31 Aralık 2008 Çarşamba

NE KÖTÜ BİR YILDI BU 2008 - 31.12.2008


Belki de kimi okurlarım yıl içinde yaşadıkları mutlulukların, güzelliklerin etkisiyle “O kadar da değil,” diye düşüneceklerdir. Haklıdırlar tabii, kim alevlenen bir aşkın, atılan bir evlilik adımının, bir bebeğin doğumunun, umutsuz bir hastanın esenliğe kavuşmasının, mesleki bir başarının ve hayata dair daha birçok iyi şeyin yaşattığı mutlulukları göz ardı etmek ister?

Benim de “kötü”den kastim hepimizin yaşamaya hakkımız olan bu mutluluklara, duymak istediğimiz sevinçlere düşen koyu gölgelerdir.

Tüm dünya gibi Türkiye de aylardır derin bir ekonomik kriz içindedir ve hepimizin belini büküyor. Başımızda beceriksiz, basiretsiz, bizi masallarla uyutmaya çalışan bir hükümet var; bırakın geleceğimizi, bir gün sonramızı bile göremiyoruz.

Öyle bir noktadayız ki kime, hangi kuruma güveneceğimizi bilemiyoruz; eğitim laçkalaşmış, yargı birbirine girmiş, medya işbirlikçileşmiş, üniversite çökmüş. Türkiye’nin en köklü eğitim kurumunun, İstanbul Üniversitesi’nin rektörlüğüne seçilme ölçütü Başbakan’ın aile doktorluğu sınırına çekilmiş.

Bu ülkenin, bu toplumun üzerine düşen, düşürülen gölgeler insanların hakkı olan mutlulukları doyasıya yaşamalarını engelliyor ne yazık ki.

***

İsrail dört gündür Gazze’yi bombalıyor. Yüzlerce ölü, binlerce yaralı var. İsrail, Gazze’de kurulan “Hamas Devleti”ni kanla, barutla, ölümle ortadan kaldırmaya kararlı görünüyor.

Biliyorsunuz, Hamas, ABD ve AB ülkeleri tarafından “terör örgütü” ilan edilmiş bir silahlı İslami kuruluş; Siyasi Büro Başkanı Halid Meş’al başkanlığında bir Hamas heyeti 16 şubat 2006 günü Ankara’yı ziyaret etmiş, zamanın Dışişleri Bakanı Abdullah Gül ve AKP Genel Başkan Yardımcısı Dengir Mir Mehmet Fırat tarafından AKP Genel Merkezinde ağırlanması içeride ve dışarıda eleştirilmişti.

Hamas, Birleşmiş Milletler’in aracılığıyla İsrail ve Filistin arasında imzalanan ve 19 aralığa kadar sürecek 6 aylık ateşkes anlaşmasının uzatılmayacağını Şam’da yaptığı bir basın toplantısında açıkladı. Sonrasında da İsrail’e bir kişinin ölümüne yol açan füze saldırısı başlattı. Dört gündür yaşanan insanlık dışı vahşet Hamas saldırısına karşı İsrail’in giriştiği orantısız misillemedir.

El Kaide gibi Hamas da ABD desteğiyle kurulmuş bir silahlı İslami örgüttür. Yaser Arafat’ın El Fetih örgütünü zayıflatmak amacıyla kurdurulmuş, yine El Kaide gibi bir süre sonra ABD’nin kontrolünden çıkmıştır.

Hamas, füze provokasyonunu İsrail’in buna misliyle karşılık vereceğini bilerek gerçekleştirmiştir; amacı mümkün olduğunca fazla sayıda ölü vererek, katliama yol açarak dünya kamuoyunun “sempatisini” kazanmaktır. Bu kanlı bir oyundur. Olan yüzlerce masum, mazlum Filistinliye olmaktadır. İnsanlar İslami terörizm ile Siyonist vahşet arasında sıkışıp kalmışlardır.

