ahmet Paksoy, genel müdür olarak Karaköy İskelesi’nin batmasından, milyonlarca YTL’lik zarardan sorumludur. Ne var ki mühendisliği, işletmeciliği öğrenmiş fakat bir yöneticinin sahip olduğu en büyük erdem olan “özeleştiri”yi öğrenememiştir. Korkarım hatasında direnmeyi sürdürecek, kabak herhangi bir emir kulunun başına patlayacaktır. İskele İstinye Tersanesi’ne çekilmiştir. Büyük olasılıkla 24 yaşını doldurmuş, metal yorgunu saç dubalar yenileriyle değiştirilmeyerek elden geçirmekle yetinilecektir. Bu da yaşamsal tehlikelere çağrı çıkarmak olacaktır.

İDO bu kez bir can kaybı olmaması nedeniyle olayı ucuz atlatmıştır. Uygar ülkelerde can kayıpları olmasa da ihmalkârlık nedeniyle gerçekleşen bu tür kazalarda yöneticiler derhal istifa ederler. Bu davranışı İDO’culardan doğal ki bekleyemeyiz, çünkü “burası Türkiye’dir”.


21 Kasım 2008 Cuma

İSKELE NEDEN BATTI? - 23.11.2008

Karaköy Şehir Hatları İskelesinin televizyon ekranlarına yansıyan batma anındaki o hüzünlü görüntüleri insanın yüreğini sızlatan türdendi.

Bir süre önce deniz üzerindeki elden geçirilip yenilenen koca iskelenin rıhtım yönünden bakıldığında sol yanına doğru yatmaya başladığı anda saatler 20.00’yi gösteriyordu. Bu, iskeleyi su üzerinde tutan 16 dubadan birinin su aldığına olduğu kadar geri kalan sağlam dubaların dengeyi sağlamalarının olanaksız olduğunun da işaretiydi.

Görevliler derhal tahliye işlemlerine başladılar, can kaybı olmadı; iskele saat 23.55’te denize doğru 30 metre kadar bir atak yaparak tümüyle suya gömüldü.

İstanbullular şehir hatları seferlerinin başladığı andan beri var olan Karaköy İskelesinin batışına ilk kez tanık olmuyorlar. Sanırım, iskeledeki ilk değişiklik 2 ekim 1936 günü gerçekleşmişti. Yüzyılın başından beri kullanılan ilk iskele, Haliç Tersanesinde iki katlı olarak inşa edilen ve kalın zincirlerle hem Galata Köprüsüne hem de baş tarafından deniz dibine oturtulan beton bloklara bağlanan yenisiyle değiştirildi. Yeni iskele kamuoyuna, “Avrupa'da bile emsaline nadir tesadüf olunan, her türlü konfor ve tekemmülâtı câmi, yepyeni ve modern bir deniz istasyonu"olarak tanıtıldı.

***

Bu iskele 1958 yılının aralık ayına kadar kullanıldı. O yıllarda Kadıköy’de oturuyor, Avrupa yakasında okula gidiyordum. Bir sabah karşıya geçmek üzere Kadıköy İskelesine geldiğimde yapılan anonslardan Karaköy İskelesi’nin çürümüş dubalarının su aldığını, iskelenin yan yatarak kullanılamaz durumda olduğunu öğrendim. Kadıköy-Karaköy vapurları o sabahtan itibaren yolcularını Galata Köprüsü’ndeki Adalar İskelesine bırakmaya başladı; batık iskele ise 18 aralık 1958 günü Haliç Tersanesi’ne çekildi ve birkaç ay içinde yenisi yaptırıldı.

Yer değişikliği de bu yeni iskeleyle birlikte gerçekleşti. Günümüzdeki şekliyle Karaköy’de rıhtıma dik olarak sabitlendi. Ne var ki bu iskele de başka bir talihsizlik yaşadı. 1 mart 1966 günü liman ağzında iki Sovyet tankerinin çarpışmaları sonucu denize dökülen mazot alev alınca rıhtımda bulunan Kadıköy Vapuru ile birlikte iskele de yandı. Denizyolları İşletmesi elini çabuk tutarak iskeleyi kısa zamanda onardı ve iskele 16 mart 1966 günü yeniden hizmete açıldı. Bu iskelenin ömrü 8 ekim 1984 gününe kadar sürdü ve geçen cuma akşamı sulara gömülerek bizlere veda eden iskele ile değiştirildi.

Son iskele İstinye Tersanesi yapımıydı; uzunluğu 81, genişliği 26.5 metreydi, altı adet çelik zincirle karaya bağlı, baş tarafından da sekiz çapa ile dibe demirliydi.

