13 Aralık 2010 Pazartesi

HİÇ GENÇ OLAMADAN - 12.12.2010


Onları tanıyorsunuz; hani televizyonlardaki tartışma programlarına çıkarlar da mıymıy konuşup sözlerini bir türlü bağlayamazlar, sizler de izlerken bunalırsınız, kanal değiştirip bir ohhh çekersiniz. Şimdi ağızbirliğiyle öğrencilere “edep”, “adap”, “disiplin” dersi verip veryansın ediyorlar.
Konuşurken, gözlerinden kıskançlık, haset, öfke okunuyor. Çünkü eleştirdikleri o genç insanlar, kızlarıyla, delikanlılarıyla okudukları üniversitelerin en delişmen, en akıllı, en bilinçli öğrencileri. Saplarına kadar yürekliler de. Sokak gösterilerinin en önünde yer alıyorlar, TBMM’de pankart açıyorlar.
Yumurtayı en uzağa fırlatanlar da, hedefi tam isabet tutturanlar da onlardır.

Mıymıycıların ise hiç böyle anıları yoktur geçmişlerine uzanan. Öğrencilik yılları “ineklemekle” geçmiş, o en güzel olması gereken yıllarını “büyüklerinin istediği gibi adam/kadın” olabilmek için ıskalamışlardır.

Hiç genç olamadan güce tutsak, iktidara yalaka, düzene payanda olmuşlardır.


Bunların çocuklukları da eksiktir. Sözgelimi, ağaçlara tırmanmamışlar, komşu bahçelerden erik, kayısı çalmamışlar, okul çantalarını kızak yapıp karda kaymamışlar, mahalle arası toprak sahalarda top koştururken üstlerini başlarını paralayıp evde fırça yememişler, okul asıp sinemaların öğle matinelerinde “olmayacak filmler” izlememişlerdir.


Oysa marifet, “istenilen adam/kadın” olmak değil, çocukluğu, gençliği dilediğince haylaz, delişmen, aykırı, yürekli, tadını çıkara çıkara yaşayıp “kendi istediği gibi bir insan” olabilmektir.


Bunlar sinik, sünük, “dur” deyince duracak, “otur” deyince oturacak, “kalk” deyince kalkacak, “sus” deyince susacak uysal gençler görmek istiyorlar karşılarında.


Üniversite öğrencilerinin büyük çoğunluğu da ne yazık ki zaten görmek istedikleri o “uysal” gençlerden oluşuyor.


Ama bir de aileden okula, toplumdan devlete her türlü güç odağından gelen baskıya direnmeyi başarıp aradan sıyrılabilmiş kişilikli gençler var üniversitelerde. Bunlar aynı zamanda okudukları bölümlerin en başarılı, en bilgili, en yaratıcı öğrencileri. Örgütlenmişler, başka okul ve kentlerdeki benzerleriyle iletişim kurmuşlar, dayanışıyorlar. Dik başlı, onurlu, hesap soran, hayatı sorgulayan, atılgan genç insanlar.


“Parasız eğitim istiyoruz!” diyerek TBMM’de pankart açanlar, “Bizim de söyleyecek sözümüz var!” diyerek sokaklara dökülenler, üniversite yerleşkelerinde eylem koyanlar bu gençlerdir; yılmıyorlar.


Bu gençler iktidarın ve iktidara bağlı güçlerin gözünde ayrık otlarıdır. İstenilen, arzu edilen, tasarlanan görüntüyü bozuyorlar. Her türlü şiddet kullanılarak üzerlerine gidiliyor. Coplanıyorlar, tekmeleniyorlar, gözaltına alınıyorlar, tutuklanıyorlar, yargılanıyorlar, hapislere atılıyorlar ama yıldırılamıyorlar. Boyunlarını eğmiyorlar, koyunlaştırılamıyorlar.




Dik duruşları iktidarı, iktidar güçlerini, onların borazanı mıymıycıları, aşağılık duygularının batağında çırpınan kıskanç yalakaları müthiş öfkelendiriyor.


Kanları deli bu genç kızlar, bu genç erkekler bu ülkenin yarınlarının umutlarıdır. Mutlaka çoğalacaklar.


Bizim özlemlerimizi onlar gerçekleştirecekler, bizim kurmak isteyip de kuramadığımız o “başka” hayat düzenini onlar kuracaklar, o pırıl pırıl aydınlık, güzel, yaşanası Türkiye’yi onlar yaratacaklar.


Onları alınlarından öpüyorum.

8 Aralık 2010 Çarşamba

ÖĞRENCİYE ŞİDDET NEDENSİZ DEĞİLDİR - 08.12.2010

Biz bu filmi daha önce, hem de birçok kez görmüştük.


Polis işgali altındaki üniversite yerleşkelerini, yerlerde sürüklenen, tekmelenen, ezilen, dövülen, üzerlerine biber gazı sıkılan, gözaltına alınan, tutuklanan, yargılanan, olmadık cezalara çarptırılan öğrenciler, o görüntüler yabancı değil bize.
Bilinçli uygulanan, dozu giderek arttırılan bir şiddettir bu. 1960’larda da, 1970’lerde de, sonraki yıllarda da hep böyle olmuş, hep aynı senaryo yinelenmiştir.

Amaç, düşünen kafaları daha filizlenirken, daha gençken, gelişme sürecindeyken koparıp atmaktır. Amaç, genç insanları kıstırılabilir, denetlenebilir alanlarda ve henüz korumasız durumdayken yok etmek, yok edilemiyorsa edilgenleştirmek, geleceğin dışına atmaktır.


1960’ların ikinci yarısından bu yana Türkiye’de on binlerce genç insan bu yollarla, bu yöntemlerle telef olmuş, tasfiye edilmiştir.
Geriye dönüp baktığımızda en ağır cezalara çarptırılan üniversiteli gençlerin okudukları fakültelerin en başarılı, en atak, en yaratıcı öğrencileri olduğunu görürüz. Bu, bir rastlantı değildir.

Kapitalizm, bizde yıllardır yaşanmakta olduğu gibi feodalizmden kapitalizme evrildiği dönemde/geçiş sürecinde en ilkel, en vahşi dönemini yaşar. Bu dönemde sermaye sahipleri için insan hakları da, özgürlük de, demokrasi de içi boş kavramlardır.

İlkel/vahşi kapitalist aşamada sermaye sahiplerinin ya da onların iktidardaki temsilcilerinin “demokrasi vaazları” verdikleri anlar, demokrasi bağlamında en nobran, en gaddar, en acımasız oldukları anlardır. Dolayısıyla bugün öğrencilere, parlamento dışı muhalefete karşı uygulanan AKP zulmünün anlaşılamayacak bir yanı yoktur. AKP, altyapısı kapitalist, üst yapısı feodal bir ucube düzen olan ilkel/vahşi Türkiye kapitalizminin söyleminde “demokrat”, eyleminde “faşizan” bir temsilcisidir.

Doğasına uygun davranmaktadır.

AKP iktidarı, kendisinden hesap soran herkese karşı tahammülsüzdür. Hak arayan işçilere, memurlara karşı tahammülsüzdür. Üzerlerine su sıktırır, polislere coplatır, mahkeme kapılarında sürürndürür. Muhalif basına karşı, gazetecilere karşı, yazarlara karşı tahammülsüzdür.

Gazete sahiplerine her türlü baskı yöntemini uygular, yazarları işlerinden ettirir, kovdurur; gazetecilere hakaret eder, delilsiz kanıtsız zulümhanelere kapattırır, kapatıldıkları yerde çürüsünler ister.

Çevrecilere karşı tahammülsüzdür. Doğayı, yaşam kaynaklarımızı korumak, kurtarmak için çaba gösterenleri yerlerde sürükletir, dayak attırır, hayatı dar eder.


