28 Eylül 2010 Salı

BİR BAŞKA AÇIDAN REFERANDUM SONUÇLARI (2) - 19.09.2010

Referandumda, Marmara, Ege ve Akdeniz bölgelerindeki 27 ilden 16sında hayır oyu çıkarken, Türkiyenin geri kalan coğrafi bölgelerinde, Karadeniz, İç, Doğu ve Güneydoğu Anadoludaki 54 ilin -Artvin, Tunceli, Eskişehir dışında- tümünde evet çıkmasını nasıl açıklayacağız?

Mantıklı bir açıklama yapabilmek için bu bölgelerdeki oy dağılımına bir göz atmak gerekiyor.

Önce Karadeniz Bölgesine bir bakalım. Bu bölgede Amasya, Artvin, Bartın, Bayburt, Bolu, Çorum, Düzce, Giresun, Gümüşhane, Karabük, Kastamonu, Ordu, Rize, Samsun, Sinop, Tokat, Trabzon, Zonguldak olmak üzere 18 il yer alıyor. Bu illerdeki seçmen toplamı 4.438.259; sandığa gidenlerin sayısı ise 4.361.604 (yüzde 80). Evet oylarının sayısı 2.810.597 (yüzde 64), hayır oylarının sayısı 1.551.099 (yüzde 36).

Coğrafi olarak İç Anadolu Bölgesi 13 ili kapsıyor: Aksaray, Ankara, Çankırı, Eskişehir, Karaman, Kayseri, Kırıkkale, Kırşehir, Konya, Nevşehir, Niğde, Sivas, Yozgat. Bu illerdeki toplam seçmen sayısı 8.100.433; oy kullanan seçmen sayısı ise 6.530.427 (yüzde 81). Evet oylarının sayısı 4.172.172 (yüzde 64), hayır oylarının sayısı 2.358.255 (yüzde 36).

***

Görüldüğü gibi her iki bölgede de katılım oranı oldukça yüksektir (yüzde 81 ve yüzde 80). Evet ve hayır oylarının oranları ise her iki bölgede de aynıdır (yüzde 64 ve yüzde 36).

Bu sayılar Karadeniz ve İç Anadolu bölgelerinde seçmen davranışları arasındaki benzerliği belirgin olarak ortaya koyuyor. Toplam 31 ili kapsayan bu iki bölgede yapılan sosyo-demografik analizler seçmen yaşındaki yetişkin nüfusun eğitim/okulluluk düzeyinin başta Ankara ve Eskişehir olmak üzere beş-altı il ve il merkezi dışında Türkiye ortalaması düzeyinde olduğunu gösteriyor. Türkiyedeki okulluluk düzeyi ise bilindiği gibi beş yılın altındadır.

***

Ağrı, Ardahan, Bingöl, Bitlis, Elazığ, Erzincan, Erzurum, Hakkâri, Iğdır, Kars, Malatya, Muş, Tunceli ve Vanı kapsayan Doğu Anadolu Bölgesinde durum diğer bölgelere kıyasla farklılıklar göstermektedir. Bölge illerindeki toplam seçmen sayısı 3.371.121, bunlardan sandığa gidenlerin sayısı 2.183.167’dir (yüzde 65). Bölgede evet oyu veren seçmenlerin sayısı 1.774.266 (yüzde 81), hayır diyenlerin sayısı ise 408.901dir (yüzde 19).

Güneydoğu Anadolu Bölgesi ise Adıyaman, Batman, Diyarbakır, Gaziantep, Kilis, Mardin, Siirt, Şanlıurfa ve Şırnakı kapsamaktadır. Bölgedeki toplam seçmen sayısı 4.097.524, sandığa gidenlerin sayısı ise 2.243.077dir (yüzde 55). BDPnin boykot çağrısı Doğu Anadolu gibi bu bölgede de etkili olmuştur. Örneğin, katılım oranı Batmanda yüzde 38, Şırnakta yüzde 17dir. Referandumda bu bölgede toplam 1.892.170 (yüzde 84) evet, 360.929 (yüzde 16) hayır oyu çıkmıştır.

***

Evetoranları temel alınarak bir sıralama yapıldığında bölgeler açısından şöyle bir Türkiye görünümü ortaya çıkmaktadır: Ege yüzde 44, Akdeniz yüzde 49, Marmara yüzde 53, İç Anadolu yüzde 63.88, Karadeniz 64.43, Doğu Anadolu yüzde 81, Güneydoğu Anadolu yüzde 84.

Geçen yazımızda, Türkiye genelinde yüzde 58 evet, yüzde 42 hayır çıkması şaşırtıcı bir sonuç değildir, demiştik. Verdiğimiz sayılar bunu gösteriyor. Bu sonuçlarda birincil olarak belirleyici olan bölgelerdeki insanların eğitim/okulluluk düzeyidir. Düzey düştükçe evet oranı artıyor. Öte yanda sanayileşmenin insanların siyasal bilincini bire bir etkilemediği gerçeği de ortaya çıkıyor. Örneğin, hızlı bir sanayileşme gösteren Kahramanmaraşta evet oranı yüzde 79, Konyada yüzde 78, Kayseride yüzde 73, Gaziantepte yüzde 70, Kocaelide yüzde 61, Bursada yüzde 56dır. Bu kentlerdeki insanlara bilinç taşımak solcuların, örgütlü solun görevidir; çünkü bilinçlenme kendiliğindengerçekleşen bir süreç değildir.