Artık olmayan Karaköy İskelesi 25 ekim 2005 günü başlayan ve uzun süren bir yenilenme onarımı geçirmişti. 17 mart 2008 günü törenle hizmete açılan bu “şık” iskelenin vergi verenlere maliyeti 2 buçuk milyon YTL, eski hesapla 2.5 trilyondu. Yukarıda iskelenin tarihini özetlerken yenilenmeyi zorunlu kılan çürüme tarihlerini özellikle verdim. Çünkü bu tarihler iskelenin saç dubaların ortalama ömürlerinin 24 yıl olduğunu ortaya koyuyor: 1958-1936=22, 1984-1958=26.

Batan iskele de 1984 yılından beri hizmet verdiğine ve yenilenme/güzelleştirme onarımı taşıyıcı dubaları kapsamadığına göre altyapısı tam 24 yaşındaydı. Dolayısıyla dubalarının çürüdüğü, her an batma tehlikesi içinde olduğu kesindi. Lodos olmasa da batacaktı.

İstanbul Büyükşehir Belediyesi birçok işte olduğu gibi burada da altyapıya boş verip salt “şıklık”, “hoşluk” adına trilyonlarca liramızın sulara gömülmesine seyirci kalırken, bu işten tek kazançlı çıkan 2.5 trilyonu cebine indiren UTAY İnşaat A.Ş. olmuştu.

Bir de iskelenin bizim toplumca yaşadıklarımızı itirazsız kabul etmemize bakıp kahırdan intihar ettiğine ilişkin söylentiler var. Doğrusu bir yaşadıklarımızı bir de bize yaşadıklarımızı yaşatanlara karşı suskunluğumuzu düşününce iskeleye hak vermeden edemiyorum. Ölümüyle aymaz İstanbullulara bir şeyler anlatmak istemiş olamaz mı?

Yattığı yerde suyu bol olsun!

19 Kasım 2008 Çarşamba

ÂLEMİ KÖR, MİLLETİ SERSEM SANMAK - 19.11.2008

Türkiye’de 50 bin kişinin telefonunun birileri tarafından düzenli olarak dinlendiği söyleniyor. Telefonlar dinlenenler şöyle böyle insanlar değil, öyle olsalar düşünüp konuştukları niçin merak edilsin ki? Onlar önemli kişiler, aralarında politikacılar, bilim adamları, gazeteciler, bankacılar, ne bileyim, yargıçlar, askerler var. Dinleyenler, dinlenenlerden edindikleri bilgileri herhalde rapor halinde başka birilerine sunuyorlar.

Cumhuriyet Halk Partisi Adana Milletvekili Taciser Seyhan’a göre teknolojik gelişmeler kişiler arasındaki iletişime “pasif müdahale” olanaklarını oldukça genişletmiş, olay artık “telekulak” ile sınırlı değil, bir süredir “telegöz” operasyonlarından da söz ediliyor. O “birileri” ellerindeki olanaklarla diledikleri kişilerin bilgisayarlarına, internet ağına bağlanabilen cep telefonlarına gönderilen elektronik postalarını okuyabiliyorlar. Bu teknolojik olanak doğal ki dinleyenlerin işini çok kolaylaştırıyor; dinle, çöz, yaz gibi yoğun emek gerektiren çabalardan kurtuluyorlar. Bir tuşa basmakla önemli görülen elektronik posta merkezdeki ana bilgisayarda depolanıyor ve istenildiğinde kâğıda yansıtılabiliyor. Burada amacım kişilerin Anayasa ve yasalarca güvence altına alınmış iletişim özgürlüklerine yapılan bu türden müdahaleleri eleştirmek değildir, çünkü artık iyice biliyoruz ki yetkililer her zaman olduğu gibi buna da mutlaka yasal bir kulp bulup takacaklardır. Ama mademki yapılıyor bari doğru dürüst bir işe yarasın.

***

Yaşadığımız ekonomik kriz başta Başbakan olmak üzere aralarında ekonomi ve dış ticaretten sorumlu devlet bakanlarının, sanayi ve ticaret bakanının, maliye bakanının bulunduğu sorumlu kadronun dünyada olup bitenlerden pek haberleri olmadığını ortaya koydu. ABD, Japonya, Almanya gibi dünya ekonomi devlerinin küresel kriz nedeniyle gelecek telaşına düştükleri bir ortamda “bizimkiler” kendi inançlarına pek uygun düşen kaderci bir yaklaşımla “Bize bir şey olmaz! Kriz bizi teğet geçer!” diye düşünmek, bu doğrultuda da davranmak gafletine düştüler. Biraz gözlerini, kulaklarını açabilseler, gümbürdeyerek gelen kriz karşısında devekuşları gibi kafalarını kuma gömmeyip gerekli önlemleri alsalar Türkiye bu badireyi daha az bir hasarla atlatabilirdi.