Ölümler, acılar, insanlık dramları sürmektedir, sürecektir.

***

İnsanlık yeni yıla çaresizlikle, umutsuzlukla, mutluluklarının üzerine düşen koyu gölgelerle girmektedir.

Kapitalizm sürdükçe Türkiye huzura, esenliğe, mutluluğa hiçbir zaman erişemeyecektir.

Emperyalizm var oldukça devletler, uluslar, toplumlar daha birçok kez birbirine düşürülecek, insanlık çok daha derin, çok daha büyük acılar yaşayacaktır.

Dilerim, 2009 güzel bir yıl olsun.

Kendi hayatlarımız ve insanlık üzerine enine boyuna düşüneceğimiz, kötü olanı kendi hayatlarımızdan ve insanlıktan çıkarmanın yollarını arayacağımız, ortak mutluluklarımızın, ortak sevinçlerimizin kapısını aralayacağımız bir yıl…

Her şey gönlünüzce olsun, Sevgili Okurlar.


28 Aralık 2008 Pazar

PSİKOLOJİ - 28.12.2008


Medya üzerine çok gitti, ama “Krizin nedeni psikolojiktir,” derken aslında haklıydı Sayın Başbakan. Tabii sözlerine açıklık getirip ekonominin bir “depresyon” mu yoksa “panik atak” mı geçirdiğini, tolumda saptadığı eğilimlerin “paranoid” mi yoksa “histiriyonik” mi olduğunu söyleseydi doğal ki çok daha iyi olurdu. Nitekim şimdi bu toplumun bireyleri olarak ne geçirdiğimizi, ne olduğumuzu bilememenin şaşkınlığını yaşıyoruz. Ama bir şeyler geçirdiğimiz, bize bir şeyler olduğu, tıbben adını koyamasak da toplumca ruhsal durumumuzun bozulduğu bir gerçek. Ve bu gerçek hepimizin davranışlarına yansıyor.

***

Ülkemizin en üst yargı organı olan Anayasa Mahkemesi yargıçlarının ikiye bölünüp her birinin ayrı basın toplantıları düzenleyerek öbür tarafı suçlaması bile tek başına bu ruh sağlıksızlığının bir yansıması değil midir?

Ya da Ergenekon’da görülen yargıç-savcı çatışması, hukukçuların birbirlerini “Anayasa’yı çiğnemekle” suçlamaları?

Veya daha düne kadar krize “Hodri meydan!” diyen, “Fırsata dönüştüreceğiz!” diyen o Şimşek’lerin, o Tüzmen’lerin, o Unakıtan’ların bugün ekranlardaki o ne yapacağını bilemez halleri?

Hele üniversitelerdeki rektör seçimlerinin galiplerini mağlup sayan o YÖK başkanının şaşkın gevelemeleri, Danıştay’da verilen yürütmeyi durdurma kararları?

Sağlıklı bir toplumda bu türden “arızalı” durumlara tanık olunabilir mi?

***

Bu ülkenin çivisi çıkmıştır, ekonomisinin de, siyasetinin de, hukukunun da, üniversitesinin de, medyasının da çivisi çıkmıştır. Çivisi çıkan bir ülkenin bireylerinin ruh sağlığını koruması mümkün müdür?

Sen bu ülkenin başbakanısın, sen bu ülkenin ekonomiden sorumlu bakanısın, sen hükümetsin, tutup sözgelimi doğalgaza yüzde 82 zam yapacaksın, tüketicinin cebine darbe üstüne darbe indireceksin, sonra da çıkıp milletle alay eder gibi “Haydi, tüketin, satın alın, para harcayın!” diyeceksin.