Sudan nedenlerle CHPyi, özellikle de genel başkanını eleştirmek bize bir şey kazandırmaz. Feodal ilişkilerden kaynaklanan dinsel yapılanmalarla yeşil kapitalizm arasında tutsaklaştırılmış geniş kitleleri özgürleştirmek için neler yapılmalıdır, bu köşede bunları tartışacağız.

BİR BAŞKA AÇIDAN REFERANDUM SONUÇLARI (1) - 15.09.2010

Referandumda, Yüksek Seçim Kurulunun açıkladığı sonuçlara göre, gümrük ve cezaevleri dahil 52.051.828 kayıtlı seçmenden 38.369.253ü (Yüzde 73.7) oy kullandı. Bunlardan 21 milyon 788 bin 911i (Yüzde 57.88) hükümetin hazırladığı anayasa değişiklik paketine Evet”, 15.854.379’u ise (Yüzde 42.12) Hayır dedi. 725.963 oy da çeşitli nedenlerden ötürü geçersiz sayıldı.

AKPliler referandum sonuçlarını büyük başarı olarak kutluyorlar; aslında ortada büyük bir başarı görünmüyor, 58-42 aşağı yukarı beklenen bir sonuçtu. Bu durum ters açıdan CHP için de geçerlidir, dolayısıyla onların da üzüntülerini abartmalarına gerek yoktur, düşüncesindeyim.

***

Beklenen bir sonuçtu deyince doğal olarak bunu açıklamak gerekiyor. Referandum sonuçlarını sayısal olarak üç coğrafi bölgede (Marmara, Ege ve Akdeniz) irdelemeye çalıştım. Kent adlarının yanındaki E harfi referandum sonucu bağlamında eveti, H harfi de hayırı gösteriyor.

Marmara Bölgesinde 11 kent yer alıyor: Balıkesir (H), Bilecik (H), Bursa (E), Çanakkale (H), Edirne (H), İstanbul (E), Kırklareli (H), Kocaeli (E), Sakarya (E), Tekirdağ (H), Yalova (E). Bunlardan 5i evet, 6sı da hayır oyu vermiş. Bölgedeki seçmen sayısı 15.343.570; bu seçmenlerin yüzde 76sı (11.666.959) sandığa gitmiş, 6.205.960 kişi (Yüzde 53) evet, 5.460.999 kişi (Yüzde 47) hayır oyu vermiş. Burada İstanbul 3.643.896 evet ve 2.997.264 hayır oyuyla belirleyici bir rol oynuyor. Bölge, İstanbul dışarıda tutularak değerlendirildiğinde ortaya yine evet lehine 51-49 gibi bir oran çıkıyor.

Bu sayılar göz önüne alındığında gelecek yıl yapılacak genel seçimler öncesinde İstanbul ile birlikte Kocaeli ve Bursa gibi sanayi kentlerinde yoğun bir çalışma yürütülse CHP, Marmara Bölgesi toplamında ibreyi kendine kaydırabilir, demek sanırım yanlış olmaz.

***

Afyon (E), Aydın (H), Denizli (H), İzmir (H), Kütahya (E), Manisa (H), Muğla (H) ve Uşak (H) illerinden oluşan Ege Bölgesindeki seçmen sayısı 6.950.837’dir; bu seçmenlerin yüzde 82si (5.706.586) oy kullanmış, 2.516.702 kişi (Yüzde 44) evet, 3.189.884 kişi de (Yüzde 56) hayır demiştir.

Kıyı kenti olmayan illerden Afyon ve Kütahyada seçmenler ağırlıklı olarak evet derlerken, aynı konumdaki Manisa, Denizli ve Uşak illerindeki seçmenler ağırlıklı olarak hayır demişlerdir. Dolayısıyla, CHPnin potansiyel seçmenlerinin ya da AKP karşıtlarının yalnızca Ege ve Akdenizin kıyı kentlerinde bulunduğu söyleminin bir kesin doğru olmadığı referandum sonuçlarıyla birlikte ortaya çıkmıştır. İnsanları sosyal-demokrat bir partiye yönelten güç deniz havası değil, bilinç düzeyidir.

***

Akdeniz Bölgesini ise Adana (H), Kahramanmaraş (E), Antalya (H), Burdur (E), Hatay (H), Isparta (E), Mersin (H), Osmaniye (E) oluşturmaktadır. Bu bölgedeki seçmen sayısı 6.224.721’dir. Bu seçmenlerin yüzde 77si (4.776.714) oy kullanmış, 2.327.496 kişi (Yüzde 49) evet, 2.449.218 kişi de (Yüzde 51) hayır oyu kullanmıştır.

***

Marmara, Ege ve Akdenizden oluşan coğrafya Türkiyenin en gelişmiş bölgesidir. Bu geniş bölgedeki toplam seçmen sayısı 28.519.128’dir. Referandumda bu seçmenlerden 22.150.259u (Yüzde 77.7) oy kullanmış; 11.050.158 seçmen (Yüzde 49.9) evet, 11.050.158 seçmen de (Yüzde 50.1) hayır demiştir. Coğrafi bölgeler esas alınarak belirlenen bu 27 ilde evet ve hayır oyları başa baştır. Dolayısıyla bu bölge toplam olarak ele alındığında burada yenen ve yenilenden söz etmek gerçekçi değildir. Ne var ki Orta Anadolu, Karadeniz, Doğu Anadolu ve Güneydoğu Anadolu bölgeleri ele alındığında durum değişmektedir. Bu bölgelere de gelecek yazımızda bakalım.