Bugün 18 kasım 2008, Salı, saat 12.13. İMKB puan yitiriyor: 23.165; Dolar yükselişte: 1.6605; Euro yükselişte: 2.0940. İMKB’de işlem gören kâğıtların yüzde 70’ini kontrol eden yabancılar hisseleri elden çıkartıp dövize yöneliyorlar. Dolarları, Euroları ceplerine koyup Türkiye’yi terk ediyorlar. Türkiye döviz darboğazına giriyor. Başbakan dış borç arayışında; bakmayın siz “Ümüğümüzü sıktırmayız,” dediğine, ekonomimizin ümüğü eninde sonunda IMF’ye teslim edilecek.

Türkiye İş Kurumu (İŞKUR) istatistikleri eylül sonu itibariyle işsiz sayısında 144 bin 933 kişilik bir artış olduğunu gösteriyor. Tüketimdeki durağanlaşmaya bağlı olarak Ekim ayından itibaren hızlanan istihdam daralmasının önümüzdeki aylarda işsizliğin boyutlarını nasıl derinleştireceğini varın, siz hesap edin. Dış finansman bulunmadığında yatırımların duracağını, ihracatta karşılaşılacak gerilemenin reel sektörü dolayısıyla işsizliği ne ölçüde etkileyeceğini artık sokaklardaki çocuklar bile düşünebiliyor.

***

İktidardakiler ya körleşip sağırlaştıklarından dünyayı göremiyor, konuşulanları duyamıyorlar ya da bilgi donanımları sorunları algılamada yetersiz kalıyor. Oysa ellerinde “telekulak”, “telegöz” gibi olanaklar var; “Gazete başyazarları dostlarıyla acaba ne konuşuyor?” bunu merak edeceklerine dinlenen kişiler arasında ekonomist, bankacı, bilim adamı gibi uzmanlar bulunuyor. Onların ne konuştuklarını merak etsinler, en azından işlerine yarar bir şeyler öğrenirler. Belki o zaman “ekonomi” denen şeyin “darıcılık”, “gemicikçilik” gibi günlük ticaretten ibaret olmadığını öğrenirler.

Ya da her şeyi biliyorlar ama bilmezden gelerek toplumu aldatıyorlar. O zaman bunlara “Siz âlemi kör, milleti sersem mi sanırsınız?” diye sormak gerekiyor. Bir de sandıkları gibi olmadığımızı göstermek tabii.



15 Kasım 2008 Cumartesi

BAŞBAKAN YALNIZLAŞIYOR - 16.11.2008


Şu sıralar Başbakan kendisini onca zamandır var güçleriyle desteklemiş olan köşe yazarları, TV yorumcuları ve gazeteciler tarafından topa tutuluyor. O ise bunun nedenleri üzerinde düşüneceği yerde öfkeleniyor, öfkesini gemleyemeyip büsbütün hırçınlaşıyor. Kendisini yalnızlığa sürükleyen bir kısırdöngü içinde Başbakan; ne var ki bu kısırdöngüden kurtulmak için hiçbir çaba göstermiyor.

Yaklaşan yerel seçimler öncesinde “hiç kimse tarafından anlaşılamayan yalnız adamı” mı oynayacak? Bundan mı medet umuyor? Bildiğimiz, yalnızlığın yeryüzünde bugüne kadar hiçbir siyaset adamına hayır getirmediğidir. Tarih, yalnızlaşmış siyasetçilerin acılı, hüzünlü, istenmeyen sonlarının örnekleriyle doludur.

İktidarının ikinci yılından itibaren Başbakanın yakın çevresi ya davranışlarında pay sahibi olmamak için ondan uzaklaşmış ya da onun tarafından uzaklaştırılmıştır. Onlar çoğunlukla milletvekilleri ile danışmanları idi; sıra şimdi kendisine yakın yazılı ve görsel basın mensuplarına gelmiştir.

Bu hayırlı bir gidiş değildir. Eleştiriye katlanamamak, önerilere kulak asmamak, paylaşımcılığı yadsımak, hep bildiğini okumak tüm siyasetçiler için geçerli tehlikeli bir yaklaşımdır.