İstediği, Türkiye’yi dikensiz gül bahçesine dönüştürmektir. İşçiler, memurlar, köylüler, aydınlar, gazeteler, gazeteciler, yazarlar, yargı, yargıçlar, savcılar, öğretmenler, askerler, işadamları, esnaf, okullar, öğretmenler, üniversiteler, bilim insanları, öğrenciler… Sanayi ve Ticaret Odaları, Esnaf Dernekleri, barolar, Türk Silahlı Kuvvetleri, kısacası ülkedeki herkes ona yandaş olsun, her kurum, her kuruluş onun yararına çalışsın ister. Önemli kurum ve kuruluşları ele geçirmek istemesinin nedeni budur.


Dolmabahçe’deki çalışma ofisinde Başbakan, “öğrencilere uygulanan şiddetin gerekçelerini” sayarken, süt dökmüş kediler gibi dilsizleşerek onu dinleyen üniversite rektörlerinin verdiği fotoğrafı gözlerinizin önüne getirin. O fotoğraf bir ibret belgesidir. Aynı zamanda da utanç…



Gün artık bizden alınanları alanlardan geri almak için harekete geçmek günüdür.

Bıçak kemiğe dayanmıştır çünkü.

6 Aralık 2010 Pazartesi

YUMURTA ÜZERİNE ÇEŞİTLEMELER - 05.12.2010

Yumurta, başta eskilerin deyişiyle gıdai ehemmiyeti haizbir yiyecek olmakla birlikte çok amaçlı kullanılan bir üründür de... Henüz sabah kahvaltımı yapmadığımdan olacak, bu satırları yazarken gözümün önüne sahanda sucuklu yumurta geliyor, yağına ekmek bandırılacak. Neyse… Bu yazıda amacımız yumurtanın öbür kullanım alanlarını anımsamaktır.

Bilmem duymuş muydunuz, kent dışındaki taşıt soygunlarında başvurulan etkili yöntemlerden biri de ön cama çiğ yumurta atmaktır. Yumurta camda patlayınca sürücü doğal bir itkiyle silecekleri çalıştırmakta, aynı anda da cama su fışkırtmaktadır. Soyguncunun beklediği de budur; çünkü bu durumda suyla karışan yumurta sileceklerin de yardımıyla süt rengini alan karışımı cama yayar, görüş gücü yüzde 92 oranında azalır. Artık sürücünün yapacağı tek şey vardır; arabayı yol kenarına çekip durmak. Burası aynı zamanda soygunun yapılacağı yerdir.

Siz, siz olun, sakın sileceklerinizi çalıştırmayın, hele suyu hiç püskürtmeyin camınıza. Gaza basıp bir an önce oradan uzaklaşın.

***

Birinin kafasında yumurta patladığında ortaya çıkan görüntü karşısında gülmekten yerlere serilen ilk insandan bu yana insanlar birbirlerine yumurta atıyorlar. Örneğin, 2006 yılından bu yana İngiltere’de 11 kişilik takımlar arasında yumurta atma yarışmaları yapılıyor. Amaç, yumurtayı en uzağa atmak ve atılan yumurtanın takım arkadaşları tarafından kırılmadan yakalanması. Nerede patlayacağı önceden bilinemeyen bir yerde -ki bu bir kafa da olabilir- patlayan yumurtalar izleyicileri eğlendiren görüntüler oluşturuyor.

Neden olmasın?

***

Kimi okullarımızda da yukarıdan aşağıya, 9 metre yükseklikten okul avlusuna yumurta atma yarışmaları yapılıyor. Bu yarışmaların bilimselbir arka planı var. Amaç, aşağıya bırakılan yumurtaların yere düştüklerinde kırılmamaları. Öğrenciler yumurtaları çarpmaya dayanıklı olacağını düşündükleri maddelerle ambalajlıyorlar. Ne var ki toplam ağırlığın bir kilogramı geçmemesi ve paraşüt kullanılmaması gerekiyor.

Kısacası yaratıcılığın desteklendiği eğitsel bir etkinlik.

Çocukların ellerinin o yaşlarda yumurtaya alıştırılması gelecekteki yaşamlarını etkiler mi? Bu, yanıtını pedagogların, psikologların verecekleri bir soru, aynı zamanda da farklı bir konu.

***

Son zamanlarda Başbakan, devlet bakanı, Anayasa Mahkemesi başkanı gibi önemli kişilere, öncelikle üniversitelerde atılan yumurtalarda bir artış gözlemleniyor. Daha önce İngiliz Tony Blair’in, Alman Gerhard Schröder’in yaşadıklarını şimdi bizimkileryaşıyorlar.

Ne var ki bizimkilerİngilizler, Almanlar kadar hoşgörülü değil. BizimBaşbakan, kesin bir dille, Kalkıp bir konferans için gelen Başbakan, Cumhurbaşkanı, bakan, Anayasa Mahkemesi başkanına yumurta ve ayakkabı ile saldırmak demokratik özgürlükler içinde yer almaz,diyor. Yumurta atan cezasını da bulur demek istiyor.

***

Neyse, yazıyı en iyisi burada sonlandırmak, çünkü içimde birilerinin kafasına yumurta fırlatmak arzusu kabarıyor. Ve o birilerinin sayısı son zamanlarda o kadar hızlı çoğalıyor ki…

ETEKTEKİ 'YALAN' TAŞLAR - 01.12.2010




Bizim Başbakanımız kararlı adamdır, öyle WikiLeaksmiş, MikiLeaksmiş pabuç bırakmaz. Nitekim Libya’ya giderken havalimanında, Hele eteğindeki taşları bir döksün, bakarız, demiştir.

Bizler ise sabırsız insanlarızdır, etekteki 7 bin 918 taştan henüz bir avucu dökülmüşken ortalığı velveleye vermişizdir.

Oysa Amerika Birleşik Devletleri Büyükelçisi’nin merkezine gönderdiği, kripto denen birtakım gizli yazıların Başbakanımız için bir kıymeti harbiyesi olabilir mi? Dökülen taşların bir avucu bile bunun olabilmezliğini ortaya koymuştur.


Güncel durum aşağıdaki gibidir.


Milli Savunma Bakanı Vecdi Gönül’ün kabine arkadaşı Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu için tehlikelidir dediği doğru değildir. Vecdi Gönül bu savı yalanlamıştır. Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu kesinlikle bir yeni Osmanlıcı değildir. ABD Dışişleri Bakanı Hillary Clinton kendisinden bizzat özür dilemiştir.

Hikmet Çetinkaya dilediği kadar açıklama beklesin! Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın İsviçre bankalarında sekiz ayrı hesabı olduğu savı üzerinde durmayı gerektirmeyecek kadar önemsizdir. Hiç böyle şey olabilir mi?

Başbakan’ın çevresindekifayetsiz ve kibirli danışmanlar olduğu savı da doğru değildir. Başbakan’ın eski danışmanlarından Akif Beki evvelki gün Radikal’deki köşesindebunun böyle olmadığını”, asıl kifayetsiz ve kibirli olanın ABD olduğunu yazmıştır. Birlikte okuyalım: Bugün mahrem evrakına sahip olamayan, yarın bayrağına nasıl sahip çıkacak. Elden ele dilden dile dolaşan o belgeler, devletin namusudur çünkü. Kim kifayetsiz, kim kibirli, kim beceriksiz, kim dalkavuk buyurun WikiLeaksten okuyun."



Cumhurbaşkanı Abdullah Gül ile Başbakan arasında bir çekişme yoktur, olmamıştır. Sayın Cumhurbaşkanı da zaten Kadim dostluğumuzu hiçbir şey bozamaz demiştir. ABD’li büyükelçi, Azerbaycan Cumhurbaşkanı İham Aliyev’in sözlerini de yanlış anlamıştır. Aliyev’in Rusya ile petrol hattı anlaşmasını Türkiye’yi saf dışı ederek önemsizleştirmek için yaptığı savı asılsızdır. Hele, Tayyip Erdoğandan hiç hazzetmiyorum! dediği tümüyle yalandır.




Türkiye’nin İran’a yakınlaşması abartılmaktadır. Bu sav da, Türkiye’nin hiçbir zaman Avrupa Birliği’ne üye olamayacağı kanısı da ABD’li diplomatların sığlığına verilmelidir. Aynı şekilde Suudi Arabistan ve Ürdün krallarının ABD’den İran’ın tepesine binmesini, güç kullanarak dize getirmesi istemi de asılsızdır, bu da ABD diplomatlarının bir uydurmasıdır. Doğru olan Ortadoğu’nun, Türkiye’nin öncülük ve önderliğinde bir barış ve huzur adasına dönüştürüldüğüdür.