13 Eylül 2010 Pazartesi

NE YAZACAĞINI BİLEMEMEK - 13.09.2010

Bugün pazar, saat 12.00. Ne yazacağımı bilemiyorum. Penceremden sokağa bakıyorum. İnsanlar çiseleyen yağmura aldırmadan oy vermeye gidiyorlar. Sandıklardan nasıl bir sonuç çıkacağı ancak akşam geç saatlerde belli olur. Artık referandum üzerine tahmin yürütmenin bir anlamı yok, çünkü bu yazı okunduğunda sandıklar açılmış, oylar sayılmış olacak. Bir ara yazıp yazmamayı düşündüm daha yazarken eskiyecek bu yazıyı. En iyisi referandumu bir yana bırakıp spora, doğal ki basketbola yönelmek.

***

Ne var ki benzer bir durum basketbolda da geçerli; ulusal takımımız bu akşam ABD ile final maçı oynayacak. 12 Dev Adam’ın kazanmasını öyle istiyorum ki. Finale kadar hiç yenilmeden geldik. Yunanistan, Slovenya, Sırbistan gibi bugüne kadar diş geçiremediğimiz güçlü takımları dize getirdik. Hele Sırbistan maçında yüreğimiz ağzımıza geldi. Hele o son saniyeler… Kerem Tunçeri’nin turnikeden attığı, skoru 83:82’ye getiren o son basketi, Semih Erden’in o son beş salise bloku…

***

Sırbistan, eski Yugoslavya döneminde de ulusal takımın omurgasıydı. 1950 yılında başlayan ve dört yılda bir düzenlenen FIBA Dünya Şampiyonası’nda 5 birinciliği, 3 ikinciliği, 2 üçüncülüğü var. Avrupa şampiyonalarında ise 8 birincilikleri, 6 ikincilikleri, 4 üçüncülükleri var. Kısacası, ulusal takımlar ölçeğinde dünyanın en başarılı takımını eledi basketbolcularımız.

Bakalım bu akşam ne yapacağız? Ben bu yazıyı yazarken maçın sonucunu bilmiyorum, siz ise yazdıklarımı okuduğunuzda biliyor olacaksınız.

Tuhaf bir durum.

***

Yine de içimden geçenleri yazayım, diyorum. Slovenya maçında kurduğumuz savunma örgüsünü yineleyelim, bu ABD’lileri yeneriz. Avrupa basketbolu ile ABD basketbolu arasındaki temel fark onlarınkinin gösteriye yönelik olması; bu durumda da doğal olarak takım değil birey öne çıkıyor. Biz ise bir basketbol bilgesi olan BogdanTanjeviç’in hocalığında Avrupalı güçlü rakiplerimiz gibi takım oyunu oynuyoruz.

Kaptanımız ve oyun kurucumuz Hidayet Türkoğlu’na da bugün de büyük iş düşecek. Bekleyelim, göreceğiz. Ya yenilirsek? “Galip sayılır bu yolda mağlup” demenin tam yeridir burası. Tarihinde ilk kez dünya şampiyonasında finale kalan takımımızın bu şampiyonada 3 kez altın, 3 kez gümüş, 4 kez de bronz madalya almış ABD gibi bir takıma yenilmesi dünyanın sonu değildir. Olası bir yenilgi 12 Dev Adam’ın başarılarına gölge düşürmemelidir.

***

Bu yazıyı yazarken aklıma Kadıköyspor geliyor. Gençlik yıllarımın basketbolda favori takımlarından biriydi. Açıkhava sahası Moda’daki evimize 100 metre uzaklıktaydı. Aynı semtin başka bir takımı olan Modaspor’la karşılaştığında 1.500 kişilik tiribünleri dolar, unutulmaz maçlar izlerdik yaz gecelerinde. Her iki takım da birçok kez İstanbul ve Türkiye şampiyonu oldu. Birçok ulusal basketbolcumuz bu kulüplerde yetişti. Zaman içinde Modaspor küçüldü, Kadıköyspor ise Efes Pilsen’in içinde eridi.

O zamanki basketbol tekniklerini şimdi izlediklerimle karşılaştırıyorum, o kadar farklı ki. Bütün spor dallarında olduğu gibi her şey daha hızlı, her şey daha teknik. Değişmeyen tek şey başarıdaki en büyük pay olan takım ruhu.

Kolektif sporlardaki takım ruhu, hayatın tüm alanlarına örnek olmalı, diye düşünüyorum. Özellikle de muhalif siyasette.

Değerli okurlarım, ne yazacağını bilmeden ancak bu kadar yazılabiliyor.

Anlayışınıza sığınıyorum.

10 Eylül 2010 Cuma

FARENİN ÖYKÜSÜ YA DA KISSADAN HİSSE - 12.09.2010

Evin minik faresi, duvardaki çatlaktan bakarken çiftçi ve eşinin mutfakta bir paketi açtıklarını gördü.
Kendi kendine: “İçinde hangi yiyecek var acaba?” diye düşündü. Bir süre sonra gördüğü paketin bir fare kapanı olduğunu anladığında yıkılmıştı. “Evde bir fare kapanı var! Evde bir fare kapanı var!” diye bağırarak telaşla bahçeye fırladı.

***


Minik fareyi telaş içinde gören tavuk, umursamaz ve bilgiç bir tavırla başını kaldırdı ve gıdakladı: “Zavallı farecik… Bu senin sorunun benim değil. Bana bir zararı olamaz küçücük kapanın,” dedi.
Tavuktan destek bulamayan farecik bu sefer telaşla domuzun yanına koştu ve ”Evde bir fare kapanı var! Evde bir fare kapanı var!” diye adeta çırpındı. Domuz anlayışla karşıladı ama ”Çok üzgünüm fare kardeş ama dua etmekten başka yapacağım bir şey yok. Dualarımda olacağından emin ol,” dedi.