***

Siyasetçinin yalnızlığı kendisini benzersiz hissetmesi, hiç kimseyi kendisine layık olacak kadar iyi, akıllı, bilgili görmemesi durumunda belirginleşir. En iyi bilen odur, en akıllı, en bilgili olan odur, öyleyse onun kadar iyi, akıllı, bilgili olmayanlar adına konuşacak, onları yönetecek olan da o olacaktır.

Bu duygulardan kaynaklanan bir yalnızlığa kendini mahkûm etmiş olan siyasetçi, yokuş aşağı inerken frenleri boşalmış yüklü bir kamyon gibidir, hem kendisi hem çevresi hem yönettiği ülke ve toplum için tehlike oluşturur.

Hayatta karşılaşılan olaylara verilen tepkiler bireyden bireye, topluma, kültüre, sosyal statüye, kişinin içinde olduğu zaman dilimine bağlı olarak göreceli olarak değişebilir; bir olay karşısında, kişinin o olaya yüklediği anlam, kişiden kişiye farklıdır.

Herhangi bir insan kendi yaşam dilimleri içinde karşılaştığı olaylara ilişkin olarak yalnızlığı yeğleyip üzüntülerini, hüzünlerini, endişelerini ya da bunların karşıtı olan sevinç, neşe, coşku gibi duygularını içsel dünyasına gömebilir. Veya söz ve davranışlarıyla bu duygularını dışa yansıtabilir; herhangi bir insan için bu doğaldır, yadırganmaz.

Fakat sorumlulukları bireysel hayatlarıyla sınırlı olan insanların tersine başbakanlık gibi önemli ve devredemeyeceği, paylaşamayacağı siyasal sorumluluklar yüklenmiş bir insanda durum farklıdır. Sorumluluk sahibi insanın yalnızlığıyla birlikte çevresinde oluşan boşluğu doldurmaya aday birileri mutlaka ortaya çıkacaktır. Tarihe dönüp baktığımızda birçok siyasetçinin, devlet adamının kötü sonlarını genellikle o “yeni birileri”nin yönlendirmeleri getirmiştir.

Ne var ki o kötü sonların acılarını çoğu zaman onunla birlikte toplum da çeker.

***

Recep Tayyip Erdoğan karakterindeki bir siyaset adamının en yalnız olduğu anlar kendisini alkışlayan kalabalıklar karşısında olduğu zamandadır. Çünkü kalabalıklar ondaki benzersiz olduğuna, hiç kimsenin ona layık olacak kadar iyi, akıllı, bilgili olmadığına ilişkin duygularını kamçılar. Yalnızlık kısırdöngüsü içindeki siyasetçi kalabalıklar karşısında bir duygu boşalması yaşar, duyguları diline yansır. Öyle anlarda sözlerini denetleyemez, beyninde sakladığı, içinde bastırdığı duyguları sözcüklere dönüşüp ağzından istenç dışı dökülür.

Bu boşalma sürecine aykırı tutum sergileyenlerse, -birçok örneğine tanık olduğumuz gibi-, azarlanır, kovulur, uzaklaştırılırlar.

Başbakan bir yalnızlaşma kısırdöngüsündedir. Bu durum herkes tarafından görülüyor, izleniyorsa da bir not da biz düşelim dedik.


11 Kasım 2008 Salı

YAZIK DEĞİL Mİ ONCA EMEĞE?

Pencere’de İlhan Abi “takiyyeci… takiyyeci…” dedikçe bunlar hop oturuyor, hop kalkıyorlar ama dişlerini gıcırdatmaktan başka bir şey de gelmiyordu ellerinden. Siyasal İslamcı Recep Tayyip Erdoğan’dan bir “demokrat” yaratmak için kollarını sıvamışlardı, bu yolda ballı börekli yazılar döktürüyorlar, karşılığında da Başbakan’ın uçağında, dizinin dibinde gazetecilik yapmak gibi bir “mazhariyet”e erişiyorlardı. Ortak özellikleri “liberalizm”e gönül vermiş olmalarıydı; kişiliklerinde liberalizmin tüm renkleri temsil ediliyordu. Kimi “sol liberal”, kimi “liberal demokrat , kimi “muhafazakâr liberal” kimi de “Müslüman liberal”di.

Yazıyorlar, çiziyorlar, televizyon ekranlarında boy gösterip yorumlar yapıyorlardı, fakat olmayınca olmuyordu. Onca yıl uğraştan sonra nihayet boşa kürek çektiklerini anlamışlardı; derin bir hayal kırıklığı yaşıyorlardı.