Görüldüğü gibi ortada telaşlanacak bir durum yoktur. Yalancılar, kendi yalanlarında boğulacaklardır. Biz kendimizle, özellikle de bizi yönetenlerle övünmeyi sürdürelim. Bakın, Başbakanımız geçen hafta Lübnan’da Yılın Devlet Adamı Ödülünü aldı.


İki gün önce de kendisine Trablusgarp’da düzenlenen Avrupa Birliği-Afrika Zirvesi’nde Libya Devlet Başkanı Muammer Kaddafi tarafından İnsan Hakları Ödülüverildi.


Başbakan’ın, Libya gibi bir özgürlük ve demokrasi bahçesinin, bir insan hakları cennetinin liderinden böylesine değerli bir ödül alması hepimizi onurlandırdı. Kendisi de yaptığı teşekkür konuşmasında bunu dile getirdi, Şahsımdan ziyade, ülkem ve milletim adına teslim aldığım bu ödülün, bölgesel ve küresel ölçekte, insan hakları noktasındaki mücadelemizi teşvik edeceğinden emin olabilirsiniz dedi.

Bir insan hakları savaşımcısı olarak o anda mutlaka Silivri Zulümhanesinde aylardır neden yattıklarını bilmeden yatanları, üniversite yerleşkelerinde kendisini protesto ettikleri, TBMM’de pankart açarak parasız eğitim istedikleri için hayatı karartılan öğrencileri anımsamıştır.

Sevgili okurlar, bu yazıyı dilerseniz tersten de okuyabilirsiniz.

Etekteki tüm taşlar dökülse de, biz olduğumuz gibi kaldıkça durum yine değişmeyecektir.

BİZ BÖYLE İNSANLARIZ İŞTE - 29.11.2010





İslamcı gazeteler, Hint asıllı İngiliz yazar Vidiadhar Surajprasad Naipaul’un yaşayacaklarından korkup Türkiye’ye gelmemesini olağanüstü bir olaymış gibi yansıttılar sayfalarına. Oysa olağanüstü hiçbir yanı yoktu olayın; bu konuda ulusça deneyimliydik.

Geçen ay da 47. Antalya Altın Portakal Film Festivali’ne jüri üyesi olarak çağrılan ünlü Sırp yönetmen Emir Kusturica’yı bu görevi kabul ettiğine edeceğine pişman etmiştik. Adamcağız, kendisine yönelik şiddet karşısında jüri üyeliğinden çekilmiş, ardından da Türkiye’yi terk etmişti. Adamı kovmuştuk yani.

Türk olsun, Kürt olsun, yabancı olsun bizim gibi düşünmeyenleri ülkeden kovmak, sürmek, hayatı zehir etmek bir gelenektir bizde.

Naipaul’u, gezip gördüğü dört İslam ülkesinde yaptığı gözlemleri kâğıda döktüğü, kâğıda döktüklerinin de Müslümanlık açısından olumsuzluklar taşıdığı için Türkiye’ye gelmekten caydırmıştık. Naipaul, dini duygularımızı kabartmıştı. Sırpların Boşnak Müslümanlara uyguladığı mezalimi yeterince eleştirmeyen Kusturica ise soydaşlık duygularımızı.

Ahmet Kaya’ya saldırı nedenimiz, ona ülkesini yaşanamaz duruma getiriş nedenimiz ise 10 Şubat 1999 günü Magazin Gazetecileri Derneği’nce verilen yılın en iyi sanatçısı ödülünü aldığı toplantıda yaptığı konuşmada geçen sözleriydi:

Ben bu ödül için İnsan Hakları Derneğine, Cumartesi Annelerine, tüm basın emekçileri ve tüm Türkiye halkına teşekkür ediyorum. Bir de bir açıklamam var: Şu anda hazırladığım ve önümüzdeki günlerde yayımlayacağım albümde bir Kürtçe şarkı söyleyeceğim ve bu şarkıya bir klip çekeceğim. Aramızda bu klibi yayımlayacak yürekli televizyoncular olduğunu biliyorum, yayımlamazlarsa Türkiye halkıyla nasıl hesaplaşacaklarını bilmiyorum.

Bu sözler milliyetçi duygularımızı harekete geçirmişti. Milliyetçi şiddetin hedefi durumuna getirilen Ahmet Kaya yurtdışına çıktı, ertesi yıl 16 Kasım günü sürgünde öldü.

Kafasına bir odun vurup öldürdüğümüzde Türk öykücülüğünün köşe taşlarından biri olan Sabahattin Ali 41 yaşındaydı. Kovuşturarak, mahkeme kapılarında süründürerek, zindanlara kapatarak, işsiz bırakarak hayatını zehir etmiştik. Yurtdışına gitmek istemiş, fakat pasaport vermemiştik. O da ayakta kalabilmek, insanca bir hayat sürebilmek için sınırı gizlice geçmek istemiş, bu nedenle Ali Ertekin adında bir kaçakçı ile anlaşmış, fakat amacına ulaşamadan, bir MİT mensubu olduğu daha sonra ortaya çıkan Ertekin tarafından 2 Nisan 1948 günü Bulgaristan sınırında öldürülmüştür.

Patlama noktasına gelen antikomünist hissiyatımız, usta yazarımızın, belleklerimize kazınan Aldırma gönül aldırma…” dizesiyle unutulmazlarımız arasında yerini alan şairimizin sonunu getirmiştir.

Onca yıl zindanda yatırdıktan sonra serbest kaldığında antikomünist hezeyanla ve olanca gücümüzle dilimizin en büyük şairi Nâzım Hikmet’in üzerine yüklenmiş, şiddet söylemleriyle, ölüm tehditleriyle onu yurtdışına kaçmaya zorlamış, kaçtıktan sonra da vatan haini ilan etmişizdir.

Nâzım Hikmet 17 Haziran 1951 günü bir motorla Türkiye’den ayrılmış, 3 Haziran 1963 günü Moskova’da sürgünde ölmüştür.


Ermeni yurttaşımız, gazeteci Hrant Dink’i ise aldığı onca tehdide, karşılaştığı onca şiddete karşı yurtdışına gitmeyi düşünmediği için cezalandırmış, 19 Ocak 2007 günü güpegündüz, işlek bir caddede kurşunlayarak hayatına son vermişizdir.

Biz böyle insanlarız işte. Kimse kusurumuza bakmasın.

BİR ÖRGÜTSEL BAŞARI ÖYKÜSÜ - 28.11.2010

14 Temmuz 1956 günü Almanya’nın Munster kasabasındaki bir toplantı salonunda 23 subay, 25 astsubay ve 7 asker bir araya gelip Alman Federal Ordu Derneği(Deutsche Bundeswehr Verband) adını taşıyacak bir sosyal dayanışma örgütü kurdular, başkanlığa da Üsteğmen Karl-Theodor Molinari’yi getirdiler.
Dernek muvazzaf ve emekli subaylara, astsubaylara, erata gerek ekonomik gerek sosyal gerekse hukuksal alanda yararlı hizmetlerde bulundu. 1959 yılı sonunda üye sayısı 50 bini aşmıştı.


Derneğin gelişmesine bağlı olarak 1966 ağustos ayında Savunma Bakanlığı aldığı bir kararla askerlerin dernekleşme faaliyetlerini bir karara bağladı. Buna göre askerler sendikalaşabilecekler, fakat toplantılarını kışla dışında yapacaklardı. Alman Federal Ordu Derneği bir sendika gibi faaliyet göstermesine karşın kendini sendikaolarak tanımlamadığından her türlü faaliyetini kışla içinde sürdürebiliyordu.


***

Dernek, ekonomik, sosyal ve hukuksal çalışmalarının yanı sıra Federal Parlamento’da da temsil edilebilmek için çaba gösteriyordu. 1965 seçimlerinde üst düzey yöneticilerinden Hermann Stahlberg’i Hıristiyan Demokrat Birlik’ten parlamentoya sokmayı başardı. 1969 seçimleri sonrasında ise parlamentodaki muvazzaf asker milletvekili sayısı beşe yükseldi.