Minik fare çaresizlik içinde ineğe döndü: “Evde bir fare kapanı var, evde bir fare kapanı var!” İnek; “Bak fare kardeş, senin için üzgünüm ama beni ilgilendirmiyor,” dedi.

***


Sonunda farecik, başı önde umutsuz şekilde eve döndü. Çiftçinin fare tuzağı ile bir gün tek başına karşılaşmak zorunda olduğunu anladı.

O gece evin içinde sanki ölüm sessizliği vardı. Minik farecik aç ve susuzdu. Tam yorgunluktan gözleri kapanacaktı ki birden bir ses duyuldu. Gecenin sessizliğini bölen gürültü, fare kapanından geliyordu.
Çiftçinin karısı, ne yakalandığını görmek için yatağından fırladı ve mutfağa koştu. Karanlıkta kapana, zehirli bir yılanın kuyruğunun kısıldığını fark edememişti. Kuyruğu kapana kısılan yılanın canı yanıyordu ve aniden çiftçinin karısını ısırdı.

Çiftçi, karısını apar topar doktora götürdü. Doktor, zehri temizledi sardı. Çiftçi karısını eve getirdi, yatırdı. Karısının ateşi yükseldi ve bir türlü düşmüyordu. Kadıncağız ateş ve ter içinde kıvranıp duruyordu.

Böyle durumlarda taze tavuk suyunun gerekli olduğunu herkes bilir, çiftçi de bıçağını alıp bahçeye koştu. Karısı taze tavuk suyu çorbasını içti, biraz kendine geldi.

Karısının hastalığını duyan komşular ziyarete geldiler. Onlara ikram etmek için çiftçi domuzunu kesti. Çiftçinin karısı gittikçe kötüye gidiyordu. Yılan, belli ki çok zehirliydi. Birkaç gün sonra çiftçinin karısı iyileşemedi ve öldü.

Cenazesine çok sayıda kişi gelince hepsine yeterli et sağlamak için çiftçi ineği mezbahaya yolladı.
Fare tüm bu olanları büyük üzüntü ile duvardaki deliğinden izledi.

***

Öyleyse…

Birisi, sizi ilgilendirmediğini düşündüğünüz bir tehlike ile karşı karşıya ise tehlike bir gün siz de dahil hepimiz içindir, unutmayalım!…

***

Değerli okurlarım, bu kısa öyküye internette dolaşırken (www.kissadanhisse.net) adlı sitede rastladım. Hoşuma gitti, sizlerle paylaşmak istedim.

Güzel bir pazar günü geçirmeniz dileğiyle.

12 EYLÜL KIVIRTGANLARI - 08.09.2010

Bilmem, kıvırtgandiye bir sözcük var mı dilimizde, sözlüğü açıp bakmadım. Ama kırılganolduğuna göre kıvırtganniçin olmasın? Ayrıca referandumda yetmez ama…” diyerek AKP Anayasasını onaylayacaklarını açıklayan eski solcuları tanımlayacak daha uygun bir sözcük bulamadım.

***

Özellikle medya pazarında bunlardan oldukça fazla var, çoğunu tanıyorsunuz. 60lı yıllardan başlayarak gençlik, örgüt, aydınhareketleri içinde yer alıp ünlendiler. Öğrenci eylemlerine, işçi hareketlerine, toprak işgallerine katılmışlar, elde silah dağlara çıkmışlar, bunların bedelini tutuklanarak, işkence görerek, cezaevlerinde gün sayarak ödemişlerdi. 12 Mart 1971 darbesini izleyen yıllarda hepsi birer kahramandı, toplumun geniş kesimlerinde kendilerine haklı olarak saygın bir yer edindiler. Sonra 12 Eylül 1981 darbesi geldi. Gazeteleri, dergileri, örgütleri, partileri kapatıldı; içlerinden bazıları yeniden tutuklandı. Bu darbe okumuş-yazmış kesimleri baş hedef almamakla birlikte 12 Marttan daha şiddetli ve daha planlıydı. 1982 Anayasası ile askeri diktatörlük meşrulaştırıldı, Türkiye aydınlanmacılığının üniversitelerden Dil Kurumuna kadar belli başlı kurumları iğdiş edildi. Bireysel ve toplumsal özgürlüklerin, demokrasinin düzeyi 1961 Anayasası öncesinin düzeyine çekildi.

***

1983 genel seçimlerini darbecilerin umut ve beklentilerinin tersine Turgut Özalın liderliğindeki Anavatan Partisi kazandı. Amerika Birleşik Devletlerine yakın politikalar izleyen Turgut Özalın görece liberalsöylemleri ve girişimleri 12 Mart ve 12 Eylül darbelerinin kendilerine yaşattığı baskılardan bunalmış solcuların azımsanamayacak bir kesimini etkiledi. Buna bigânekalmayan Özal, bunlardan bazılarını çevresine topladı, bazılarına önemli devlet görevleriverdi.

Dünyada hızla esmeye başlayan neo-liberal rüzgârlar ve bu rüzgârların Türkiyede oluşturduğu hava liberalizmi, dolayısıyla kapitalizmi eski devrimcilerin/solcuların gözünde çekici kılıyordu. Dönenler, dönmeleriyle birlikte kapitalizmin nimetlerindenyararlanmaya başlıyorlar, o güne kadar kapısından içeri ayak basmayı akıllarına bile getirmedikleri medya organlarında bol maaşlaköşe sahibiya da üst düzey yönetici oluyorlardı.

