28 Eylül 2008 Pazar

BAYRAM - 01.10.2008


Dün bayramdı; biz yaştakiler bu bayramı Şeker Bayramı olarak bellemiştik, şimdilerde Ramazan Bayramı diye de anılıyor. İlk kutlanışından bu yana geçen 505 bin 160 günde doğrusunu diyememek kuşkusuyla, “Ramazan mı yoksa Şeker mi doğru, acep hangisi?” sorusuyla başlayan ve son günlerde alevlenen ad tartışmalarına kulaklarımı tıkadım, 1384 yıldır bulunamayan yanıtın üç günde bulunacağına inanmıyorum çünkü. Hem ‘Ramazan’ olsa ne çıkar, ‘Şeker’ olsa ne çıkar?

Kutlayanlar neyi kutladıklarını bilmiyorlar mı?

Çocukluk yıllarımın en güzel iki bayramından biriydi Şeker Bayramı. “Öbürü hangisiydi?” diye siz sormadan ben söyleyeyim. Cumhuriyet Bayramı’ydı. O yıllarda Taksim Alanı’nda düzenlenen geçit törenleri, askerler, bando mızıka, tanklar, renkli sular, bayraklar çok hoşuma giderdi. Şeker Bayramı’nın ise yeri daha başkaydı, bu başkalıkta en büyük payın aldığım armağanlarda olduğunu söylemeliyim.

Babam eğer denizde/seferde değilse mutlaka bayram namazına gittiğinden beni de yanında alır, sabah erkenden kalkılıp Fındıklı yamacında bulunan Cihangir Camisi’nin yolu tutulurdu. Ayaklarımda uyandığımda yatağımın ayakucunda bulup sevinçle giydiğim yeni ayakkabılarım olurdu. O yıllarda Cihangir’in Müslüman nüfusu parmakla gösterilecek kadar az olduğundan Bayram namazına gelen erkeklerin çoğu birbirini tanırdı. İmam ile müezzin cemaati cami kapısında karşılarlar, gelenlerin ellerini sıkarlardı. Avluda bayramlaşmak, bayramlaşırken karşısındakiyle bir çift söz etmek, hal hatır sormak bir mahalle geleneğiydi. Çocuklar o günün ilk şekerlerini, “Namazdan sonra yersin,“ diye tembihleyen Hoca’nın elinden alırlardı.

Çocuk olduğumuzdan bize öyle mi gelirdi yoksa gerçekten öyleler miydi, bilemiyorum, geride bıraktığım her yıl biraz daha özlediğim o eski, güzel yıllarda imamlar, müezzinler, hocalar sakallarına aklar düşmüş, güler yüzlü, sevecen, gözleri sıcak bakan insanlar olurlardı.

Tüm aile büyüklerim gibi babam da, annem de Ramazan ayı boyunca oruç tutarlar, o ay evimizde içki içilmezdi. Bayram akşamları akraba, eş dost ziyaretleri sona erdikten sonra hayat yeniden normale döner, rakı, bira ya da şarap tekrar masadaki yerlerini alırdı. Kimsenin kimseyi yiyip içtiğine bakarak değerlendirmediği, hele inançları üzerinde fikir yürütme, hüküm verme hakkını kendinde görmediği, bunun ayıp sayıldığı yıllardı.

Babamın ağabeyi, amcam Faik Kavukçuoğlu, İslami konularda yazdığı kitaplar, yayımladığı dergilerle tanınan bir insandı. Örneğin, ‘Süleyman Fâhir’ müstear adıyla Ayıntabi Mehmet Efendi’nin ‘Kur’an-ı Kerim Meali ve Tefsiri’ yapıtının dilini sadeleştirerek Latin harflerine çevirmişti; aynı zamanda da ‘Tam Namaz Hocası’, ‘Büyük Dua Kitabı’ gibi kitapların yazarıydı. Onun gibi, yakın bir aile dostumuz ve zamanının önde gelen duahanlarından biri olan Hafız Mecit Sesigür de Ramazan ayı dışında şarap içmekte bir beis görmezdi.

Mahalle komşularımız olan Rum, Ermeni, Musevi dostlarımız ziyaretlerini genellikle Bayram’ın ikinci, üçüncü günü yaparlardı. Bayram’ın vazgeçilmezi olan akide şekerinin, bonbonların, badem şekerlerinin, lokumların yanı sıra bu komşularımızın getirdikleri ev yapımı kurabiyeler, tarçınlı kekler, bisküviler o neşeli günlerimize ayrı bir çeşni katardı.

O güzel insanlar ne yazık ki gittiler, gitmeye zorlandılar.

Geçen yıllar içinde kent de, kentin insanları da değişti. Siyaset din üzerinden yapılır olunca insanların giyim kuşamları, yiyip içmeleri de baskı araçlarına dönüştü. Öyle ki Modalılar tam 10 haftadır her cuma akşamı bıkmadan, usanmadan Moda İskelesi lokantasına konan içki yasağına karşı direnç etkinlikleri düzenliyorlar. Başbakan da buna karşı AKP’nin ilçe kongrelerinde ‘yiyip içme’ üzerine vaazlar veriyor, geriye dönüşe, bireysel özgürlüklerinin kısıtlanmasına karşı direnme haklarını kullanan yurttaşları, Modalıları ‘dünyayı şişenin içinde görenler’ diye niteliyor.

Nereden nereye gelmişiz…



27 Eylül 2008 Cumartesi

GERÇEĞİ GÖRÜP DE GÖRMEZDEN GELMEK - 28.09.2008

8/9. Ergenekon dalgasından sonra haftanın en önemli olayı Perşembe günü Uğur Dündar’ın yönetiminde gerçekleşen ve TBMM’den naklen verilen Kemal Kılıçdaroğlu ile Dengir Mir
Mehmet Fırat
arasındaki söz düellosuydu.

Olay ertesi gün tüm gazetelerin manşetindeydi. Gazeteler attıkları manşetlere uygun haberler/yorumlar döşenmişlerdi. Fakat aralarında öyleleri vardı ki, insan, “Acaba bunlar başka bir tartışmaya mı tanıklık etmişler?” diye sormadan edemiyordu.