Bir isyan patlaması kaçınılmazdı ve o kaçınılmaz patlama “Müslüman liberalizmin” gözde kalemlerinden Fehmi Koru’dan gelecekti. Koru, Recep Tayyip Erdoğan’ı ilkin Obama iken, sonra giderek Bush’laşan bir hilkat garibesine benzetmişti. Başbakan da doğal ki bu benzetmenin altında kalmamış, Yeni Şafak yazarına “Sevsinler seni!” diyerek tepkisini ortaya koymuştu.

Fehmi Koru’yu kimler sevecekti? Bunu bilemiyoruz, ayrıca sorunun yanıtı bizi pek ilgilendirmediğinden üzerinde durmuyoruz.

***

İsyan eden yalnızca Fehmi Koru değildi. Star Gazetesi başyazarı Mehmet Altan ondan çok daha önce, ta şubat ayında Başbakan’la itişip kakışmaya başlamıştı. Bir televizyon programında, “Türkiye'de 12 milyon kişi günlük 1 dolarla yaşıyor. 600 bin kişi aç yatıyor. Türbandan acil sorunlar var,” deyince, 13 şubat günü Başbakan tarafından azarlanmıştı. Olay Mehmet Altan’ın abisi Ahmet Altan’ı öfkelendirmiş, “İsyan Günlerinde Aşk”ın yazarı, 17 şubat tarihli Taraf’ta, "Sen önce Şemdinli'yi bir aydınlat, Dink'in katillerini bir bul da… Birisini 'azarlamanın' senin haddin olup olmadığını sonra konuşalım" diyerek Başbakan’a meydan okumuştu.

Bu arada “muhafazakâr liberal” Nazlı Ilıcak araya girmiş, 20 şubat tarihli Sabah’ta, "Gelin liberaller ve muhafazakârlar barışın! Ne muhafazakâr kesim, başörtüsü bildirisine imza atmadığı için, 'özgürlük anlayışı türbana kadarmış' diye Mehmet Altan'ı suçlasın, ne de Mehmet Altan, 'özgürlüklerin sınırını siyasal iktidarın işaretiyle belirleyen kurşun askerler' diye muhafazakâr kesime çatsın," önerisiyle tarafları yumuşatmıştı.

Hasan Cemal’in de yüreği soğumuştu Başbakan’a karşı. Ve Erdoğan'ın son olarak 'pompalı tüfek kullanan vatandaşı' mazur gösteren, "Ya sev ya terk et!" diyen son konuşmaları hakikaten çok vahimdir. Hukuksuzluğu çağrıştıran, neredeyse Neo-Nazilere taş çıkartan bu söylemle, yazın bir kenara, ne demokrasi bağdaşır, ne de hukuk...”
7 kasım tarihli Milliyet’te yer alan bu satırlar yenir yutulur türden değildi.

Recep Tayyip Erdoğan’dan bir “demokrat” yaratmak yolunda kötümserleşen kalemlerden biri de Cengiz Çandar’dı. Radikal’de yayımlanan dünkü yazısında, Başbakan’a ilişkin olarak, Obama’ya mı Bush’a mı benzeyeceğinden ziyade, Turgut Özal’a mı yoksa Necmettin Erbakan’a mı dönüşeceğini yarım yıl-bir yıl içinde görüp anlayacağız,” derken kafasındaki kuşkuları yansıtıyordu.

***

Biliyorum, beni çok nahif bulacaksanız, ama ne yapayım, her türden liberal bu meslektaşlarımın boşa giden emeklerine üzülüyorum. Yazık değil mi onca emeğe? Laiklik karşıtı eylemlerin odağı olmakla müseccel bir partinin liderinden bir “demokrat” yaratmak çabası tipik bir “bile bile lades” durumu da olsa üzülüyor insan.

Allah bunlara çokça sabır, biraz da akıl fikir versin, başka ne diyebilirim ki?


OBAMACILAŞMAK - 09.11.2008

Amerika Birleşik Devletleri’nin 2009 ocak ayında koltuğuna oturacak yeni demokrat-siyah başkanı Barack Obama başta soldan çark liberaller olmak üzere toplumumuzda derin bir heyecana yol açtı. Öyle ki insanlar birbirlerine olan mesafelerini karşısındakilerin Obamacı olup olmadıklarına bakarak belirler oldular. Hatta Van’da Obamacı yurttaşlarımız 42 koyun kurban ederek olayı kutladılar.