Gelen krizi sanayiciler aylar öncesinden görmüşler, sana, “Önlem alınsın, bir şeyler yapılsın,” demişler, aldırmamışsın. Tersaneler kapanırken, tekstil sektörü çöker, otomotiv sanayi üretimi durdururken sen hâlâ “Kriz bizi vurmayacak,”, “Bize teğet geçecek,” diye hikâye anlatmışsın. Avrupa’nın en pahalı doğalgazı, en pahalı petrolü, en pahalı elektrik enerjisi bizde olunca en ufak dalgalanmada bile rakiplerinin ilk altında kalanın bizim sanayicimizin olması doğal değil mi?

Çok geçmeden toplu işçi çıkarmalar başlamış, işsizler sokaklara dökülmüş. Ne yapacaksın, işsizlerin üzerlerine panzerleri mi salacaksın?

***

Ellerin kolların bağlı, özelleştirmeler adına devleti küçültmüş, un ufak etmişsin; ekonomiyi yönlendirmekten aciz duruma düşmüşsün. Sana özelleştirmeyi dayatan devletlere bak, ABD’ye, Almanya’ya, İngiltere’ye bak, ekonomilerini ayakta tutabilmek için nasıl para döküyorlar. Senin ise elinde avucunda bir şey kalmamış, har vurup harman savurmuşsun, gırtlağına kadar borç batağına saplanmışsın. Şimdi IMF’den medet umuyorsun, “Ümüğümüzü sıktırmayız!” diye efelendiklerine ümüğümüzü teslim etmek için can atıyorsun.

Krizin nedeni psikolojikmiş! Tabii ki psikolojik, ama sen önce psikolojisi bozulana değil de o psikolojiyi bozana bak, kendine yani… Sonra da şükret ki millet tümden dellenip sokaklara fırlamıyor. Ama yine de bilinmez, burası Türkiye çünkü…

24 Aralık 2008 Çarşamba

KADINLAR VE YEREL YÖNETİMLER - 24.12.2008


29 mart 2009 günü yapılacak yerel seçimler yaklaştıkça politikacılar alanlarda, salonlarda, televizyon ekranlarında daha sık görünür oldular. Ortada parti liderleri, çevrelerinde de liderin dikkatini çekmek, gözüne girmek, hoşa gitmek için türlü cambazlıklar yapan aday adayı kalabalığı. Bu görüntülerin bir de ortak özelliği var; bu kalabalıkların tümü neredeyse yalnızca erkeklerden oluşuyor. İçlerinden kimilerini mercek altına alıp izliyorum, içim kararıyor.

Bunlar seçilecekler, seçildikten sonra da başkan ya da meclis üyesi olarak beldelerini, ilçelerini, kentlerini daha yaşanır duruma getirecekler, kendilerini seçen ya da seçmeyen hemşerilerinin yaşamlarını daha güzel, daha rahat, daha uygar kılmak için çalışacaklar.

***

Kaldırımlar düzenlenecek, kanalizasyonlar yenilenecek, caddeler, yollar, alanlar çiçeklenecek, ağaçlanacak. Çöpler her gün aynı saatte toplanacak, her yer tertemiz olacak.

Çocuk yuvaları açılacak, o yuvalarda, çalışan annelerin çocukları eğitimli bakıcıların gözetiminde doğanın renklerini öğrenecekler.

Kaldırımlar düzenlenirken çocuk arabaları, tekerlekli sandalyeli engelliler göz ardı edilmeyecek; trafik lambaları sesli sinyal düzeneğiyle geliştirilecek.

Yurttaş evleri açılacak; bu evlerde okuma yazma bilmeyenler okuma yazma öğrenecekler, mesleksiz işçiler terzilik, marangozluk, aşçılık, kaynakçılık ve daha birçok meslek öğrenerek “altın bilezik” sahibi olacaklar.

O beldenin, ilçenin, kentin evlerinin dört duvarına hapsolmuş yaşlıları için buluşma evleri açılacak; yaşamlarının sonbaharını yaşayan insanlar o evlerde film izleyecekler, aralarında söyleşecekler, tavla, okey kâğıt oynayacaklar. Okumak isteyenler için bir kitaplık kurulacak, okuma odasında günlük gazeteler de olacak.