Kılıçdaroğlu, Fırat’a yönelttiği suçlamalarını toplumumuzun okulluluk ortalamasının 4 yılın altında olduğunu hesaba katarak suçlamalarını herkesin anlayabileceği bir açıklıkta dile getirmiş, söylediklerini de belgelemişti.

Bu belgelere göre 24 ekim 2000 tarihli bir müfettiş raporuyla Dengir Mir Mehmet Fırat’ın Yönetim Kurulu Başkan Yardımcısı ve yüzde 30 ortağı olduğu MENAS A.Ş.’nin ‘hayali ihracat’ yaptığı saptanmış, Danıştay da MENAS şirketini mahkum ederek haksız olarak aldığı vergi primleri Hazine’ye geri ödemesine karar vermişti. Bu karar, MENAS hayali ihracatçı bir şirket midir, değil midir, sorusuna verilen kesin bir yanıttı.

Dengir Mir Mehmet Fırat ise başka soruşturmaların sonuçlarını karşı-kanıt olarak ileri sürüyordu. Oysa başka soruşturmalarda MENAS’ın yargı tarafından aklandığını gösteren bu kanıtların Kılıçdaroğlu’nun sözünü ettiği kesinleşmiş mahkûmiyet kararıyla bir ilgisi yoktu.

Ne var ki Dengir Mir Mehmet Fırat’ın belgelediği bu aklanmanlar bir kısım medyaya göre insanların ‘kafalarını karıştırmış’, vatandaş ‘hiçbir şey anlamamıştı’. Durum gerçekten vahimdi, çünkü bu denli somutluk karşısında insanın kafasının karışması için tedavi edilemeyecek ölçüde salak olması gerekirdi. Zekâsı en alt düzeyde olan herhangi insan suretli bir yaratık bile bir şirket hakkında eğer ikide bir soruşturma açılıyorsa bundan o şirketin ‘lekeli’ bir durumu olduğunu çıkartabilirdi. Türkiye ekonomisinin ‘hayali ihracat’ yağması incelendiğinde hiçbir hayalici şirketin ihracatının tümünü ‘hayali’ yapmadığı, yetkili/ilgili makamların gözünü boyamak için arada bir de olsa kurallara uygun davrandığı biliniyordu.

Gerçeği görüp de görmezden gelmek bizim bir kısım medyamıza özgü etik/ahlak dışı bir davranıştı.

Hayali ihracatı da içeren/kapsayan ticari namussuzluk gebelik gibi bir durumdu, nasıl ‘yarım gebelik’, ‘az gebelik’ gibi bir durum söz konusu olamazsa, gebelik gebelikse, namussuzluk da namussuzluktu. Bir şirket eğer hayali ihracat yapmışsa, bu nedenle mahkûm olmuşsa üzerine leke düşerdi. Lekeli bir şirketin arada bir ‘yasal’ davranması onun lekeliliğini ortadan kaldırmazdı. Lekeli bir şirketi savunmak insanın omuzlarına binen çok ama çok ağır bir yüktü. Dengir Mir Mehmet Fırat dolaylı da olsa bu ağır yükü sırtlarken, doğal olarak onu savunan medya da, onun ait olduğu AKP de aynı yüke omuz veriyordu.

‘Eroin meselesi’nde ise o tarihte söz konusu lekeli şirketle ilişiği kalmamış Sayın Dengir Mir Mehmet Fırat’ı tenzih ederek düşünüyorum… Nasıl bir cüretkârlık, nasıl bir sahtekârlıksa hayali ihracatçılıktan lekeli MENAS şirketinin avukatı yetkili makamlara, Sayın Dengir Mir Mehmet Fırat’ın adını da kullanarak MENAS ürünlerini taşıyan kamyonların gümrüklerde ‘sıkı sıkıya’ aranmamasına ilişkin başvuruda bulunmuştu. Fakat gümrükçüler bu siyasi baskı girişimine kulak asmayıp bir MENAS kamyonunu didik didik edip 89 kilogram eroin ele geçirmişlerdi.


Kılıçdaroğlu’nun sunduğu bu belge karşısında Sayın Fırat, haberi olmadığından olacak, şaşırmış, yorum yapmaktan kaçınmıştı. Umarız, derhal harekete geçerek adını kanunsuz/izinsiz olarak kullanan ve adının bir uyuşturucu kaçakçılığında geçmesine yol açarak saygınlığına gölge düşmesine neden olan bu avukat hakkında yargıya başvuracaktır.

Adından da anlaşılacağı gibi Sayın Fırat bir ‘mir’, yani ‘bey’dir. Beylere yakışan da budur.

23 Eylül 2008 Salı

GÜNAYDIN! - 24.09.2008

Geçen cumartesi günkü Radikal’in manşeti ve altındaki fotoğraf ürkünçtü. Sayfayı hazırlayanlar ‘Faşizmin ayak sesleri’ manşetinin altına 10 mayıs 1933 gecesi Berlin Opera Meydanı’nda Naziler tarafından düzenlenen ‘kitap yakma ayininden’ bir ânı gösteren büyük bir fotoğraf koymuşlardı. Sonradan Alman sosyalizminin önderlerinden August Bebel’in adı verilen alanda o gece binlerce nasyonal-sosyalistin ‘zafer haykırışları’ eşliğinde Karl Marx, Friedrich Engels, Sigmund Freud, Kurt Tucholsky, Erich Kaestner, Heinrich Heine, Erich Maria Remarque gibi 94 düşünür, bilim adamı, yazar ve şairin kitapları yakılmış, bu faşist ayin radyo tarafından naklen yayınlanmıştı.

Radikal’in manşeti ve o çarpıcı fotoğraf Başbakan’ın Doğan Grubu medyasına karşı başlattığı boykot kampanyasına karşı bir tepkidir. Doğan Grubu’nun, daha düne kadar AKP’yi ve liderini Türkiye’nin demokratikleşmesi yolunda bir ‘umut’ olarak gören/gösteren AKP savunmanı ‘demokrat’, ‘liberal’ yazarlarının da oklar kendi gazetelerine, televizyonlarına yönelince düşüncelerini değiştirmek zorunda kaldıkları görülüyor.