Sovyetler Birliğinin 1991 yılında dağılmasıyla birlikte dönenler kervanına Türkiye Komünist Partisi/Türkiye Birleşik Komünist Partisi örgüt şefleri de katıldı. Onların da büyük çoğunluğu aynı saflarda yer aldı.

***

Hayatı herkes kendince yaşar. Karşılaştığı zorluklar insanın hayat çizgisini değiştirebilir. İnsanın düşünceleri, inançları farklılaşabilir. İnsan, dün yanlış gördüğünü bugün doğru görebilir. Bütün bunlar anlaşılabilir değişimlerdir. Dolayısıyla dün sosyalist olanın bugün liberalizmi savunmasında da anlaşılamayacak bir durum yoktur.

Ne var ki bir yandan liberalizmi, kapitalizmi savunurken öte yandan hâlâ Ben solcuyum, sosyalistim, Marksistim,demek sahtekârlıktır, ahlaksızlıktır, kıvırtganlıktır.

Liberalsen liberalimde! Eser Karakaş, Mehmet Altan gibi dürüst ol; seni eleştireceksek bu yönünle eleştirelim. Yadsıdığın nitelikleri, solculuğu, sosyalistliği, Marksistliği neden katıyorsun işin içine?

Sosyalizm bir dünya görüşüdür; temeli emek-sermaye çelişkisinin emekten yana çözümüne dayanır. Bugün savunduğun siyasal/ideolojik görüşlerinin bu çözümle uzaktan yakından bir ilgisi var mıdır? Sosyalizm aynı zamanda bir ilkeler bütünü, bir ahlak kuramıdır. Sen bu kuramın hiçbir yerinde değilsin ki, vazgeçmişsin, dönmüşsün, bırakmışsın; hâlâ neden direniyorsun? Bırak artık o eski hikâyeleri; referandumda eveti savunacaksan yeni kimliğinle savun, belki o zaman yitirdiğin saygınlığını yeniden kazanabilirsin. Bu toplum kıvırtganlara, hele senin gibi 12 Eylül kıvırtkanlarına hiç saygı göstermez.

Unutma!

DAYAK YEMEDEN ŞU İŞİ BİTİRSEK - 06.09.2010

Bu yaşıma kadar onca seçim, iki de halkoylaması gördüm, toplumun gelecek pazar yapılacak referandum öncesinde olduğu kadar azarlandığını, korkutulduğunu, sindirilmeye çalışıldığını anımsamıyorum.

Başbakan çıkıyor, işadamlarına, Oyunuzu açıklayın diyor ve ekliyor: Bitaraf olan bertaraf olur! Yani yok olursunuz, silinirsiniz, gidersiniz demeye getiriyor.

Sanayi Bakanı kükrüyor:Eğer hayır diyecekseniz bir daha yanıma gelmeyin!

Uluslararası ün yapmış iki pop sanatçımızdan biri olan Tarkan Allianoiye sahip çıkacak oluyor, bu kez Çevre ve Orman Bakanı kaşlarını kaldırıyor: O her işe burnunu sokmasın, kendi işine baksın!

Kısacası her ağzını açan azarlanıyor, bir dayak yemediği kalıyor.

***

Bu üç örneğin dışında başka fırçalamalar da var tabii. Sözgelimi,Alevi dedeleri, Türk soyundan olmayanlar da paylarını alıyorlar atılan fırçalardan.

AKPliler bu fırça düzenini demokrasi sanıyorlar. Belki onlar da kendi açılarından haklılar, çünkü sarmalandıkları dogmalar bu kadarına izin veriyor. Haksız oldukları nokta demokrasi sandıkları bu ucubeliği toplumun geneline dayatma arzuları.

Bu köşede birçok kez yinelendiği gibi AKPlilerin gönüllerinde yatan düzen Orta Anadolu otokratizmi. Bir liderin ve çevresindeki oligarşik yapılanmanın bu hot-zot düzenini Türkiyenin geneline yaymak istiyorlar. Başbakan yıllar önce demokrasinin son hedefe varma yolunda ilerleyen bir tramvay olduğunu söylemişti. Gerçekten de demokrasi tramvayı son durak olan otokratik egemenliğe doğru hızla yol alıyor.

12 Eylül referandumu bu nedenle çok önemli; çoğunluk evet derse tramvay hedefi doğrultusunda daha da hızlanacak, çoğunluk hayır derse bu makas değişikliğine yol açacak.

***

Bu referandum işi bir bakıma iyi oldu, çünkü toplumun bakmasını değil ama görmesini bilebilen kesimi AKPnin niyetinin ne olduğunu daha açık olarak algılayabildi. Anlaşıldı ki din bunların elinde bir oyalama aracıymış. Türban falan fasa fisoymuş.

Dini bilinçli olarak umacılaştırarak laik kesimlerin tüm güçlerini bu alanda yoğunlaştırmalarını sağlarlarken, hedefleri doğrultusunda devleti alttan alta ele geçirmeyi büyük ölçüde başarmışlar. Geriye bir tek yüksek yargı kalmış. Gelecek haftaki referandumda da esas oylanacak olan yargıyla ilgili iki madde zaten.

***

Bir de AKPye yandaş medyada düzen çığırtkanlığı yapan sonradan olma liberal bir kesim var. Referandum sürecinde şaşkın tavuklara döndüler. Televizyonlardaki açık oturumlarda hâlâ yüzleri patlıcan moru, avurtları şişik, ağızlarından tükürükler saçarak canhıraş bir şekilde AKP politikalarını savunmaya çalışıyorlar, ama söylediklerine kendileri de pek inanmıyorlar. AKP yöneticilerinin fırça harekâtından onlar da rahatsızlar. Ama bir ikisi dışında bunu dile getirmeye yürekleri yetmiyor. Kıvırtıyorlar.