Obamacılara göre yeni Başkan, Alaattin’in sihirli lambasından çıkan her şeye kadir bir devdir. Bir parmak şıklatmasıyla önce Amerikan işgal orduları Irak’tan çekilecek, sonra bir şıklatmayla sıra Afganistan’a gelecektir. Obama parmaklarını şıklattıkça ABD İslam’ı ılımlaştırma politikasını terk edip Büyük Ortadoğu Projesi’ni rafa kaldıracak, İran ve Suriye’yi rahat bırakacak, İsrail’i dizginleyecek, Kafkaslar’ı ele geçirme stratejisinden vazgeçecektir. Bölge huzura, insanlar da hep özledikleri o müreffeh hayatlara kavuşacaklardır.

Bir çırpıda olmasa bile bir gün mutlaka bizim Kürt sorunumuzu da, Ermeni sorunumuzu da çözecektir Başkan Obama.

Ekonomisi, mali piyasaları şimdilik allak bullak da olsa ABD büyük devlettir, süper güçtür, küreselleşmenin ağa babasıdır, Başkan Obama’nın önderliğinde yeniden doğrulmanın yollarını bulacaktır. Ocak ayından bu yana işlerini yitiren Amerikalı emekçi sayısı 1 milyon 200, son bir ayda işsiz kalanların sayısı ise 240 bindir. 52 milyonu bulan sosyal güvenlik ağı dışındaki yurttaşlarını yeniden sosyal hizmetler ağının içine alacaktır Obama, bir yandan bu sorunları çözerken öte yandan da batma sürecine giren otomotiv endüstrisini ayağa kaldıracaktır. Yalnızca otomotiv endüstrisini değil, çelik endüstrisini, bankacılık ve emlak sektörlerini de…

İyi de bütün bunları nasıl başaracaktır Obama?

Savaşlar sona erince, eskiden olduğu kadar savaş uçaklarına, savaş gemilerine, tanklara, toplara, roketatarlara, bazukalara, mermilere, ölümcül kimyasallara gereksinim kalmayınca savaş sanayi ne yapacaktır? Çelik endüstrisi, elektronik endüstrisi, kimya endüstrisi yani… Yüz binlerce Amerikan işçisi işsiz mi kalacaktır, çelik, elektronik ve kimya devleri üretimlerini durdurunca? İşsiz milyonlara yeni milyonlar mı katılacaktır?

ABD ekonomisi, ABD ekonomisini yönetenler devletin başında demokrat-siyah Obama da olsa buna izin verirler mi? Hem Obama, ABD’nin kurulu düzenini onaracağı, eskisinden daha işler duruma getireceği vaadiyle adaylığını koyup Başkan seçilmemiş midir?

***

Dünya kapitalizminin motoru olan ABD ekonomisinin iç dayanağı 302 milyonu bulan nüfusudur. Ülkenin temel karakterini dünyanın en güçlü tüketim toplumu olduğu gerçeği belirler ve hiçbir ABD Başkanının aklından ülkenin bu temel karakterini değiştirmek geçmez, geçemez, ayrıca geçirtmezler. Öte yandan da bu temel karakterin sürekliğini sağlaması için ABD emperyalist niteliğini korumak, sürdürmek zorundadır. Hiçbir ABD başkanının kişiliği bu zorunluluğun, kaçınılmazlığın önüne geçemez. Lenin’in saptaması geçerlidir: “Kapitalizmin en yüksek aşaması emperyalizmdir!”

Güçlenen her kapitalist ülke eninde sonunda mutlaka emperyalizmin bir ucuna ilişecektir.

Uluslararası medyanın ve profesyonel kanaat önderlerinin göz boyama operasyonları kimseyi aldatmamalıdır. Kapitalizm söz konusu olunca “demokrat”, “kadın” ya da “siyah derili” olmanın hiçbir önemi yoktur.

Başkan John F. Kennedy de “demokrat”tı, fakat başa gelince ilk işi CIA Kübalılarını silahlandırıp kendi ülkelerine çıkartma yaptırmak olmuştu.

Vietnam Savaşı’nın en büyük şahini de yine “demokrat” Başkan Lyndon Johnson’du. Vietnam’da ölen genç Amerikan askerleri için söylediği şu sözler hâlâ kulaklardadır: “Onlar ölmek için uygun yaştaydılar!”

Dünyada hangi kadın liderin kendisinden beklenen duyarlılığına tanık olabildik? Hindistan’da Indira Gahndi’nin, İngiltere’de Margaret Thatcher’in, İsrael’de Golda Meir’in, Sri Lanka’da Sirimavo Bandaranaike’nin, Pakistan’da Benazir Butto’nun ya da Türkiye’de Tansu Çiller’in mi?