Ancak sıra kendisine geldiğinde tehlikenin ‘tehlike’, yanlışın ‘yanlış’ olduğunun farkına varmak, -daha da vahimi-, farkına varmak zorunda kalmak ne yazık ki bizim liberallerimize özgü bir eksikliktir.

Yine 1933 yılı Almanya’sının kitap yakma ayinlerine dönelim. Birçok üniversite kentinde çok sayıda ‘bilim insanı’nın o yüz kızartıcı ayinlere sırtında cüppesiyle katılıp destek verdiğini biliyoruz. Berlin’de felsefeci Alfred Baeumler, Bonn’da dilbilimciler Hans Naumann ve Friedrich Naumann, Göttingen’de Gerhard Fricke, Dresden’de Will Fricke gibi. Bu ‘bilim adamları’nın bir bölümü ayinlerin düzenlendiği alanlara tezek kağnılarıyla taşınarak aşağılanan ve tezek yabalarıyla ateşe atılan kitapların yazarlarıyla arkadaştı. Ne var ki ihtiraslarının tatminini iktidarı desteklemekte görmeleri onları salt gerçeklerden değil insani değerlerden de uzaklaştırmıştı.

İlerleyen yıllarda bizzat kendileri, görmek istemedikleri gerçeklerle yüz yüze geldiklerinde ise geri dönüş koşulları çoktan ortadan kalkmıştı. Tarihe, ‘bilim dünyasının alçakları’ olarak geçtiler.

İstedikleri bu muydu? Sanmıyorum, fakat bazen ihtiraslar insanları arzu etmedikleri, pişman oldukları sonlara götürüyor.

Medyada hiç de azımsanmayacak sayıda yazar/yorumcu tanık oldukları bunca olumsuz gelişmeye karşın hâlâ, hedefleri İslami siyasal/ideolojik zeminden kaynaklanan bir partinin Türkiye’yi demokratikleştirebileceğini, insanlarını özgürleştirebileceğini, ülkeyi çağdaş uygarlık düzeyine yükseltebileceğini düşünüyor, düşünebiliyor.

Oysa İslam, toplumun ve bireylerin hayatlarının her alanına kurallar getiren, tartışılamazlığı, dokunulamazlığı, değiştirilemezliği müminler tarafından kabul edilen bir inanç, bir dünya görüşü, bir dogmadır.

Bir dogmanın demokrasiyle, bireysel özgürlüklerle bağdaşabilir bir yanı olabilir mi?

Nasıl ki ‘demokratik İslam’ ya da ‘özgürlükçü İslam’ diye bir kavram yoksa, olamıyorsa, ‘ılımsızı’, ‘ılımlısı’ da yoktur, olamaz.

Dolayısıyla İslam’ı evrensel demokrasiyle, evrensel hak ve özgürlüklerle ilişkilendirmek boş bir çabadır, son çözümlemede bir aldatmacadır.

‘Liberal’ yazarlar, yorumcular ağız birliği etmişlercesine şimdi Başbakan’ı basın özgürlüğünden hareketle kıyasıya eleştiriyorlar, altı yıldır alanlarda hak arayan emekçilere uygulanan şiddetin, bireysel özgürlüklere getirilen yasakların yeni farkına varmışlarcasına… Şimdi Allah’tan Başbakan’a akıl fikir vermesini diliyorlar.

Günaydın!






Fotoğraflar:Üstten alta: Hitler Almanya'sında bir kitap yakma ayini; Ayinin mimarlarından Joseph Goebbels; İran'da içki imha operasyonu; Kitap gibi alkol de yanar; Türkiye'de bir cami çıkışında asabi Müslümanlar; Cumhuryet mitinglerinden bir görüntü












20 Eylül 2008 Cumartesi

KAVGANIN NİTELİĞİ - 21.09.2008


10 eylül 2008 tarihinde yayımlanan ve Erdoğan-Doğan kavgasını konu alan ‘Gözlemler’ başlıkla yazıma, “Bu köşede birkaç kez Anadolu kapitalizminin, kapitalist üstyapısını oluşturacağı yerde var olan feodal üstyapıyı din temelinde yeniden ürettiğine, Adalet ve Kalkınma Partisi’nin de bu sürecin siyasal/ideolojik gücü olduğuna ve bunun kaçınılmaz olarak metropol kapitalizmiyle bir çatışmaya yol açacağına değinmiştim,” cümlesiyle giriş yaptıktan sonra paragrafı, “Anadolu sermayesi, AKP’nin de desteği ile gücünü arttırdıkça bu çıkar çelişkilerinin daha da keskinleşeceği, dolayısıyla bu tür çatışmaların da büyüyüp yaygınlaşacağı kesindir,” diye bağlamıştım.

Aynı konuya 15 eylül 2008 tarihli Sabah’ta Hasan Bülent Kahraman dostum da değinmiş; Bu savaş bekleniyordu, kaçınılmazdı. Sonunda patladı. Savaşın tarafları tekrar edeyim Doğan-Erdoğan değildir. İstanbul burjuvazisiyle Anadolu burjuvazisidir,” diyor. Ne var ki ‘çatışmanın tarafları’na ilişkin saptamamız birbiriyle örtüşüyor olsa da vardığımız sonuçlar/öngörüler farklı. Kahraman’a göre, Anadolu'ya dayanan, farklı bir sermayeden yana olan, yeni bir sosyopolitik dinamik yaratmaya çalışan AKP nihayet burjuvaziyle büyük savaşına girmiştir; Erdoğan rant ekonomilerini yerleşik İstanbul burjuvazisinin tasallutundan kurtarmak ve dağıtım ekonomileri aracılığıyla Anadolu'ya aktarmak” istemektedir, dedikten sonra, “Sonucu ne olur, kim haklıdır, doğru mu yapılıyor, bunlar ayrı sorular ama bu bence bir ‘devrim’ hamlesidir,” diye ekliyor.