Federal Savunma Bakanlığı Personel Dairesi’ndeki asker temsilciler 1966 yılından itibaren artık derneğin aday listesinden seçiliyor, başarı grafiği yükseldikçe üye sayısı da artıyordu. 1956 yılında 55 kurucu üyeyle kurulan derneğin üye sayısı 1966 yılında 110 bine, 1969 yılında 130 bine, 1972 yılında 140 bine, 1974 yılında 175 bine yükselmişti.

Dernek, üyelerinin çıkarları doğrultusunda kimi zaman hükümetlerle çatışıyor, yeri geldiğinde üyeleri sokağa dökülüyordu.


Alman Federal Ordu Derneği bugün 200 bini aşkın üyesi, kurduğu iki vakıf (Heinz-Volland Vakfı, Karl-Theodor-Molinari Vakfı) ve bir eğitim enstitüsü (Manfred-Godzki Enstitüsü) ile Almanya’nın en güçlü sivil toplum örgütlerinden biri olarak çalışmalarını sürdürüyor.

***

Dernek, Avrupa Asker Birlikleri Örgütü’nün (EUROMIL) en güçlü üyelerinden biri. EUROMIL bu yıl bünyesinde 36 ülkeden 83 konfederasyonu ve 60 milyon emekçiyi toplayan en güçlü sendikal kuruluş olan Avrupa Sendikalar Konfederasyonu’na (ETUC) üyelik için başvurdu. Başvuru 2011 yılında Atina’da yapılacak toplantıda karara bağlanacak.

Avrupa’nın 22 ülkesinden asker sendikaları, asker dernekleri, emekli subay dernekleri, gaziler ve askerler yardımlaşma sandıkları gibi kurumlar EUROMIL’in üyesi. Asker sendikaları ve dernekleri bazı ülkelerde (Hollanda, Finlandiya, İsveç vd) sendika konfederasyonlarına üye ve toplu görüşme-toplusözleşme yapabiliyor. Merkezi Brüksel’de bulunan EUROMIL, Avrupa Konseyi, Avrupa Parlamentosu ve AGİT nezdinde muhatap alınıyor.

Görüldüğü gibi başka ülkelerde askerler rütbe farkı gözetmeksizin kendilerini kamu emekçisi olarak değerlendirip bu doğrultuda örgütleniyorlar.

***







Keşke bizde de benzer bir gelişme olabilseydi, olmadı. Bizim askerimiz kurduğu yardımlaşma kurumu OYAK’la bankacılığı, sigortacılığı, otomotivciliği, çimentoculuğu, konserveciliği seçti. Kapitalizmle bütünleşti.

Hükümete karşı hakkını, hukukunu koruyacak öz-örgütünden yoksun kaldı.

Eğer bünyesinden, başka ülkelerdeki benzerleri gibi güçlü bir sivil toplum örgütü çıkarabilseydi bugün yaşadığı sıkıntıları yaşar mıydı?



Açığa alınan üç general olayı bunları düşündürüyor bana.

TUHAF ŞEYLER ÜLKESİ - 24.11.2010

Bir kent düşünün, hiç düşman işgaline uğramamış, fakat yıllardır bu kentin düşman işgalinden kurtuluşu resmi törenlerle kutlanıyor olsun. Kentin adı Mardin; kentte bulunan Artuklu Üniversitesi’nde bilim adamları araştırmaları sonucu kentin I. Dünya Savaşı’nda ve sonrasında burada bir düşman işgalinin olmadığı gerçeğini ortaya çıkarmışlar. Bir işgal denemesi ise olmuş; 1918 yılında bir Fransız Albay, Mardin’e gelip kentin hemen kendilerine devredilmesini istemiş. Mardinliler bu isteğe karşı koyup, Kenti teslim etmeyeceğiz! diyerek kararlı, onurlu bir direniş göstermişler. Fransız Albay kös kös gitmiş, olay da kapanmış.

Artuklu Üniversitesi’nin vardığı sonuç doğrultusunda Mardin Belediye Meclisi 11 Kasım 2010 günü bir karar alarak her yıl 21 Kasım’da kutlanan Kurtuluş GünüOnur Gününe çevirerek doğru bir davranış sergilemiş.

Fakat burası Türkiye, Ankara sözünü duyan her bürokratın eli ayağı kesiliyor. Mardin Belediyesi de Belediye Meclisi’nin aldığı kararı onaylanması için Ankara’ya göndermiş. Fakat onay bir türlü gelmemiş. Ne olur ne olmaz denerek Mardinin düşman işgalinden kurtuluşunun 91. yılı” eski yıllarda olduğu gibi askeri birliklerin geçit resmi, ellerinde bayrak sallayan öğrenciler ve kent erkânıyla “coşkulu bir biçimde kutlanmış.

Kutlanmış ama tek farkla; vali, belediye başkanı ve garnizon komutanı törene kendileri katılmayıp vekillerini göndermişler. Onlar da üstü açık bir aracın üzerinde tur atıp Mardinlilerin kurtuluş gününü onurlandırmışlar.

Böyle bir tuhaflığa dünyanın başka neresinde rastlanabilir?

***

Bizim bir Başbakanımız var, yandaşlarının gözünde karizmatik mi, karizmatik; yürekli mi, yürekli; efe mi, efe.

İşte bizim bu karizmatik, yürekli ve efe Başbakanımız bir hafta öncesine kadar babalanıyor, ABD’sine, NATO’suna posta koyuyor, Türkiye’ye yerleştirilecek füzelerin hareket düğmesinin denetimi Bizde olur, Düğmeye biz basarız diye dünyaya meydan okuyordu. Özellikle topraklarımızın genelinde böyle bir şey düşünülüyorsa zaten kesinlikle bu bize verilmeli, aksi takdirde böyle bir şeyin kabulü mümkün değil. Bu sözleri Lizbon’da gerçekleşen NATO Zirvesi öncesinde, 15 Kasım günü Bangladeş dönüşünde söylemişti. Başbakan’ın sözleri, varlığını AKP şakşakçılığı üzerinden sürdüren medya tarafından alkışlandı, köşe yazarları, televizyon yorumcuları Başbakan’a övgüler düzdüler, onun karizmatikliğini, yürekliliğini, efeliğini bir kez daha göklere çıkardılar.

Aradan bir hafta geçti. NATO Balistik Füze Savunma Sistemi’nin komutasının kimde olacağına ilişkin bir soru üzerine bu kez, Bunlar bundan sonra yapılacak olan birleşimlerde, bir araya gelmelerde o zaman tespit edilecek. Şu anda tabii komuta şu ülkededir diye belirlenmiş bir şey söz konusu değil. Fakat biz tabii buranın komuta sisteminin tamamıyla NATOda olması gerektiğini söyledik ve bunu savunduk. Bundan sonraki gelişmelere göre de tavrımız, ülkemizle alakalı bir konuda gelişmeler hangi noktaya gelecek, bunu şu anda bilemediğimiz için bir şey söylemek erken olur. Ama komutanın kesinlikle NATOda olması gereğini ifade ettik, yanıtını verdi.

Şakşakçı medya bu yanıtı da alkışladı.

Sorduk, bu ne perhiz, bu ne lahana turşusu, diye. Yahu biz sistemin komutası Japonlara, Filipinlilere, Bolivyalılara verilecek sanmıştık, bari Türk olsun dedik! diyecek halleri yoktu ya, sustular.



Sormak gerekmiyor mu, dünyanın hangi ülkesinde, hangi toplum füze kalkanı gibi ülke ve insanları için yaşamsal bir konuda bir hafta önce söylediği bir hafta sonra söylediğini tutmayan bir Başbakan’a tahammül edebilir, diye.


Dünyanın hangi ülkesinde, en yandaşı, en şakşakçısı, en dalkavuğu bile olsa, hangi gazete, hangi televizyon kanalı, hangi yazar, hangi yorumcu bizdeki gibi kaypak, bizdeki gibi yanardöner, bizdeki gibi kendine saygısız olabilir?