Bir kültür evi açılacak; burada gençler müzik, tiyatro, resim kurslarına gidecekler; konserler, tiyatro gösterileri, resim sergileri düzenlenecek.

Toplu taşıma araçları engelliler için, yaşlılar için “kullanılamaz” olmaktan çıkarılacak.

O beldeyi, o ilçeyi, o kenti çirkinleştiren görüntü kirliliğine karşı önlemler alınacak; hayatı dayanılmaz kılan gürültü kirliliğine son verilecek.

Çirkin yapılaşmaya izin verilmeyecek.

Ve daha birçok şey…

***

Tüm bunları yukarıda sözünü ettiğim erkek kalabalığını oluşturan o adamlar mı yapacaklar?

Doğal ki yapamayacaklar; eğer yapsalardı beldelerimiz, ilçelerimiz, kentlerimiz şimdi olduğu gibi insanın içini burkan çirkin görüntüler sergilerler miydi?

Erkekler, hele bir de sağcı iseler ne yazık ki ancak bu kadarını yapabiliyorlar. Ne var ki erkek hırsı, hiçbir liderin aklına yerel yönetimleri kadın yöneticilerle zenginleştirerek daha yaratıcı, daha üretken bir duruma getirmek gelmiyor.

2004 yerel seçimleri itibariyle bugün ülkemizin 81 ilinden yalnızca birinde bir kadın belediye başkanı var. 3.225 belediyede kadın belediye başkanlarının sayısı 18.

34.477 belediye meclisi üyesinden 799’u, 3.208 il genel meclisi üyesinden de 56’sı kadın.

Belediye meclisi üyeliğini örnek olarak alacak olursak, 2000 yılı itibariyle yüzde olarak kadın üye oraİsveç’te 47, Danimarka’da 30, Almanya’da 31, İspanya’da 29, İngiltere`de 27, Hollanda’da yüzde 26, Fransa’da 26, Avusturya’da 27, Belçika’da 21, Portekiz’de 12 ve İtalya’da 10’dur.

Toplumun ve bireylerin günlük yaşam koşullarına ilişkin kararların alındığı yerel meclislerde kadınların varlığı o ülkenin eriştiği uygarlık düzeyinin göstergesi olduğu gibi çağdışı cinsel ayrımcılığın kanıtıdır da.

Kadınının yeteneklerine güvenemeyen toplumlar zavallı, geri toplumlardır.

Yol yakınken bir şeyler yapmak gerekmiyor mu?


21 Aralık 2008 Pazar

DEMOKRATİK VE SOSYAL YEREL YÖNETİM - 21.12.2008

Seçim yarışı bu kez oldukça erken başladı. Ankara’da atılan her adım yapılacak yerel seçimlere endeksli olarak atılıyor. Gözlemlediğimiz kadarıyla Cumhuriyet Halk Partisi 29 Mart seçimlerine AKP’den daha hazırlıklı olarak giriyor. AKP’de gözle görülür bir iktidar yorgunluğu var; yönetimindeki belediyelerde ayyuka çıkan yolsuzluklar, işe alınmalarda, ihalelerde eş dost kayırmalar, kadrolaşmalar iktidar partisine puan kaybettiriyor.

Kömür dağıtmanın, erzak dağıtmanın oy çekmede bir yere kadar etkili olduğunun AKP de farkında; AKP’liler en güvendikleri kentlerde bile iktidar koltuğunun altlarından kaydığını gördükçe saldırganlaşıyorlar. Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı Melih Gökçek’i ekranlarda izledik, izlerken tüylerimiz diken diken oldu. Dolayısıyla CHP, bu yerel seçimlere önceki seçimlerden daha şanslı olarak giriyor, diyebiliriz.