Hasan Bülent Kahraman’ın sözünü ettiği ‘sosyopolitik dinamik’ kavramı üzerinde düşünmek gerekiyor. Anadolu’da, özellikle de sanayileşmenin son yıllarda ivme kazandığı, kapitalizmin hızlı bir gelişme gösterdiği kentlerde ‘sosyopolitik dinamik’ hayata muhafazakârlaşma/dincileşme olarak yansıyor.

Bu kentlerde AKP’nin 2002 ve 2007 genel seçimlerindeki oy oranlarına bir bakalım: Aksaray (48.1/63.3), Gaziantep (40.0/59.7), Kahramanmaraş (53.9/67.9), Konya (54.9/64.8), Kayseri (54.3/65.6). Sanayileşmekte/kapitalistleşmekte olan Batı Anadolu illerinde de durum pek farklı değildir: Bursa (41.3/51.1), Denizli (24.2/42.9).

Bu sayılara Saadet Partisi’nin aldığı oyları da ekleyelim: Aksaray (50.1/64.9), Gaziantep (42.2/61.0), Kahramanmaraş (55.6/69.4), Konya (59.7/69.4), Kayseri (57.3/67.7), Bursa (44.23/55.01) ve Denizli (24.2/42.9), durum budur.

Sanayileşen/kapitalistleşen bu kentlerin ortak özelliği, kapitalist üretim ilişkilerinin yoğunlaşması/yaygınlaşması ölçüsünde üstyapı kurumlarının bu gelişmeye koşut olarak liberalleşme/demokratikleşme yerine feodalleşmesi/dincileşmesidir. Anadolu kapitalizmi kendi üstyapısını oluşturacağı yerde mevcut, fakat 1980’lere kadar çözülmekte olan feodal yapıyı sağlamlaştırarak ve dincileştirerek yeniden üretmektedir. Bu kentlerdeki yerel yönetimlerin de, ‘sivil toplum’ kuruluşlarının da sosyopolitik, siyasal/ideolojik zemini dinciliktir.

Dincilik nedir? Sanırım bu sorunun yanıtını, “Türkiye’de dincilik, sosyal, kültürel, ekonomik ve siyasal kurumların, kuruluşların, örgütlerin, derneklerin, medyanın İslami esaslara göre oluşturulması, biçimlendirilmesi, bireylerden de tutum ve davranışlarını bu esaslara göre düzenlemesini beklemek/istemektir” diye verebiliriz.

Anadolu’da bugün karşımıza çıkan görüntü budur. Kapitalizmin gelişmesine koşut olarak ortaya çıkan ve AKP tarafından yönlendirilen ‘sosyopolitik dinamik’, Anadolu’da bireylerin özgürlüklerini kısıtlayan, toplumu ‘sermaye-yerel yönetim-devlet’ üçlüsünün egemenliği altına sokan toplumsal-siyasal-kültürel bir zeminin oluşup güçlenmesine gerekli ortamı/koşulları hazırlamıştır/hazırlamaktadır. Kavga özünde bu gelişmeden yana olanlarla karşı olanlar arasındadır, ‘gerisi teferruattır’.

16 Eylül 2008 Salı

DÜŞÜŞ - 17.09.2008

AKP ilçe kongrelerine katılan delege ve izleyiciler, Sayın Başbakan ne söylerse söylesin, çılgınca alkışlıyorlar. Televizyonların verdikleri görüntülere bakıyorum, çoğu orta ve dar gelirli kesimlerden insanlar. Sonu görünmeyen bir denizde akıntıya kapılmışlar, nerede karaya vuracaklarını bilmeden, üstelik bunu merak da etmeden sürükleniyorlar.

Ekonominin büyüme hızı son üç ayın toplamında, geride kalan altı yılın en alt düzeyine, yüzde 1.9’a düşmüş. Enflasyon çift haneli rakamlarda yukarıya tırmanıyor, yaz aylarında sezona bağlı olarak görülen istihdamdaki görece rahatlama kışla birlikte yerini daralmaya, işsizliğe bırakacak. Son üç ay içinde sokağa atılan emekçi sayısı daha şimdiden 96 bini bulmuş bile. Ne var ki tüm bunlar Başbakan’ı alkışlayanların umurunda değil.

Oysa ekonomideki olumsuz gidişte topun ağzında olanlar, kepenklerini ilk indirecekler, banka borçlarının altında ilk ezilecekler, ilk işsiz kalacaklar onlardır.

Ama alkışlıyorlar.

Almanya’da yıllardır din kisveli dolandırıcı şebekeleri tarafından birikimleri cukkalananlar, avroları içedilenler onların hemşerileri, onların akrabaları; yine de seslerini çıkarmıyorlar. Şaşılası bir tevekkül içindeler, sanki efsunlanmışlar, afyonlanmışlar.

Başbakan’ı dinliyorlar. Başbakan’ın sesi öfkeli, kaşları çatık, yolsuzluklardan söz ederken, yapanlara değil, yazanlara çatıyor. Alkışçılar o zaman hareketleniyorlar, ayağa fırlayıp yolsuzlukları yazan gazetecilere çatan Başbakan’a “Türkiye seninle gurur duyuyor!” diye tezahürat yapıyorlar.

Başbakan’ı alkışlayanların okuduğu gazeteler, izledikleri televizyon kanalları yolsuzluklara, yoksulluklara, çalıp çırpmalara, işsizliğe, pahalılığa yer vermiyor. Onlar da dünyayı Başbakan’ın anlattığı gibi tozpembe sanıyorlar, öyle görmek istiyorlar. Öyle sanmak, öyle görmek isteyecek kadar uzaklaştırılmışlar, kopartılmışlar yaşadıkları hayatlardan. Burada din üzerinden siyaset yapanların, dinci medyanın hakkını teslim etmek gerekiyor, çünkü insanları kendi hayatlarına kopacak ölçüde yabancılaştırmak, kendi kendilerini hançerleyecek ölçüde uyutabilmek hiç de küçümsenecek bir ‘başarı’ değildir!