Tuhaflıktan da öte bir şeydir bu!

BORCUN TUTSAĞI OLMAK - 22.11.2010

Birliği Genel Başkanı Nazım Kaya’ya göre, 2008 yılı Temmuz ayında bankalara olan kredi kartları dahil borç 109 milyar TL iken bu rakam 2009 yılında aynı ayda 117 milyar, 2010 yılında ise 149 milyar TL olmuş. 2008 yılı Temmuz ayında 3.4 milyar TL olan takibe alınan borç miktarı ise 2009 yılı Temmuz ayında 7.2 milyar TL’ye, 2010 yılı Temmuz ayında da 8.1 milyar TL’ye yükselmiş.

Bankalar dur durak dinlemeden insanları borçlanmaya teşvik ediyor. Mahkemelerde icra dosyaları her gün biraz daha kabarıyor.

Toplu Konut İdaresi’nin (TOKİ) internet sitesinde 2003-2010 yılları arasında 81 ilde, 800 ilçede, 1820 şantiyede 460.387 konut üretildiği/üretilmekte olduğu bildiriliyor. Bu konutlar 10, 15, 20 yıl süreli borçlanmalarla satışa sunuluyor.

TOKİ’ye göre bu konutlardan 193.237’si dar ve orta gelir grubuna, 123.299’u alt gelir ve yoksullara yönelik, 53.547’si gecekondu dönüşüm, 13.311’i afet konutları, 4.051’i (35 köyde) tarımköy uygulamaları kapsamında olup toplam 387.445’i sosyal konut niteliğindedir. 72.942’si ise kaynak geliştirme (51.245’i Emlak Konut GYO) uygulamasıdır.

Ülkemizde ortalama aile bireyleri sayısı dört olarak kabul edilecek olursa yalnızca TOKİ konutlarının alıcısı olan yoksul ve alt-dar-orta gelirli kesimden baba, anne ve iki çocuk olmak üzere yaklaşık 1.300.000 aile bireyinin dolaysız/dolaylı borç yükü altına girdiğini söyleyebiliriz.

Aynı sitede 1984-2003 yılları arasında 950.000 konuta kredi desteği sağlandığı belirtiliyor.

***

İnsanın başını sokacak, kendine ait bir evi olması güzel bir şey, haklı bir istek, haklı bir özlem. Keşke insanların bu özlemi gerçekleşebilse. Ne var ki olmuyor; Türkiye gibi kapitalizmin en vahşi koşullarda işlediği, sosyal güvenlik mekanizmalarının yeterince hayata geçirilmediği, bu gerçek bir yana olan kadarının da yozlaştırılıp iğdiş edildiği bir ülkede uzun süreli borçlanma yoluyla bir konut sahibi olma özlemi çoğu zaman gerçekleşemiyor, insanlar yarı yolda kalıyorlar, düşleri parçalanıp darmadağın oluyor.

Bir tökezleme durumunda insanın ödediği onca para ilk yıllarda anaparayı değil, borcun faizini karşıladığından paranın geri dönüşü olmuyor.
Ödenen para yanıyor.

Bu, işin ekonomik yanı, bir de sosyal yanı var.

***
Borçlu çalışan, daha önce de duyduğu, fakat borçlandığı günden itibaren çok daha yoğun duymaya başladığı işsiz kalma korkusuyla yaşamaya başlıyor. Bu korku onun işverenine karşı olan davranışlarına da yansıyor. Eğer sendikalı bir işçiyse işverenin gözünde bir diken olan sendikasından ayrılıyor. Hiçbir emekçi eylemine katılmıyor, katılamıyor.

Bu gözle görünmeyen, yazısı-kuralı olmayan bir baskı, yalnızca duyuluyor, duyumsanıyor.
10 yıl, 15 yıl, 20 yıl bu duyguyla yaşamak korkunç bir durum.

Diyelim 10 yıl vadeli 120.000 TL kredi aldınız. Ayda 1.721 TL ödüyorsunuz. Bu durumda bankaya 120 ayda ödeyeceğiniz tutar 206.520 TL. Bunun 86.520 TL’si ise faiz ve masraf payı; diyelim üç yıl boyunca toplam 61.956 TL ödediniz, işsiz kaldınız, artık ödeyemiyorsunuz. Bu paranın yüzde 10’unu bile geri alamıyorsunuz; paranızın yüzde 90’ı yanıyor.

Çoğu borçlu, bu duruma düşmemek için kişilik erozyonuna uğruyor. Borç Türkiye’de insanı tutsaklaştırıyor. Kapitalizmin bu yüzünü de iyi tanımakta yarar var.

BOĞALAR, ÖKÜZLER VE İNSANLAR ÜZERİNE - 21.11.2010

Ben mi anımsamıyorum yoksa gerçekten öyle miydi, kesin bir şey söyleyemeyeceğim ama eskiden kurban denince aklımıza yalnızca koyunlar ya da koçlar gelirdi sanki daha çok da koyunlar. Boğaları, inekleri, öküzleri kurban etmek düşüncesi ne zaman ortaya çıktı, ne zaman uygulanmaya başlandı, bunu da bilmiyorum. Belki bir yerlerde hep vardı da televizyon bu kadar yaygın olmadığından haberimiz olmuyordu.

Artık biliyoruz; tek kişinin altından pek kalkamayacağı bir olay olduğundan akrabalar, eşler, dostlar, komşular bir araya gelip ortaklaşa bir büyük baş hayvanı kurban edip hep birlikte sevaba giriyorlar. Küçükbaş yerine büyük baş hayvan kurban edildiğinde kazanılan sevap daha mı büyük oluyor, bu soruyu yanıtlayacak ne haddim ne de yetkim var. Merak eden açar telefonu, Diyanet İşleri’ne sorar.

Benim bu konuda tek bildiğim, daha doğrusu televizyonlarda izleyerek öğrendiğim, başta boğalar olmak üzere ineklerin, öküzlerin bu kurban edilme işinden pek hazzetmedikleri. Kutsal bir amaca hizmet ettiklerini bir bilseler belki şimdi davrandıkları gibi davranmayacaklar, muti ve munis kendilerini bıçağa bırakacaklar, fakat bilemiyorlar. Çünkü onlar hayvan. Tanrı onlara, biz insanlar gibi düşünme, öğrenme, muhakemeetme yetisi vermemiş.

İplerini kopartıp kaçıyorlar. Kent trafiğine karışıyorlar, otomobillerin, kamyonların, otobüslerin arasında koşuyorlar, arkalarında da tam sevaba girecekken giremeyen öfkeli kurban sahipleri… Ellerinde sopalar, ipler, mavzerler… Haykırarak, bağırarak, küfrederek koşuyorlar. Bir yerde sıkıştırılıyor boğa. Yorgun düşmüş, ağzından köpükler taşıyor. Öfkeli bir sahip ne olur ne olmaz diyerek elindeki mavzeri ateşliyor, kim bilir kaç kurşun saplanıyor hayvanın bedenine. Sarsılıyor hayvan, ama düşmüyor. Arkası deniz, denize koşuyor, suya giriyor, ama özgürlüğe yüzecek gücü kalmamış.

Sahipler seviniyorlar buna; kurbanlarına karşı kazandıkları zaferi kutluyorlar, birtakım gürültülü, tuhaf sesler çıkartarak. İçlerinden biri ikisi ellerinde sopalarla hayvanın yanına gidiyorlar, yarı bellerine kadar suda. Zafer sarhoşluğuyla hayvanın sırtına, boynuna vuruyorlar sopalarıyla. Hayvan çaresiz. Bedeninden kanlar sızan kurbanı karaya güdüyorlar.

Islak çakılların üzerine çöküyor hayvan, sahipler seviniyor, koca hayvanı acemice bağlıyorlar. Çekerek, döverek, itip kakarak, sürükleyerek, söverek yenik düşmüş hayvanı arka kapağı açık bir kamyonete yüklüyorlar. Kamyonet, üzerindeki kutsal yükü ve o yükle sevaba girmeye aday, öfkesi durulmuş insanlarla kesim yerine doğru yola çıkıyor.