Geçenlerde bir TV kanalında Eser Karakaşı izledim. AKPnin ekonomik büyüme politikasını yere göğe sığdıramadı. Bir de, Ekonomiyi büyütmek en büyük milliyetçiliktir!gibi bir söz etti. Eh be kardeşim, sen ekonomi profesörüsün, ekonomik büyüme kazanımlarında adil paylaşım söz konusu olmadığında ne anlam taşır? Yoksa 19. yüzyılın İngilteresinde mi yaşıyoruz? Bak, milliyetçiliki olumlandırmak gibi gerçek özgürlükçüleri/liberalleri mezarlarında ters döndüren o apriori saçmalığa bir şey demiyorum. Sorularıma yanıt ver, yeter.

Neyse, biz yine başa dönelim ve yazımızı, Şu referandum işini dayak yemeden bir bitirsekdiyerek bitirelim.

6 Eylül 2010 Pazartesi

BU AVRUPALILAR GERÇEKTEN TUHAF OLUYORLAR - 05.09.2010

Haberi okuyunca güldüm... Biliyorsunuz, Almanyanın yeni bir cumhurbaşkanı var. 31 Mayıs 2010 tarihinde istifa eden Horst Köhlerin yerine yine Hıristiyan Demokrat Birliğinden Christian Wulff seçildi. Eski bir savcı olan Bay Wulff bu göreve son 50 yıldır gelenler arasında en genci, 51 yaşında. Kendisinin ilk evliliğinden 16 yaşında, eşi Bettinanın da yine ilk evliliğinden 6 yaşında birer kızları var. Haberin konusu olan 2 yaşındaki Linus Wulff ise ortak çocukları.

Bay Wulff cumhurbaşkanı seçilince aile yaşadıkları Hannoverden başkent Berline taşınıyor. İlk işleri de kızları okula, küçük oğlan çocuğunu da bir kreşe yerleştirmek için ilgili yerlere başvurmak oluyor. Kızlarda bir zorluk yok, fakat Linusun kreşi bir sorun oluyor. İlgili makam Cumhurbaşkanına, Berlinde kreş talebinin 152 bin, mevcut yer adedinin ise yalnızca 116 bin olmasını gerekçe göstererek, Kusura bakmayın, talebinizi ancak sıraya koyabiliriz! diyor. Wulf çifti ise aylarca bekleyecek durumda değiller; devlet işleri, protokol zorunlulukları, iç ve dış geziler... Kucakta da bir çocuk... Olacak şey değil! Cumhurbaşkanı bu kez de Federal Parlamentonun kreşine başvuruyor ama oradan aldığı yanıt da olumsuz. İlgili görevli, Sayın Cumhurbaşkanı diyor, siz milletvekili değilsiniz, parlamento çalışanı da değilsiniz, o halde yapabileceğim bir şey yok!

***

Habere güldüm ama yüreğim de kalkmadı değil. Sen koskoca cumhurbaşkanı ol fakat çocuğunu bir kreşe vereme! Peh, peh, peh...

Şimdi, O da çocuğunu özel bir kreşe versin, koca Berlinde hiç mi özel kreş yok? diyebilirsiniz. Hiç olmaz mı, doğal ki vardır, ama Bay Wulff, sokaktaki vatandaşdeğil ki! Adamı orada tefe koyarlar. Özel bakıcı tutsa yine aynı durum, millet Vay be!der.

İster gülün, ister ağlayın. Almanyada cumhurbaşkanı olmak hiç kolay değildir.

***

İnsan, Avrupalıların bu tuhaflıklarını duyunca kendi ülkesiyle iftihar ediyor. Örneğin biz, hepimiz adımız gibi biliyoruz ki bu cennet vatanımızda hiçbir cumhurbaşkanımızın başına böyle şeyler gelmez, gelemez, getirmezler, getiremezler. Her şeyden önce hiçbir kıçı kırık görevlinin, Cumhurbaşkanının bir isteğini geri çevirmek gibi bir tuhaflık aklının ucundan bile geçmez çünkü. Niye geçmez, daha doğrusu geçemez, bu soruyu yanıtlamayı bir deneyin, bakın ne kadar çok yanıt bulacaksınız!

***

Türkiyede kamu hizmetleri açısından bir cumhurbaşkanıyla niteliksiz bir işçi arasında hiçbir fark yoktur. İkisi de yasalar karşısında ve kamu kuruluşlarının verdiği hizmetlerden yararlanma hakkı açısından eşittir; aralarındaki eşitlik her ikisinin de Türkiye Cumhuriyeti yurttaşı olmalarından kaynaklanır. Doğumumuzdan başlayarak ölümümüze kadar tanık olduklarımız, yaşadıklarımız ise bu eşitlik ve hakkın hayatta karşılığı olmadığını, kâğıt üzerinde kaldığını göstermektedir.

Bu nedenledir ki Türkiyede bırakın Cumhurbaşkanını, Başbakanı, bakanları ya da milletvekillerini, orta düzeyde bir bürokratın bile Alman Cumhurbaşkanının yaşadığı sorunları yaşayacağı düşünülemez.

Alimallah adamı sürüm sürüm süründürürler.

***

Başbakan ikide bir üstünlerin hukukudiyor ya, çok komiğime gidiyor. Başka komiklikler de var tabii, ama başka sefere. Hele şu referandum komedyasını arkada bırakalım, tuhaflıklar üzerine daha çok pazar yazıları yazarız.