Ne var ki bu devran ebediyete kadar sürüp gitmeyecek; çünkü düşüş hep yükselişin vardığı en üst noktada, zirvede başlar, AKP iktidarı da, lideri de bu kaçınılamaz sonu değiştiremeyecektir. Düşüş başlamıştır bile. Yoksa kendine özgüveni sağlam olan bir siyasal güç neden böylesine hırçınlaşsın, öfkesini gemleyemez olsun?

Düşüşü en yakından duyumsayanın düşen olduğu bilinen bir gerçektir. Ülkenin dört bir yanında ayyuka çıkan yolsuzluklar, ‘laikliğe karşı eylemlerin odağı olunması’ hâli, muhalefetin sesini kesme girişimleri, yargı fiyaskoları, eş-dost kayırmaları önlenemez düşüşün somut görüntüleridir.

Tüm bu görüntüleri perdelemeye, olan biteni yok göstermeye yandaş medyanın çabaları da bir süre sonra yetmez olacak, efsunlanmış kitlelerin yanlış alkışları düşenlerin kulaklarında sadece hoş bir seda olarak kalacaktır.

Düşüş bir süreçtir, çıkışta aldığından daha kısa bir zaman alır. Bunu daha da hızlandırmak başta sosyalistler olmak üzere bu ülkenin kafaları aydınlık, iktidardan çıkar beklemeyen dürüst, erdemli, çalışkan, demokrat, yurtsever insanlarının işidir, görevidir.

Türkiye’de demokrasinin işlerlik kazanması için, toplumun ve bireylerinin özgürleşmesi için parlamenter savaşım tek başına yeterli değildir. Türkiye’de demokrasiyi hayatın her alanında örgütlenme becerisini gösteren bireyler kuracaktır. Bunu bildiği içindir ki Moda İskelesinde her Cuma akşamı düzenlenen ‘Moda İskelesini yobazlara kaptırmayacağız! Işığını al da gel!’ eylemi Başbakan’ın sinirini bozmuştur, çünkü etkin bir parlamento dışı muhalefet her iktidar için gelen bir toplumsal/siyasal depremin habercisidir. Dolayısıyla tabandan gelen bu tür yurttaş girişimleri karşısında iktidar sahiplerinin sinirlerinin bozulması doğaldır.

Ve sinirleri daha da bozulacaktır.



14 Eylül 2008 Pazar

BAŞBAKAN VE MODA İSKELESİ - 14.09.2008

Başbakan esip gürlüyor. Şimdi dilinde Moda var, Moda’nın iskelesi var, kulaktan dolma bilgilerle ileri geri konuşuyor. Hafta içinde AKP Kadıköy
İlçe Örgütünün düzenlediği iftar yemeğinde oruçlu cemaate Modalılara ilişkin söyledikleri yenir yutulur şeyler değil.

Biliyorsunuz bir süredir Modalılar, İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin giriştiği ‘Moda İskelesini alkolden arındırma harekâtına’ ve bu harekâtın bir parçası olan, iskeleye uzanan rıhtımın başını demir parmaklı yüksek bir kapıyla kapatıp, gelen geçeni özel zaptiyeye aratma uygulamasını dehşetle izliyorlar. Bir kesim Modalı ise yalnızca izlemekle yetinmiyor, sekiz haftadır her cuma akşamı bu dönüştürümü/uygulamayı demir parmaklıkların önünde protesto ediyor.

Yedi haftadır “Moda İskelesini Yobazlara Bırakmayacağız. İçkini Kap da Gel!” başlığı altında sürdürülen protesto eylemi son haftadan itibaren “Moda İskelesini Yobazlara Bırakmayacağız. Işığını Al da Gel!” başlığıyla sürdürülüyor.

Protesto eylemi yalnızca Modalılarla sınırlı değil, her hafta Avrupa yakasının ve Kadıköy’ün çeşitli semtlerinden insanlar Moda’ya gelerek ‘dinci dönüştürüme’ karşı direnenlerle örnek bir dayanışma sergiliyorlar.

İskele eyleminin kendine özgü bir yanı var; gençler müzik yapıyorlar, şarkılar söylüyorlar, nostaljik esintilerde orta yaşlı ve yaşlı, -ama ruhları hep genç kalmış-, Modalılar da şarkılara katılıyorlar. İskelenin özellikle eski zamanların gençleri ve genç âşıkları için üç yanı maviyle kuşatılmış bir özgürlük köşesi olduğunu bilenlerin, o güzel zamanları yaşayanların bellekleri canlanıyor. Yandaki kayıkhanenin sahibi Salih Reis için, Moda Aile Lokantası’nın ilk sahibi Koço Korontos için, pos bıyıklı iskele memuru Kenan Kaptan için, şimdi metruk halde bulunan Moda Deniz Kulübü’nün unutulmaz Başkanı Zeki Rıza Sporel için, kulübün yazlık işletmecisi Süreyya Bey için şişeler kalkıyor ve artık hayatta olmayan Modalılar anımsanıyor.

İskeleye yığılan/yığdırılan polisler, çevik güç görevlileri, sivil memurlar başka eylemlerde rastlamadıkları bu şenlik görüntülerini, bu törensellikleri hayretle izliyorlar.

Fakat tüm şenlikli görünüşüne karşın eylem ‘siyasi’ özünden hiçbir şey yitirmiyor.

Başbakan ise eylemi düzenleyen Modalıları, Modalıları destekleyen İstanbulluları, “Moda'da bir yerlerden sipariş olan kişiler gelebilir” diye suçluyor, “Bunlar hayatı o şişenin içerisinde görenlerdir,” diyor. Suçlaması da, saptaması da yanlış Başbakan’ın. Sonra tutup, “Bu ülkede hizmeti verirken hedef saptırmayı yapanlara diyoruz ki, hedefi doğru tayin edin,” diye sesleniyor. Oysa hedefi saptıran da, sözü çarpıtan da kendisi.