Görüldüğü, izlendiği kadarıyla sahipler nedense hep erkek oluyor. Kurbanlık seçimi bir erkek işi yani, kadın karıştırılmayacak kadar ciddi bir iş! Hayvan pazarlarında hep onlar var, hangi hayvanın alınacağına onlar karar veriyor, seçimi de, pazarlığı da onlar yapıyor.
Boğalar kesesi elverişliler arasında büyük rağbet görüyor.

İnek, bildiğimiz inek işte. Öküz de öküz. Boğa ise başka, o bir erkeklik simgesi.

Kurbanın bu temel niteliğiyle alıcı arasındaki özdeşleşme seçimde belirleyici bir rol oynuyor olabilir mi?

Bu sorunun yanıtı boğanın kaçtığı durumlardaki benzer görüntülerde saklı bence. Hayvanının erkekliğinin kendisininkinden daha güçlü olduğunu bilen sahip, ortaya çıkan beklenmedik ilk olanakta önce özdeşleştiği, özdeşleştiği ölçüde de giderek kıskançlık beslemeye başladığı boğaya işkence ederek içinde biriken aşağılık duygusunu dışarı kusuyor, öküzler gibi.

İşkencecilere özgü bir ruh hali bu; bildiğimiz, yaşadığımız, tanık olduğumuz.

Yoksa bir canlı başka bir canlıya neden işkence etsin ki?

DEMOKRAT, DEMOKRATLIK - 17.11.2010

Liberaller, Cumhuriyet kurulduğunda 13 milyonun biraz üzerinde olan nüfusumuzun yüzde 10unun okuma yazma bilmediği, toplumun neredeyse tamamına yakın büyük çoğunluğunun kendisini ulus ile değil, Osmanlı Müslümanlığı ile özdeşleştirdiğini, böylesi bir zeminde çağdaş bir devlet kurmanın zorluğunu düşünmek istemiyorlar, hâlâ Cumhuriyet eksik kuruldu, çünkü demokrasi yoktu türünden ahkâm kesiyorlardı.”

Okurlarım mutlaka bu tümcede geçen bilmediği sözcüğünün yanlışlığının farkına varmışlar, bu yanlışı bildiği olarak düzeltmişlerdir. Fakat bu doğal ki özür borcumu ortadan kaldırmıyor.

***

1923 yılında okuma yazma bilen yaklaşık 1.300.000 kişinin büyük çoğunluğunun öğrenimi din eğitiminin ağır bastığı üç yıllık mahalle mektebi ile sınırlıdır. Ortaokul (rüştiye), lise (idadi) eğitimi görmüşlerin sayısı oldukça, üniversite (darülfünun) bitirmişlerin sayısı ise yok denecek kadar azdır. Eğitimin her kademede eski Türkçe yapıldığı, okuma yazma bilenlerin Arap harfleriyle yazılmış metinleri okudukları, Arap harfleriyle yazdıkları unutulmamalıdır.

Cumhuriyetin kuruluşundan 47 yıl sonra (1970) bile 35.605.176 olan toplam nüfusta okuma yazma bilen 16.455.525 kişiden yüzde 36.6sının hiçbir okul bitirmediği, yüzde 50.7sinin ilkokul, yüzde 6.4ünün ortaokul, yüzde 4.6sının lise, yüzde 1.7sinin de üniversite mezunu olduğu bilinecek olursa Cumhuriyetin ilk kuruluş yıllarındaki elverişsiz koşulların vahameti daha kolay anlaşılabilir.

Cumhuriyetin kurulduğu yıllarda subaylar nüfusun en eğitimli kesimi içinde yer almaktadır. Gerek ülkenin kurtuluşuna gerekse Cumhuriyetin kuruluşuna öncülük etmeleri bir rastlantı değildir.

***

Günümüz liberallerinin mevzilendikleri köşelerinden Cumhuriyete saldırırlarken ileri sürdükleri Ama demokrasi yoktu! itirazının 1923 koşullarında hayatta karşılığı mevcut değildi. Demokrasi, bir nimetlendirme sorunu olmayıp bir içselleştirme sorunudur. O yıllarda ne kuruluş sancıları çeken devletin, ne de yeni devletin ortaya çıkışını yabancılaşmış gözlerle izleyen nüfus içindeki payı yüzde 75 olan, mütegallibe egemenliğindeki köylü toplumunun evrensel demokrasiyi içselleştirebilme şansı vardı.

Olsaydı kuşkusuz ki iyi olurdu, fakat tarihsel süreçlerde ne yazık ki belirleyici olan bireylerin sübjektif/öznel istemleri değil, toplumun objektif/nesnel sosyo-kültürel koşullarıdır.

***

İşin ilginç yanı bugün has demokrat geçinen liberallerin büyük kesiminin ağzından demokrasi sözcüğü düşmemesine karşın bir türlü evrensel düzeyde demokrat olamamalarıdır.

Bunlar, demokrasi kavramının parçalanamazlığından, benim demokrasim, senin demokrasin anlayışının gerçek demokrasiyle bağdaşmazlığından habersizdirler.

Bugün, özgürlükleri iki yargıcın dudakları arasına sıkışmış Silivri tutukluları Mustafa Balbaya, Tuncay Özkana, Mehmet Haberala, Doğu Perinçeke, Hikmet Çiçeke, Fatih Hilmioğluna uygulanan zulme karşı tavır demokratlığın turnusol kâğıdıdır.

Demokratım diyeceksin, yandaşının burnu kanadı mı şahin kesileceksin, karşıtının gördüğü zulüm karşısında sus pus olacaksın.

Bunun adı demokratlık değil, sahtekârlıktır.

Tüm Müslüman okurlarımın Kurban Bayramını kutluyor, mutlu, sağlıklı, başarılı günler diliyorum.

MECZUPLAR, LİBERALLER, 'YENİ SOLCULAR' - 15.11.2010

Eskiden eline bir balta, çekiç ya da bir kazma alıp Atatürk heykellerine saldıranlara meczup denir, dönemin siyasal koşullarına göre bunların sayısında artışlar veya düşüşler gözlenirdi. Yakalanırlar, karakola götürülürler, haklarında tutanaklar tutulurdu.

Türk Dil Kurumu Büyük Sözlükünde meczup sözcüğü ilk seçenekte Tanrı aşkıyla aklını yitirmiş kimse, ikinci seçenekte ise aklını yitirmiş kimse, deli olarak veriliyor. Yukarıda sözünü ettiğim elleri baltalı-çekiçli-kazmalılar, yüzlerindeki çember sakalları, üzerlerindeki cüppeleri, kafalarındaki serpuşlarıyla genelde belli bir görünüm sergilediklerinden büyük olasılıkla Tanrı aşkıyla aklını yitirmişler kategorisinde değerlendiriliyor, dolayısıyla ceza almaktan kurtuluyorlardı.

Geçmişte toplumun ortak algısı da Atatürk heykeline saldıran bir kişinin mutlaka aklını yitirmiş biri olduğu yönündeydi. Eski”, henüz değişmemişTürkiyede aklı başında bir insanın böyle bir şey yapması düşünülemezdi.

Son zamanlarda hızlanan değişim sürecinde heykelin bir simge olarak önemini yitirmesiyle birlikte eli baltalı-çekiçli-kazmalı meczup sayısı yok denecek ölçüde azaldı.

***

Atatürke ve onun kişiliğinde Türkiye aydınlanmacılığının ürünü, toplumun ortak değerlerine saldırı işini liberaller üstlendiler.

Atatürkün ne diktatörlüğü ne faşistliği ne de ırkçılığı kaldı.

Cumhuriyet de, Cumhuriyet Devrimleri de lime lime edildi.

Liberaller, Cumhuriyet kurulduğunda 13 milyonun biraz üzerinde olan nüfusumuzun yüzde 10unun okuma yazma bilmediği, toplumun neredeyse tamamına yakın büyük çoğunluğunun kendisini ulus ile değil, Osmanlı Müslümanlığı ile özdeşleştirdiğini, böylesi bir zeminde çağdaş bir devlet kurmanın zorluğunu düşünmek istemiyorlar, hâlâ Cumhuriyet eksik kuruldu, çünkü demokrasi yoktutüründen ahkâm kesiyorlardı.