***

Ne var ki CHP’nin önümüzdeki üç ay içinde seçmenlere demokratikleşmeyi, katılımcılığı, dayanışmacılığı öne çıkartan, yerel yönetimlerde saydamlığı esas alan projeler sunması gerekiyor. Bilindiği gibi yerel yönetimler yurttaşlara kendi yaşam koşullarını ilgilendiren kararlarda söz ve katılım olanağı sağlar. Yurttaşlara tanınan bu olanak, yerel yönetimlerde demokratikleşmenin ilk adımıdır; demokrasi kültürünün oluşması da bu ilk adımla başlayıp yukarıya doğru gelişir. “Demokrasinin beşiği” olarak yerel yönetimler, “tabandan tavana” demokratikleşmenin motorudur.

Hiç kuşku yok ki kapitalist düzende en idealist “solcu” yerel yönetimin bile başını çekeceği sosyal değişim, toplumdan ve toplumun bireylerinden yana iyileştirmeler sınırlıdır. Buna rağmen solcu bir yerel yönetimle sağ yönetimler arasında dağlar kadar fark vardır. Cumhuriyet Halk Partisi seçmene bu farkın ne olduğunu anlatmak durumundadır.

Bir örnek vereyim: Dünya görmüş dostlarımdan birine bir kentimizde çekilmiş 12 fotoğraf gösterdim; “Bil bakalım neresi?” diye sorduğumda ardı ardına üç Avrupa kenti saydı, “Bilemedin, Eskişehir” dediğimde çok

şaşırdı. Fotoğraflardaki modern kent görüntüleri Sayın Yılmaz Büyükerşen’in başında bulunduğu “solcu” yerel yönetimin başarısıydı.


Benzer başarı öyküleri SHP’li Sayın Osman Özgüven’in başkanlığındaki Dikili, ÖDP’li Sayın Yılmaz Topaloğlu’nun başkanlığındaki Hopa için de geçerlidir. Bu liste CHP’li İzmir-Konak Belediye Başkanı Sayın Muzaffer Tunçağ ile başlayarak sürdürülebilir.

Solcular kendilerine olanak tanındığında örnek yerel yönetim modelleri yaratıp uyguluyorlar. Bu nedenle CHP merkez yönetiminin aday belirlemede çok titiz davranması, ince eleyip sık dokuması gerekiyor. Ölçüt, adayın insani kişiliğinin yanı sıra deneyimi, bilgi donanımı ve demokratik-sosyal bir yerel yönetim modelini hayata geçirmekteki yeteneği ve inancı olmalıdır.

Bu açıdan bakıldığında Ankara için Sayın Murat Karayalçın doğru bir seçimdir. Bilindiği gibi AKP, İzmir’i “ele geçirmeyi” başlıca hedefleri arasında göstermektedir. Türkiye’nin “aydınlık yüzü” olarak anılan İzmir’deki aday kentin insani ve siyasal kişiliğini yakından tanıdığı, toplumun içinden ve parti içi çekişmelere katılmamış, olumsuz hiçbir olayda adı geçmemiş birisi olmalıdır. Ben bu önemli göreve yönetim yeteneğini ve yerel model oluşturmadaki becerisini Konak’ta kanıtlamış olan Muzaffer Tunçağ’ı yakıştırıyorum. İkinci adayım ise Sayın Hakan Tartan’dır.

***

Doğal ki yerel yönetimler içinde en büyük ağırlığı İstanbul taşımaktadır. Bu kent, AKP’li yöneticilerin elinde “dışı seni, içiyse beni yakar” bir durumdadır. Her yıl dikilen bir buçuk milyon lale kentin içinden çürümesini artık gizleyememektedir. İstanbul, yurttaşların en basit özgürlük haklarının sınırlandığı bir rant avlağı ve yasaklar kenti olmaktan kurtarılmalıdır. Adayım kim mi? İnsani ve inançlı sosyal demokrat kişiliğini yakından gözlemlediğim, model oluşturma becerisiyle, siyasal deneyimiyle, birleştiriciliğiyle, çalışkanlığıyla Sayın Ercan Karakaş’tır.