Sözlerini sürdürüyor: "Kardeşim vatandaşın bir kısmı içiyor mu? Buyursun içsin. Ama bir kısmı da içmiyorsa bırak o da içmesin. O seni niye rahatsız ediyor? Mahalle baskısı deniliyor ya, asıl mahalle baskısı bu ülkede ben içmiyorum kardeşim sen buyur iç bu anlayışı sürdürenlere. Bunlara yapılıyor asıl mahalle baskısı. Sıkıntı burada. Ben beyefendiye diyorum ki, ‘Ya kardeşim sen iç bırak ta ben içmeyeyim. Aynı masada oturalım. Sen iç, bırak ben içmeyeyim’.”

Eylemciler de başka bir şey istemiyorlar ki… Moda İskele Lokantası içene de, içmeyene de hizmet versin, kimse içtiği ya da içmediği için dışlanmasın, diyorlar.

Başbakan bunu bilmiyor mu? Mutlaka biliyor, ama işine öyle geldiği için gerçeğin dışına çıkarak konuşuyor. Gerçeğin dışına çıkıp konuştuğunda iftar sofrasında kendisini dinleyen müminlerin bundan çok hoşnut olacaklarını düşünüyor/biliyor, nabza göre şerbet veriyor. Ama söylediği/anlattığı şeylerle hiç ilintisi olmayan insanları, “Hayatı o şişeden görenler” diyerek ‘zındık’ durumuna düşürürken birtakım çevrelere ‘hedef’ gösterdiğini aklına getirmiyor. Yoksa getiriyor mu?

Modalılar, Kadıköylüler, İstanbullular Başbakan ‘öyle söylüyor’ diye eylemlerinden kuşkusuz ki vazgeçmeyecekler, tam tersine güçlenecekler ve bu örnek eylem kentin başka bölgelerine de yayılacaktır. Başbakan unutmasın, sonunda hep gerçekler, doğrular kazanır.

Ve Türkiye’de güneş daha batmamıştır!

Yukarıda ilk fotoğraf: 1960'ların ortalarına kadar Koço'dan bakıldığında Moda İskelesi ve rıhtımı böyle görünürdü. Ne demişler: Geçmiş zaman olur ki hayali cihan değer...

10 Eylül 2008 Çarşamba

GÖZLEMLER - 10.09.2008

Bu köşede birkaç kez Anadolu kapitalizminin, kapitalist üstyapısını oluşturacağı yerde var olan feodal üstyapıyı din temelinde yeniden ürettiğine, Adalet ve Kalkınma Partisi’nin de bu sürecin siyasal/ideolojik gücü olduğuna ve bunun kaçınılmaz olarak metropol kapitalizmiyle bir çatışmaya yol açacağına değinmiştim.

Son günlerde patlak veren Tayyip Erdoğan-Aydın Doğan kavgası, feodal üstyapılı ‘dinci’ Anadolu sermayesinin sözcüsü AKP ile ‘laik’ metropol kapitalizmi arasında beklenen çatışmanın, Rahmi Koç’un, “Ben işyerlerimde sakallı bıyıklı adam çalıştırmam!” sözleri üzerine Koç Grubu’yla çıkan tartışmadan sonra yükselen ilk sestir. Kavganın nedeni AKP tarafından her ne kadar ‘Hilton arazisi’ olarak gösterilmeye çalışılsa da (buradaki doğruluk payı ayrıca tartışılmalıdır) esas neden Ceyhan’daki rafineri inşaatıdır. Doğan Grubu burada bir rafineri yapmaya talip olmuş, fakat bu talep, o bölgede rafineri sözünün daha önce AKP’ye, özellikle de Tayyip Erdoğan’a yakın Çalık Grubu’na verildiği gerekçesiyle reddedilmiştir. Bu, Anadolu ve metropol sermayelerinin aralarındaki çıkar çelişkilerine somut bir örnektir.
Anadolu sermayesi, AKP’nin de desteği ile gücünü arttırdıkça bu çıkar çelişkilerinin daha da keskinleşeceği, dolayısıyla bu tür çatışmaların da büyüyüp yaygınlaşacağı kesindir.

Bu çatışmanın bir yanı da Anadolu sermayesinin eline geçen metropol medyasının taşralaşması olarak kamuoyuna yansımaktadır. Daha bir süre öncesine kadar kapitalizmi modernleşmenin motoru olarak gören birçok köşe yazarı ve televizyon yorumcusu bugün ‘liberalizm’ adına köylülüğün/taşralılığın 2008 yılı Türkiye versiyonu olan ‘altı kaval üstü şişhane’ yeniden üretilmiş feodal üstyapılı Anadolu kapitalizmini ‘modernleşme’ olarak tanımlamaktadır. Kimileri de bu tanımlamayı eski solculuklarının ardına sığınarak ‘Marksist’ kavramlarla açıklamaya çalışmakta ve düştükleri bu zavallı durumdan en ufak bir hicap duymamaktadırlar.

Kişi, uzun süre savunduğu düşüncelerinden, inançlarından, dünya görüşünden vazgeçebilir, hatta eskiden savunduğu düşüncelerini, inançlarını, dünya görüşünü kamuoyu önünde açıkça eleştirebilir. Bu doğal karşılanmalıdır, çünkü o kişinin eskiyi terk etmesinin nedeni eleştirilerinde öne sürdüğü öznel gerekçeleridir. Bu tür vazgeçişler kimseye ayıplama, suçlama hakkı vermez.
Ayıplanması gereken, kişinin, yeni düşünsel hayatında karşılaştığı olay ve olgular üzerinde fikir yürütürken, eleştiriler yaparken, çeşitli gerekçeler ileri sürerek eleştirip vazgeçtiği ‘eski’ düşüncelerini, inançlarını, dünya görüşünü hâlâ araç olarak kullanmasıdır. Soldan dönme liberallerin sıkça yaptıkları budur.

Önce Dişli’ sonra da ‘Deniz Feneri’ olayı Başbakan’ın sinirlerini iyice bozmuştur. Mızrağı çuvala sığdıramamanın çaresizliğiyle esip gürlemektedir. Bir Başbakan’ın büyük bir medya grubunu karşısına alıp tüm yorumcularını, yazarlarını, habercilerini ‘patronunun sesi’, ‘patronunun kalemi’ olarak ilan etmesi, küçültmesi demokrasimizin tüm ucubeliğine karşın benzerine daha önce rastlanmamış bir durumdur. Ne var ki yukarıda değindiğimiz temel çatışma giderek daha da derinleştiğinde bu gibi durumlar da olağanlaşacaktır.