Atatürke, Cumhuriyet devrimlerine saldırıyorlar, saldırıyorlar ama bir türlü hızlarını alamıyorlardı. Öyle ki Taraf gazetesinin 10 Kasım tarihli sayısındaki köşesinde Atatürkü kastederek, Cumhuriyetin kurulmasından itibaren kötülüğü/ yanlışlığı/ çirkinliği bariz olan öyle işler yapıldı ki, iyiliği/ doğruluğu/ güzelliği sorgulanamaz olan bir isim üzerinden tüm bu zulümlerin hasıraltı edilebileceği sanıldı diye yazan Hilal Kaplan, CNN Türkte, Ahmet Hakanın Tarafsız Bölgesinde Cumhuriyetin temellerinin Osmanlı dönemimde atıldığını bile iddia edebiliyordu.

Aynı akşam, aynı programda yine bir Taraf gazetesi yazarı olan Melih Altınok solculuk adına 10 Kasım günü ilk sayfalarının tamamını ya da bir bölümünü Atatürke ayıran gazetelere ateş püskürüyor, kendi gazetesinin o gün Atatürkten hiç söz etmemesini savunurken, İsteyen parasıyla ilan verir, gazete de yayımlar diyerek aklı sıra sol muhalefet yapıyordu.

Atatürke ve Cumhuriyet devrimlerine saldırmak dincisiyle, yenilikçisiyle, değişimcisiyle, yeni solcusuyla 2000li yılların liberallerinin ortak paydasıydı. Bundan geçiniyorlardı.

***

Durumları en acıklı olanlar ise özlerinde liberal sağcı, sözlerinde ise solculuğu kimselere bırakmayan takımın aktörleriydi.

Kadın-erkek eşitliğinden söz ediyorlar, fakat eşit işe eşit ücret istemi akıllarına gelmiyordu.

Demokrasi, özgürlük diyorlar, fakat sendikalaşma özgürlüğünü, memurlara grev hakkını ağızlarına almıyorlar, taşeronlaşmaya karşı çıkmıyorlardı.

Okurlarına Leninin Emperyalizmini okumalarını öneriyorlar, fakat emperyalizme karşı çıkmıyorlardı.

AKPnin, dolayısıyla kapitalizmin yanında, emeğin ise karşısında yer alan bir tuhaf insanlardı.

Değişimile birlikte solculuğun ölçütleri de değişmişti anlaşılan.

İnsan gülsün mü, ağlasın mı bilemiyordu.

LİBERAL BİR BİLİM KADINI - 14.11.2010

Adını not etmeyi savsaklamışım o liberal bilim kadınının. Geçen akşam Mine Kırıkkanatla birlikte Habertürk TVnin canlı yayınına çıkmıştı. Ekranda çok görünenlerden biri değildi, ya da ben rastlamamışım.

Kızıla yakın renkte saçları, yazar Astrid Lindgrenin ünlü kahramanı Pippi Langstrumpfun başının iki yanında yere koşut dikelen örülü saçlarının çözülmüş, kabarmış halini andırıyordu. İri gözlerini devirerek konuşan, şık giyimli, profesör unvanlı bir kadındı.

Daha ilk sözlerinden, entelektüel birikime büyük önem ve değer verdiği anlaşılıyor, bu da izleyenleri haklı olarak bu bağlamda bir beklenti içine sokuyordu. Karşısında Sevgili Mine gibi doğru bildiğini dan dankonuşan biri olması kendisi için büyük şanssızlıktı. Eveliyor, geveliyor, devekuşu kovalıyor, fakat bir türlü giderek sabırları taşan izleyicilerin beklentilerini karşılayacak noktaya gelemiyordu.

Konu türbandı. Mine, son zamanlarda ilkokullara inme eğiliminin ülkenin dört bir yanında görülen somut örneklerinden söz edince sıkışmış, Bu da nereden çıktı?” türünden sorularla dünyadan habersiz bir şaşkın rolüne bürünmüştü. Mine ise bastırdıkça bastırıyordu. Liberal bilim kadını bakmıştı ki böyle olmayacak, Ben buraya tartışmaya gelmedim, bir entelektüel olarak sormaya, sorgulamaya geldim! demişti.

İzleyiciler de zaten bu sözlerinden sonra onun bir entelektüel olduğunu anlamışlardı. Ne var ki entelektüelliği Minenin hayatın içinden, somut görüntülerden, yaşananlardan hareketle tam isabet tutturduğu salvo atışlarını karşılamaya yetmiyordu. Bir iki kez karşı atış denedi, ıskaladı. Olmuyordu. Bunalmıştı. Sizin entelektüel düzeyiniz beni anlamanıza yetmiyor! dedi, fakat bu sözleri bir gülümseme dışında karşılık bulamadı.

***

Ve o da sonunda, Ben, türbanı insan hak ve özgürlükleri çerçevesinde ele alıyorumdiyerek tüm öbür türbancı sözde liberallerin yaptığı gibi hak ve özgürlükler limanına sığındı.

O da benzerlerinin düştüğü yanılgıya düşüyor, hak ve özgürlükleri savunmanın liberallerin tekelinde olduğunu düşünüyor, eşitlikçilikten soyutlanmış hak ve özgürlüklerin son çözümlemede bir anlam ifade edemeyeceğini aklına bile getirmiyordu.

Entelektüel düzeyi ancak bu kadarına yetiyordu türbanı savunan, frapan-liberal bilim kadınının.

Mine, kadına, Siz Patagonyada mı yaşıyorsunuz? diye sorarken haklıydı. Ayaklarının bu topraklara basmadığı o kadar açıktı ki.

Liberal bilim kadınının argümanlarını duydukça, Üniversitelerde türbana bir itirazım yok!diyenler bile bu görüşlerinden çark edebilirlerdi.

Bilim kadını bocaladıkça Mine salvolarını sıklaştırıyordu. Dünya kadın hareketinin başlangıç tarihi olarak kabul edilen 8 Mart 1857den günümüze köprüler kurduktan sonra, Kadın-erkek eşitliği hakkında ne düşünüyorsunuz? diye sordu. Kadın yine eveledi, geveledi, devekuşu kovaladı, sonunda, Bu soruya cevap vermeyeceğim dedi.

Entelektüel düzeyi bu denli basit soruları yanıtlamasına tenezzül etmeyecek derecede yüksekti liberal bilim kadınının!

İncir çekirdeğini doldurmayan boş lafların dayanılmaz rahatlığına alışmış, bilimi hayatın dışında gören o entelektüel olma savındaki okumuş yazmışların bildik huzursuzluğu çökmüştü üzerine.

***

Ne yazık ki üniversitelerimizde, yüksekokullarımızda bu türden liberal öğretim üyelerinin sayısı artıyor. Çocuklarımızı bunlar eğitiyor. Çocuklarımız, bir Avrupa üniversitesinin kapısından bile geçemeyecek bu YÖK ürünü sözde bilim insanlarının derslerini bilim sanarak izliyorlar.

Yazık!

İŞTE BEN HUKUKÇUNUN BÖYLESİNİ SEVERİM - 10.11.2010

Devlet Bakanı ve Başbakan Yardımcısı Hayati Yazıcı mektepli bir hukukçudur, o bildiğimiz köy kahvesi hukukçularından değildir. Okumuştur yani. İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesini bitirmesinin ötesinde Çayırlı, Mihaliççık, Kargı hâkimliklerinde bulunmuştur. 1984 yılında kamudaki görevinden ayrılarak avukatlığa başlamış, hatta Başbakanın başbakan olmadan önce avukatlığını ve hukuk müşavirliğini yapmış, 2002 yılında yapılan genel seçimlerde TBMMye girmiştir.

Olağanüstü bir pratik zekâya sahiptir, bunu birçok kez kanıtlamıştır. Ortalama zekâ düzeyine sahip insanların bir araya gelip de çözmeye uğraştıkları, fakat bir türlü çözemedikleri sorunları bir bakışta şıppadanak çözüvermesiyle temayüz etmiştir.