Önce ABD’nin Genelkurmay Başkanı sonra Dışişleri Bakanı olan Colin Powell’in, şimdiki Dışişleri Bakanı Condaliza Rice’ın derilerinin “siyah” olması Irak’ın işgalinde, ABD’nin emperyalist siyasetlerinde neyi, neleri değiştirmiştir?

Bence olan önce boğazları kesilen sonra da ayaklarından asılıp postu yüzülen Van’daki Obacılaşma kurbanı o zavallı koyunlara olmuştur.



EVELEME, GEVELEME, DEVEKUŞU KOVALAMA - 05.11.2008

York Düşesi Sarah Ferguson’un Sosyal Hizmetler ve Çocuk Esirgeme Kurumu’na bağlı Ankara, Saray Rehabilitasyon Merkezi’nde gizlice çektiği insanlık dışı görüntüler başta hükümet üyeleri olmak üzere çeşitli kesimlerin tepkilerine neden oldu. Dışişleri Bakanı Ali Babacan Düşes’in bu davranışını “diplomatik bir skandal” olarak nitelerken, Devlet Bakanı Nimet Çubukçu da olayı, “Avrupa Birliği’nin Türkiye’ye ilişkin ilerleme raporunu açıklayacağı dönem”göz önüne alınarak zamanlanmış “siyasal bir komplo” olarak değerlendirmiştir.

Olay, temel karakteri genellikle “necip” olarak tanımlanan milletimizin milliyetperver fertlerinde de infiale yol açmıştır. Örneğin, Hürriyet’in internet sayfalarında olaya ilişkin görüşlerini açıklayan bir yurttaşımızın görüşleri benzer düşüncedeki milliyetperverlerin hissiyatına tercüman olmaktadır:

Bu Sarah denilen kadının 1985'teki skandal evliliğini canlı yayından izlemiştim. Hiçbir zaman kraliyete layık olamadığı için saraydan tekmeyi yedi. Şimdi de kendince 2. Sınıf gördüğü ülkelere giderek, üstün olduğunu kanıtlamaya çalışıyor. Ama asla eksikliğini çektiği soyluluğa kavuşamayacak.”

Görüldüğü gibi üst düzey siyasetçiler olayın diplomatik/siyasal boyutları üzerinde dururlarken, yurttaşlar da olayın psikolojik boyutuna vurgu yapmaktadırlar.

***

Oysa kim, nasıl görüntülemiş olursa olsun ortada bir fotoğraf vardır ve fotoğrafta bir sandalyeye oturmuş, elleri bağlı durumda bir özürlü görülmektedir. Soru budur ve çok basittir: Bu fotoğraf Saray Rehabilitasyon Merkezi’nde anlık bir gerçeği yansıtmakta mıdır, yoksa bu bir fotomontaj hilesi midir?

Eğer bu fotoğrafla anlık bir gerçek yansıtılıyorsa fotoğrafın diplomatik/siyasal amaçlarla mı ya da psikolojik güdülerle mi çekildiği hiç önemli değildir.

Toplumumuzun her kesiminde, devletimizin her katında hep var olan “gerçekle yüzleşmek sıkıntısı” giderek kalıcı bir hastalığa dönüşmektedir, dönüşmüştür. İnsanlara egemen olan, egemen oldukça da onları gülünçleştiren bir hastalıktır bu.

Önümüzde fotoğraflar, film kareleri durmaktadır. Örneğin, 1 Mayıs günü yere düşmüş bir kadın göstericinin kafası bir polis tarafından tekmelenmektedir. Aynı gün yoldan geçen bir turist çiftin erkek olanının sırtına şiddetli bir polis copu inmektedir. Bunlar saptanmış, herhangi bir tartışmaya yer bırakmayan anlık gerçeklerdir.

Eğer herhangi bir nedenden ötürü gözaltına alınan sapasağlam insanlar serbest bırakıldıklarında yürüyecek durumda değillerse ve bunun nedeninin gözaltında gördükleri şiddet olduğunu doktor raporlarıyla kanıtlıyorlarsa İçişleri Bakanı istediği kadar şeffaflıktan söz etsin bunun inandırıcı hiçbir yanı yoktur.