Son günlerde AKP yandaşı görsel ve yazılı basındaki ‘liberal’ yorumcuları, yazarları gözlemliyorum. Onlar için ne ‘Dişli’ ne de ‘Deniz Feneri’ diye bir olay var; başka bir ülkede yaşıyorlar sanki. AKP’nin başı meslektaşlarına saldırıyor, yüzlerce yorumcuyu, gazeteciyi, yazarı, haberciyi bir çırpıda aşağılıyor, bunların ağzından tek sözcük çıkmıyor, çıkamıyor.

Bir de Doğan Grubu medyasında köşe kapmış ‘AKP muhipleri’ var ki onların durumu gerçekten hazin. Aşağı tükürseler sakal, yukarı tükürseler bıyık, ‘patron kalemşörlüğü’nü susarak sineye çekiyorlar.
İnsan bunlara acısın mı, acımasın mı bilemiyor.

6 Eylül 2008 Cumartesi

BARIŞ GÜNÜNDEN NOTLAR - 07.09.2008

Barış Günü’nün kutlandığı 1 eylül pazartesi günü önce Uluslararası PEN Türkiye Merkezi, Türkiye Yazarlar Sendikası ve Edebiyatçılar Derneği’nin saat 17.00’de Taksim Alanı’nda, tramvay durağında ortaklaşa düzenledikleri basın açıklaması etkinliğine, sonra da Küresel Barış ve Adalet Koalisyonu’nun düzenlediği, saat 18.30’da başlayan Tünel Meydanı-Galatasaray arasındaki Barış Yürüyüşü’ne katıldım.

PEN gibi zaten üyesi olduğum derneklerin etkinlikleri dışında uzunca bir zamandır ülkemiz ve toplumumuz için gerekli/yararlı gördüğüm miting, gösteri, oturum, yürüyüş vb etkinliklere de “Düzenleyicisi kimdir?” diye üzerinde uzun boylu düşünmeden katılıyorum. İçinde bulunduğumuz dönemde kamuya açık bu tür etkinliklerin ardında “Acaba şu örgüt ya da kuruluş mu var? Öyleyse orada benim işim yok, çünkü dış kapının dış mandalının kuramsal değerlendirmesi konusunda ters düşüyoruz!” türünden gerekçeler bana kolaycılık, tembellik, bahanecilik gibi geliyor. Gün, ‘bir şeyler yapmak günü’ ve kim iyi bir şeyler yaparsa desteği hak ediyor, diye düşünüyorum.
Fakat yukarıda yazdıklarımla arasında doğrudan bir ilişki de olsa üzerinde durmak istediğim konu bu değil.

Yazar örgütlerinin ortaklaşa basın açıklamasının içeriği, yazarların gelecek yılki ‘Emek ve Dayanışma Günü’nü emekçilerle birlikte Taksim Alanı’nda kutlamak amacıyla yazar Leyla Erbil’in başkanlığında kurulan ‘1 Mayıs 2009 Yazarlar Komitesi’nin çalışmalarını kamuoyuna duyurmaktı. Yazar örgütleri tarafından üyelerine duyurulan ve kaleme alınan açıklamanın yazar Latife Tekin tarafından okunduğu bu etkinliğe katılanların sayısı 27 idi. Yüzlerce yazarın yaşadığı İstanbul’da düzenlenen bu etkinliğe katılan 27 kişi içindeki yazar sayısı ise 15’i geçmiyordu.

Taksim’deki etkinlikten hemen sonra Tünel Meydanı’na geldiğimden yürüyüşün başlayacağı saate kadar olan 50 dakikalık zamanımı geçirmek için arkadaşım Faruk Şüyün ile birlikte meydandaki cafelerden birine oturduk. Önce ikişer üçer sivil polisler gelmeye başladılar. Onları kullandıkları gri renkli Hyundai marka otomobillerinden tanıyorduk. Kendileri de kimliklerini gizlemek için hiçbir çaba göstermiyorlardı zaten.

Saat 18.00 oldu, fakat ortada göstericilerden pek kimse yoktu. O sırada bizi görüp yanımıza gelen bir arkadaşımıza, İstiklal Caddesi ile Galip Dede Caddesi’nin birleştiği köşede sayıları giderek artmış olan sivil polis grubunu göstererek, “Böyle giderse polis sayısı gösterici sayısını aşacak,” dedim. “Saat 18.30 olsun, kalabalık toplanır,” diye yanıt verdi arkadaşımız.


Gerçekten de çok geçmeden ellerinde bayraklarla, dövizlerle 150-200 kişilik bir kalabalık toplandı ve tam vaktinde Galatasaray’a doğru yürüyüşe geçildi.

Her iki etkinlikteki katılımcı sayısının azlığı karşısında, ne yalan söyleyeyim, hüzünlendim. Etkinlikleri düzenleyen kuruluşlardan hiçbirine eleştirim yok, hepsinin de duyuru-tanıtım bağlamında ellerinden geleni yaptıklarına inanıyorum.

Eleştirim, her olanakta demokrasiden, özgürlükten, emekten, barıştan söz eden, fakat bu tür etkinliklerden bin bir bahane/mazeret bulup uzak kalanlaradır.

Irak, Afganistan, Ortadoğu, Kafkaslardaki çatışmalar, gerilimler sürerken, boğazlarımızdan her gün yeni bir ABD savaş gemisi Karadeniz’e açılırken, Güneydoğu’da silahlar karşılıklı ateş kusarken, milliyetçilik ve ırkçılık tırmandırılır, kardeş halklar birbirine düşman edilirken on binler, yüz binler şimdi sokağa dökülmeyecekse ne zaman dökülecek? Barışa bugün sahip çıkmazsak ne zaman sahip çıkacağız?

İş işten geçtikten sonra mı?