1 Eylül 2010 Çarşamba

NEREDEN NEREYE YA DA GÜLAY GÖKTÜRK'ÜN HAZİN HAYAT HİKAYESİ - 30.08.2010


Gülay Göktürk, Hanefi Avcı’nın Haliçteki Simonlar kitabını okumuş, bir sonuca varmış. Bilindiği gibi kitabın ağırlık noktasını Gülen cemaatinin polis teşkilatını ele geçirmesi oluşturuyor. Gülay Göktürk bunu doğal karşılıyor, soruyor: Neden Gülen Cemaati mensuplarının Emniyet Teşkilatında ya da bir başka devlet kurumu içinde etkin olmaları suç olsun? Gayrimeşru yollardan mı gelmişler oralara? Bazı makamlar bazı vatandaşlara yasak mı? Bunu engelleyen bir kanun mu var?

Ortaya attığı soruyu yanıtladıktan sonra vardığı sonucu açıklıyor: “(…) Demokratik devletlerde, sivil toplum içinde var olan her türlü gücün, politik toplumda yansımasını bulması doğaldır. Dini örgütlenmeler, cemaatler ve tarikatlar da sivil toplumun bir parçasıdır ve onların da, kendi Türkiye projelerini hukuk düzeni içinde ve yasal sınırlar dahilinde, devlet katlarına taşıma hakları vardır. Dolayısıyla Gülen Cemaati mensuplarının da Emniyet Teşkilatında ya da bir başka devlet kurumu içinde etkin olması suç ya da ayıp değildir.

***

Ona göre Fethullahçıların tüm devlet katlarında, örneğin polis teşkilatında örgütlenerek etken bir konuma gelmelerinde olumsuz bir yan bulunmuyor. Bunu engelleyen bir kanun da olmadığına göre...

Gülay Göktürk, yaklaşık 70.000 basılan, çoğu havalimanları gibi yerlerde bedelsiz dağıtılan, birazı da bayilerde satılan Fethullahçı Bugün gazetesinin bir yazarıdır. Dolayısıyla Gülen cemaatinin devlet katlarında konuşlanmasına olumlu yaklaşması doğaldır.

Doğal olmayan, onun bu yaklaşımını ileri derecede savunduğu liberalizm ile bağdaştırabiliyor olmasıdır. Göktürk, bu yaklaşımını, sivil toplumda oluşan bir gücün kendi Türkiye projesini devlet katına taşıması olarak açıklarken, bir gerçeği görmezlikten geliyor. Devlete, üniformalı ya da üniformasız olsun, devlet bürokrasisine entegre olan bir güç sivil niteliğini koruyabilir mi? Sözgelimi, bir polis memuru, bir emniyet müdürü, bir istihbarat şefi ya da bir emniyet amiri salt cemaatten diye hâlâ sivil toplumun bir üyesi olarak tanımlanabilir mi? Bir cemaatçi devlet memuru görevi sırasında ait olduğu cemaatin çıkarlarından kendini soyutlayabilir mi, bağımsızlaştırabilir mi?

Göktürk, bu soruların yanıtlarının hayır olduğunu bilecek kadar zeki bir insandır. Fakat bilmezden geliyor. Çünkü bu ülkede liberalim/özgürlükçüyümdiyen birçok insan gibi o da sırtını yasladığı güç odağının icazeti ölçüsünde liberaldir, özgürlükçüdür.

***

Gülay Göktürk toplumumuzdaki birçok icazetli liberal gibi soldan dönmedir. Bir zamanlar Marksizm-Leninizm’in, Maocu düşüncenin, proleterya diktatörlüğünün yılmaz bir savaşçısıyken, şimdi İslamik-kapitalist Fethullah Gülenci örgütlenmenin bağnaz bir savunucusudur. O, doğal ki ülkemiz sosyalist hareketinin tek döneki değildir; sayısız benzeri vardır. Türkiye gibi toplumsal değişim sürecinin büyük bir hızla geliştiği bir ülkede bu tür kişilik deformasyonlarına, amorflaşmalara, saf değiştirmelere sıkça rastlanıyor olması olağanüstü bir durum değildir. Bu açıdan bakıldığında Göktürk’ün bir yazı konusu olacak ölçüde ilginç bir yanı olup olmadığı sorgulanabilir. Bence vardır! İlginçliği, sol’dan sağ’a savruluşundaki polarizasyonun derecesinden kaynaklanmaktadır.

Gülay Göktürk, bugün 61 yaşındadır. Sol ile lise çağlarında tanışır, 20 yaşında ODTÜ öğrencisiyken örgütlenir. Üniversiteyi terk edip fabrikalarda işçilik yapar. 12 Mart 1971 sonrası 2.5 yıl cezaevinde yatar, 1974 affı ile serbest kalır. Yeniden işçiliğe döner. Gecekonduda oturur. 1977 yılında yayımlanmaya başlayan günlük Aydınlık gazetesinin işçi sayfasının sorumluluğuna getirilir, Örs ve Çekiç köşesinde yazılar yazar. 12 Eylül 1981 darbesinden sonra Aydınlık hareketinden kopar. Güneş ve Günaydın gazetelerinde, Nokta ve Aktüel dergilerinde çalışır. 1994 yılında Dinç Bilgin’in Sabah gazetesinde köşe yazıları yazmaya, aynı zamanda da liberalleşmeye başlar. Sonunda bugün bulunduğu yere gelir.

Nereden nereye, öyle değil mi? Hazin bir hayat hikâyesidir onunki.