***

Aynı şekilde Devlet Bakanı Nimet Çubukçu Saray Rehabilitasyon Merkezi’ndeki görüntülere istediği siyasal yorumu getirsin, gerçeği değiştiremeyecektir. Oysa bu ülkede birçok şeyin temelden değişmesi gerekmektedir. Nimet Çubukçu’nun asal görevi kendi yetki alanındaki kurum ve kuruluşlardaki yozlaşmayı, çürümüşlüğü, bozulmuşluğu ortadan kaldırmaktır. Bozulma salt Saray Rehabilitasyon Merkezi ile sınırlı değildir. Çocuk yurtlarında da, yaşlı yurtlarında da gerçek kapısı aralandığında dışarıya ağır bir çürük kokusu sızmaktadır.

Sayın Bakan, anlık bir gerçeği yok dış politika, yok siyasal komplo diye eveleyip geveleyerek saptırmaya çalışacağı yerde o gerçeğin bir daha yinelenmemesi için önlemler almalıdır. Devekuşu örneği, başını kuma sokup “ben görmüyorum ya, kimse de görmüyordur” diye düşünmenin kendisine de, topluma da bir yararı yoktur.

Gerçek, ancak onunla yüzleşecek iradeye sahip insanlar tarafından değiştirilebilir.

Ne yazık ki AKP’li bakanlarda en olmayan şey de bu iradedir.

YENİ YOLLARA DÜŞMEK - 02.11.1008

Ekonomi kötü, daha da kötüye gidecek.
Birçok fabrika üretimini durduracak.
Sanayi sektörü dış borçlarını ödemekte zorlanacak.
İşsizlik artacak, hayat pahalanacak.
Kredi kartı borçları kapatılamaz olacak, bankalar haciz işlemlerine başlayacak.
Toplumca yoksullaşacağız.
Yakın geleceğimiz karanlık.

Tüm bunları biliyoruz.

***

Önümüzdeki mart ayında yerel seçimler var. Soğukların dayanılamaz olduğu, kazma kürek yaktırdığı günlerde sandığa gidilecek.
AKP iktidarı seçimlere hazırlanıyor. Planlı, programlı.
Valiler, kamyonların şoför mahallerinde oturacaklar, mahalle sokak dolaşıp bedava kömür dağıtacaklar.
AKP örgütleri seferber olup evlere fasulye, nohut, pirinç, şeker, tuz, yağ servisi yapacaklar, iktidarın sadakası olarak.
Sayıları her gün binlerle artan yoksullardan kömür, erzak karşılığı oy istenecek. Onlar da verecekler.
Arsalar, araziler eşe dosta peşkeş çekilmeye devam edecek. Varsıllar, kentlerin en yapı kondurulamaz yeşil alanlarına villalar kondururlarken, yoksulların iki göz evleri iş makineleriyle yerle bir edilecek.
İhale vurgunları sürecek.
Elektrik zamlanacak, doğalgaz zamlanacak, su zamlanacak.
Yerel seçimler pek bir şey değiştirmeyecek hayatımızda.

Tüm bunları biliyoruz.

Bildikçe, düşündükçe içimiz kararıyor.

***

Gelin, içimizi serinletecek bir parantez açalım bu boğucu hayatımıza.
Dün İstanbul Kitap ve Sanat fuarları kapılarını açtı Beylikdüzü’nde; bugünden önümüzdeki pazara tam bir hafta var önümüzde.
Gelin, kitapların, yazarların, resimlerin, heykellerin, sanatçıların dünyasına atalım kendimizi.
Öyle güzel etkinlikler var ki, yüzlercesinden birini, birkaçını izleyelim, ışıklanalım.
Kitap Fuarı’nın bu yılki başlığı “1968: 40 yıl önce, 40 yıl sonra”. Umutların filizlendiği, adil, yaşanası, güzel bir dünya için gençlerin başkaldırdığı o coşkulu günlere uzanalım.

Geleceğe dair hayaller kuralım.

Eğer bu düzenin dayattığı kurallar hayatlarımızı değiştirmenin önünde engelse ve bizler ille de başka hayatlar yaşamak istiyorsak, hayatımızı değiştirmek için ‘neler yapabiliriz’ sorusuna yanıtlar arayalım. Bunun için Kitap Fuarı’ndan, fuardaki açık oturumlardan, söyleşilerden, konferanslardan daha iyi bir olanağı nerede bulabiliriz?

Sanat Fuarını dolaşalım, kir, pislik, leke göre göre paslanmış gözlerimizin pası silinsin.
Unutmayalım; biz iyi insanlarız, apaydınlık daha güzel bir dünyaya layığız.
Kitapla, sanatla yeniden yollara düşelim, sonunda umudun görüneceği, mutlaka görüneceği o uzun yollarda yürüyelim hep birlikte, el ele, omuz omuza.

Haydi!