Baskılar, darbeler, dayatmalar, kötü iktidarlar… yine de son çözümlemede hayatı kuran, düzenleyen insandır. Ne var ki özlenen gelecekler, yaşanmaya layık hayatlar, kavgasız, savaşsız dünyalar ancak mücadeleyle kurulur.

Yaşanan hayata duyarsız kalan insan yaşanacak hayatı da kurabilir mi? Buraya bir not olarak düşeyim dedim.














2 Eylül 2008 Salı

ELVEDA ERGENEKON - 03.09.2008

Geçen haftanın en önemli olayı yine şok edici siyasal, sosyal ve kültürel yeni tartışmalara yol açan Ergenekon Soruşturması ile ilgiliydi. Savcının 455 klasörde topladığı delil/kanıt belgeleri arasında rastlanan bir ad gündeme bomba gibi düşmüştü. Dosyada yer alan bir belgede ülkemizin yetiştirdiği büyük ses sanatçılarından, ama aynı zamanda da sahnede sergilediği kıvrak mı kıvrak özgün yılan dansı kadar günümüzün öne çıkan liste başı şarklarından ‘Hade… Hadeee… Haddeeeee…’nin yaratıcısı olarak kendine haklı bir ün yapmış Fatih Ürek’in ‘azılı bir işkenceci’ olduğu ileri sürülüyordu.

Sanatçı, adının, hem de azılı bir işkenceci olarak, liberal aydınlarımız tarafından Cumhuriyet tarihinin en önemli davası olduğu söylenen Ergenekon ile ilişkilendirildiğini öğrenince büyük sanatçılara özgü o vakarla, “Hade… Hadeee… Haddeeeee… Ne anlarım ben kırbaçtan?” diyerek tepkisini ortaya koymuştu.

Ne var ki Ergenekon Klasörlerinde adına rastlanan tek sanatçı Fatih Ürek değildi. Mesleği avukatlık olan bir muhbir yurttaşımızın derleyip kaleme aldığı ve önemli bulunduğu için soruşturma klasörüne konan ‘Azılı İşkenceciler Listesi’nde Kadir İnanır, Lale Mansur, Hüner Coşkuner, Yeşim Salkım, Zuhal Olcay, Sibel Can, Hülya Avşar, Müjde Ar, Hande Ataizi, Emel Sayın, Ferhan Şensoy, Yıldız Tilbe, Ayşen Gruda, Tarık Tarcan, Göksel Arsoy gibi sanatçılar da bulunuyordu.

Bu listenin yanında bir de okuyanların kanını donduran ‘Azılının Azılısının Azılısı İşkenceciler’ başlıklı bir liste daha vardı. Futbolcu Oğuz Çetin, siyasetçi Fikri Sağlar, işadamı Halis Toprak, sinema oyuncusu Fatma Girik, futbol kulübü başkanı İlhan Cavcav, eski başbakan eşi Özer Çiller ve bir süre önce yaşama veda eden AKP milletvekili Osman Yağmurdereli de bu listede yer alan isimler arasındaydı.

Durum böyle olunca konu doğal olarak hukuk zemininden çıkıp magazin dünyasına mal olmuştu. Magazinciler Marmaris’i, Bodrum’u, Alaçatı’yı bir yana bırakmışlar şimdi ‘azılı’ ve ‘azılının azılısının azılısı’ işkenceci oldukları ‘ihbar’ edilen bu kişileri tartışıyorlardı.

İşin suyu bu denli çıkıp da boyumuzu aşınca bize bu Ergenekon meselesine şimdilik “Elveda!” demekten başka bir yol kalmıyordu.

Yukarıda Marmaris, Bodrum… derken bir süre önce tatilimin bir bölümünü geçirdiğim Akyarlar geldi gözlerimin önüne. Gidenler bilirler, Akyarlar Bodrum’un en şirin, en dingin aynı zamanda da doğallığını korumayı başarmış ender koylarından biridir. Daha doğrusu ‘biriydi’, çünkü bir işletmeci koyun denizden bakıldığında sağ yanda kayan kıyısındaa 1.500 yataklı olacağı ve gelecek yıl açılacağı söylenen heyula bir otel yaptırıyor. Otelin gerek yerleşim gerekse mimari yaklaşım açısından koyun doğasıyla uyuşmazlığı bir yana, bir ‘tesettür tesisi’ olacağı söyleniyor. Eğer bu doğruysa vah Akyarlar’ın geleceğine…



Yalnızca yerli turistlerin ilgisini çeken, bu nedenle de turizm sezonu çok büyük ölçüde yazları okul tatili dönemiyle sınırlı olan beldenin küçük işletme sahipleri bu söylentinin doğru çıkması durumunda ne yapacaklarını kara kara düşünüyorlar. Haklılar çünkü 1.500 yataklı otelin doluluğu durumunda hizmet vereceği ‘mutaassıp’ müşteri sayısı bir gecede koyun tüm lokanta, cafe, bar, pastane, börekçi vb. mekânların alacağı müşteri kapasitesinin üzerinde olacak. Esnaf, haklı olarak otelin olası müşteri profilinin bugüne kadar Akyarları tatil beldesi olarak seçen müşterilerini uzaklaştıracağını düşünüyor.

Soldan dönme liberallerimizin Türkiye için öngördükleri değişimin bir yanı da bu! Onlara göre Keçiören’de belediye görevlilerinin saat 23.00’ten sonra içki satan tekel bayilerini dövüp hastanelik etmeleri, İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin eline geçirdiği gastronomi işletmelerini kendi şirketlerine devredip içki yasağı getirmesi gibi –şimdilik bir olasılık da olsa- Akyarlar beldesinin mutaassıp Müslümanların kurtarılmış bölgesi ilan edilmesi de bir takım sancılara neden olması doğal olan bu köklü değişimin bir parçası.

Bu köklü ‘dönüşüm’ü bugün çekildikleri gettolarından alkışlayarak izleyenlerin gün gelip de ‘dönüşüm’ gettolarının sınırlarını zorlamaya başladığında, “Bu kadar da olmaz!” diye nasıl feveran edeceklerini görür gibi oluyorum.