ABARTILI ÖZGÜVEN YA DA TOP YUVARLAKTIR GERÇEĞİ - 29.08.2010

UEFA Avrupa Ligi grup kuraları çekildi, Beşiktaşın rakipleri belli oldu: FC Porto, CSKA Sofya ve Rapid Wien. Ertesi günkü gazetelerin konuyla ilgili haber başlıklarına bakıyorum: Beşiktaşa dişine göre rakipler!, Bundan iyisi can sağlığı!”, Lokum gibi grup!

Aynı hafta içinde Trabzonspor İngilterenin Liverpool, Fenerbahçe Yunanistanın PAOK, Galatasaray da Ukraynanın Karpaty takımları karşısında başarı gösteremeyerek elendiler. Trabzonspora bir diyeceğimiz yok, çünkü Liverpool dünyanın en güçlü futbol takımlarından biriydi. Fenerbahçe ve Galatasaray ise karşılarındaki takımlardan önce kendi kötü futbollarına yenik düştüler.

Ben spor yazarı değilim, gazetemizin spor sayfalarında konuyu futbol açısından ele alıp irdeleyen uzman arkadaşlarımız var. Beni ilgilendiren Fenerbahçe ve Galatasarayın rakipleri belli olduğunda basında yer alan haber başlıkları; bunların yukarıda üç örneğini verdiğim rakibe saygısızlıkla eşanlamlı olan başlıklardan hiç farkları yoktu. Takımlarımız rakiplerini daha ilk karşılaşmada birer böcek gibi ezecekler, aynı başarıyı güle oynaya ikinci karşılaşmada da gösterip gruplara kalacaklardı. Olmadı. Fenerbahçe ilk maçta Yunanistandan 1-0 yenik döndü, ikinci maçı ise 1-2 verdi. Galatasaray da İstanbuldaki ilk maçta 2-2, Ukraynadaki maçta ise 1-1 berabere kalıp elendi.

***

Bir kez daha görüldü ki hayatın her alanında olduğu gibi futbolda da mücadele gaza getirmekle”, dereyi görmeden paçaları sıvamakla”, senaryolaştırılmış özgüvenle kazanılmıyor. Özgüven emekle, çabayla, bilgiyle, süreklilikle, kararlılıkla ediniliyor.

Dilerim Beşiktaş, Fenerbahçe ve Galatasarayın yaşadıkları düş kırıklıklarını yaşamaz. FC Porto bir yana bırakılacak olursa CSKA Sofya da, Rapid Wien de güçleri açısından Avrupanın ilkleri arasında değiller, fakat gerçekçi olalım, Beşiktaş da henüz değil.

1948 yılında kurulan CSKA Sofya 31 kez Bulgaristan şampiyonu olmuş, 11 kez Bulgaristan Kupasını, 13 kez Sovyet Ordu Kupasını, 2 kez de Bulgaristan Süper Kupasını kazanmış. Avrupada herhangi bir başarısı yok. 2009-2010 sezonunu 2. olarak bitirmiş.

1899’da kurulan Rapid Wien ise 32 kez Avusturya şampiyonu olmuş, 14 kez Avusturya Kupasını, 3 kez de Avusturya Süper Kupasını kazanmış. Bu köklü Viyana takımının 2 İntertoto şampiyonluğu var. Ayrıca Avrupa Kupa Galipleri Kupasında 2 kez final oynamış. Geçen sezonu 3. olarak tamamlamış.

1903 yılında kurulan Beşiktaşın ise 1957 yılı öncesindeki yerel ligdeki başarıları dışarıda tutulacak olursa 13 Türkiye Süper Lig şampiyonluğu var. 8 kez Türkiye Kupasının, bir kez de Süper Kupanın sahibi olmuş. Geçen sezonu 4. olarak tamamlayan Beşiktaşın uluslararası başarısı ise 2002-2003 sezonunda UEFA şampiyonasında çeyrek final oynamış olmasıyla sınırlı.

Zaten iyi olan kadrosunu Quaresma Bernardo, Gutiérre Hernandez gibi uluslararası üne sahip futbolcularla güçlendirmiş ve Bernd Schuster gibi başarılı bir teknik direktöre de sahip olsa Beşiktaşlı spor yazarlarının takımlarını dolduruşa getirmeleri doğru değildir. Unutulmamalıdır ki Beşiktaş daha bir hafta önce bu güçlü kadrosuyla İstanbul Büyükşehir Belediyespora kendi sahasında 0-2 yenilmiştir. İstanbul BB Spor herhalde CSKA Sofyadan da, Rapid Wienden de daha güçlü bir takım değildir. O halde Top yuvarlaktır gerçeği akıldan çıkarılmamalıdır.

***

Bir de FC Porto vardır. 1893 yılında kurulan kulüp 24 kez Portekiz lig şampiyonluğunu, 15 kez Portekiz Kupasını, 17 kez Portekiz Süper Kupasını, 2 kez Avrupa Kupasını (1987, 2004), 1 kez UEFA Kupasını (2003), 1 kez UEFA Süper Kupasını (1987), 2 kez de Kıtalararası Kupayı/Intercontinental Cup (1987, 2004) kazanmıştır.

Sanılanların, söylenenlerin, yazılanların tersine Beşiktaşın işi hiç de kolay değildir. Benim burada yaptığım yalnızca bir uyarı, Beşiktaşlılar da bizim yaşadığımız düş kırıklığını yaşamasınlar istiyorum. Abartılı özgüven beni korkutuyor. Çünkü bir Galatasaraylı olarak Bursasporun Şampiyonlar Liginde başarılı olmasını istediğim kadar Beşiktaşın da Avrupa Liginde final oynamasını yürekten arzuluyorum.