Bu olağanüstü yanı üç gün önce kendini bir kez daha ve her zamankinden çok daha belirgin ve somut olarak göstermiştir.

Çetrefilli bir konu olan, bir torba gibi içi boşaldıkça büzülen Ergenekon Davasının uzatmalı tutuklularına ilişkin olarak, Camideki insanlar nasıl eşit bir pozisyonda saf tutuyorlarsa, onlar gibi eşittir. Yargıda insanların sıfatlarına bakılmaz diyerek karşı çıkılmasına olanak tanımayan bir saptamada bulunmuştur.

Davayı kafasında çoktan çözmüş, sanıkların gizli niyetlerini açığa çıkartarak haklarında mahkûmiyet kararı vermiş, iş, verdiği kararı Silivri yargıçlarının uygulamasına kalmıştır.

***

Bu sözler ona aittir: Bu insanların tutukluluk sürelerinin 18 aydır devam etmesi, haksızlığa uğradılar, tahliye edilsinler gerekçesini haklı kılmaz. Mutlaka onların orada tutulmasının gerekçesi var. Darbe teşebbüsü başlı başına suç. Bunların hiç eylemi yok. Bunları oturup konuştular demek olmaz.

Ne derin, ne sağlam bir hukuk mantığı, değil mi?

Söz konusu hukuk oldu mu bir hukukçunun kendini tutamaması bilinen bir durumdur; hele o hukukçu onun gibi bir hukukçu olursa

Sözlerini sürdürmüştür: Zaten bunların eylemi olsaydı yargılamayı onlar yapacaktı, mahkemeleri onlar kuracaktı. O zaman iş işten geçmiş olacaktı. Siz bunları yargılayabiliyorsanız, teşebbüs aşamasında kaldıkları için yargılayabiliyorsunuz. Zaten bunlar başarıya ulaştıktan sonra, kendi hukuklarını kendileri kurarlardı.”

Gördüğümüz gibi aylardır ne yapsak, ne etsek de uzun süredir içeride tuttuğumuz iki gazeteci, iki bilim adamı, üç teğmeni suçlu kılacak delil bulabilmek için saman yığınında toplu iğne aramaktan helak olan yargıçların bulamadıklarını o, kafasında bulmuş, sanıkları suçlu ilan etmiştir.

Bu, sözünü ettiğim o olağanüstü pratik zekânın bir başarısıdır.

***

O halde tutuklular serbest bırakılmamalı, serbest bırakılmamalarına ses çıkarılmamalıdır. Onun için bunları yadırgamamak lazımdır. Zaten bunlar zihinsel olarak gelişen suçlardır. Kısacası tutuklular içeride kalacakları kadar kalmalı, çürümeye bırakılmalıdırlar.

İşte, çözümleme denen şey budur.

Ona göre suç henüz zihinsel gelişme aşamasındayken önlemi alınmalı, zihinsel gelişme bir zihniyete dönüşmeden o zihni taşıyan kafa cezasını bulmalıdır.

Çünkü Ortada bir plan vardır. Bu planın içerisinde yer almanın da ceza kanununca öngörülmüş bir cezası vardır.

Bu sözlerde hukuk felsefesi de, hukuk mantığı da yeni boyutlar kazanmaktadır. Bu felsefe, bu mantık referandum sonrası ortaya çıkan yeni demokrasiye önemli bir katkıdır. Bir kazanım, bir zenginliktir.

İşte ben hukukçunun böylesini severim, dememin gerekçesi de budur.

HERKES KENDİ TUHAFLIĞINI YAŞAMAKTA ÖZGÜRDÜR - 08.11.2010

Dün Nilgün Cerrahoğlu ile Zeynep Oral arkadaşlarım da aynı konuya değindiler; onlardan esinlenip bir de ben yazayım dedim.

Konu, üç gün önceki Uluslararası Kadın Buluşmasında bir avuç kadının pankart açarak Başbakanı ve başbakancı kadınları huzursuz etmesi olayıdır.

Huzursuzluk kaynağı pankartta,Erkeklerin Sevgisi Her Gün 3 Kadını Öldürüyor veEşit Değilsiniz Dendikçe Daha Çok Öldürülüyoruz yazıyor. Olacak şey değil tabii, hem de İstanbul Kültür Başkenti 2010 gibi önemli bir etkinlik çerçevesinde yapılan bir toplantıda. Üstelik de Başbakan kadın mevzuunda konuşurken...

Bizim Başbakan boş gezmiyor bilindiği gibi, kendisini halktan koruyan korumalarla dolaşıyor hep. İriyarı, gürbüz çocuklar. E, böyle bir olay olacak da bir şey yapmayacaklar! Yapmışlar, açtıkları pankartla toplantının ahengini bozan kadınları derdest edip dışarı atmışlardır.

Salondaki başbakancı kadınlar ise gördüklerinden mutlu, bir yandan huzursuzluk çıkaran hemcinslerini yuhalarken, öte yandan Başbakana, Türkiye seninle gurur duyuyor! diye bağırmışlardır olanca sesleriyle.

Yakışmıştır. Başbakana da, o kadınlara da.

***

Daha önce bu köşede yazmıştım. Dünya Ekonomik Forumunun 2010 yılı raporunda 134 ülkede yapılan bir araştırma sonuçlarına göre kadın-erkek eşitliğinde Türkiyenin 124. sırada yer aldığı belirtiliyor.

Yakışıyor dememin nedeni de budur; Başbakanının, Ben kadın-erkek eşitliğine inanmıyorum dediği bir ülkenin konuya ilişkin uluslararası sıralamada 124.lüğü alması, geniş bir kadın kitlesinin ülkenin bulunduğu yerden mutlu olması gibi, bu mutluluğa gölge düşüren hemcinslerini yuhalaması da doğal değil midir?

Başbakancı, aynı zamanda da başları türbanlı bu kadınları artık iyice tanıyoruz. Onlar özgürlükçülerdir. Önce demokratlaşarak savaşımını vermişler, sonra da savaşımını verdikleri türbanı takarak özgürleşmişlerdir.

Bu size tuhaf, hem de çok tuhaf gelebilir. Ama unutmayalım ki herkes kendi tuhaflığını yaşamakta özgürdür.

Özgürleşmiş bu kadınlar, Ben kadın-erkek eşitliğine inanmıyorumdiyen Başbakana yürekten bağlıdırlar, çünkü erkeklerle eşit tutulmak gibi bir dertleri yoktur.

Varsın, son yedi yılda kadın cinayetleri yüzde 1400 artmış olsun!

Bu, onların ilgi alanları dışındadır.

***

Ne yalan söyleyeyim, televizyon kanallarında ilk göründükleri dönemde merakla izliyordum acaba ne söyleyecekler diye. Giderek söyledikleri eskidi, söylediklerini yineler oldular, sıradanlaştılar. Kendi kendileriyle çelişmelerinden doğan tuhaflıkları bile ilgimi çekmez oldu.

Gördüm ki bunların onulmaz bir kimlikleşme-aidiyet sorunları var; türbanı aidiyetlerinin bir simgesi olarak görüyorlar. Bu simgeyi korumak için verdikleri savaşımın kendilerini bir arada tutacağına, güçlü kılacağına inanıyorlar. Aslında türbanın serbest bırakılmasını hiç istemiyorlar, serbest bırakılırsa ellerinden oyuncakları alınmış çocuklar gibi ortada kala kalacaklarını biliyorlar. İçinden nasıl çıkacaklarını bilemedikleri bir ikilemdeler. Onları tuhaflaştıran da bu!

Onların türban savaşımlarını insan hakları bağlamında destekleyen feministleri, salt, Ben kadın-erkek eşitliğine inanmıyorum diyen Başbakana, Eşit değilsiniz dendikçe daha çok öldürülüyoruz diye pankart açtıkları için yuhalamak başlı başına bir tuhaflık değil midir?

Bırakalım tuhaflıklarının özgürlüğünü yaşasınlar.

Yaşadıkları kadar!