Kimi okurlarım ad vermemi yadırgayabilirler, ama unutmayalım ki yerel yönetim seçimlerinde siyasal partiler kadar adayların kişilikleri de önemlidir.

Kimi ne için önerdiğimi somut olarak belirtmesem bu yazı havada kalmaz mıydı?

16 Aralık 2008 Salı

BİR PROTESTO ARACI OLARAK AYAKKABI - 17.12.2008

Bir gazeteci tarafından ABD Başkanı George W. Bush’un kafasına fırlatılmasıyla birlikte “ayakkabı” güncel bir şiddet aracı olarak dünya gündeminin ilk sırasına oturdu. Ayakkabının bizim için hiç de yeni olmayan çok-işlevliliği üzerine ABD’nin, Fransa’nın, İngiltere’nin, Almanya’nın ve daha birçok ülkenin saygın gazetelerinin ünlü kalemleri iki gündür ayakkabı, şiddet ve Bush üzerine ilginç yazılar yazıyorlar.

Oysa onlar için ilginç olan bu konu, çoğumuzun çocukluğundan itibaren çeşitli vesilelerle terlik, ayakkabı ve de postal biçiminde birer şiddet aracı olarak yaşamına girdiğinden toplumumuz açısından görece bir önem taşımaktadır.

Sokak aralarında dolaşırken kim bilir kaç annenin elinde terlik haylaz çocuğunu kovaladığına tanık olmuşuzdur. Ya da bir evin önünden geçerken açık pencerelerinden birinden dışarıya bir terlik uçtuğunu gördüğümüzde yönünü şaşırmış o terliğin kim bilir kime fırlatıldığını düşünmüşüzdür. Veya bir ayağında ayakkabısı, öbür ayağı çoraplı bir adamın 10-15 metre uzaklıktaki bir delikanlının arkasından ayakkabı fırlattığını görüp, “Oğlan kim bilir ne halt etti de babasının tepesini attırdı?” sorusunu yöneltmişizdir kendimize.

Çocukluk ve gençlik acılarımızı tazelememek için kaba etlerimize yediğimiz terlik şaplaklarından da, daha sonraki yaşlarımızda aynı yerlerimizde izleri kalan asker/polis postallarından da söz etmek istemiyorum.

***

Bilmem anımsayanlarınız var mı, dünya radyoları 29 eylül 1960 günü Sovyetler Birliği Başbakanı Nikita Krusçov’un Birleşmiş Milletler 15. Genel Kurul Toplantısı’nda yaptığı konuşması sırasında çok sinirlendiğini, ayağından çıkardığı ayakkabısını öfkeyle önündeki sıraya birkaç kez vurup delegelerin dikkatini üzerinde topladığını flaş haber olarak duyurmuşlardı.

Belleğim beni yanıltmıyorsa konu, Türkiye’den havalanan ABD’ye ait bir Lockheed U2 casus uçağının 1 mayıs 1960 günü bir Sovyet SAM 2 füzesiyle vurularak pilotu Gary Powers’in tutsak alınmasıydı. Sovyetler Birliği, ABD’nin uzunca bir zamandır süregelen hava casusluklarından rahatsızdı, öyle ki anlatırken Krusçov kendini kaybetmiş, ayakkabısına sarılmıştı.

Bir yıl sonra ünlü ABD’li yönetmen Billy Wilder’in “One, Two, Three (Bir, İki, Üç)” adlı filmine de konu olan bu protesto, “ayakkabı”yı uluslararası platformda hem araçlaştıran hem de simgeleştiren ilk olay olarak tarihe geçti.

İzleyen günlerde “hür dünya basını” bu olayı diline dolamış, ayakkabıyla sıra dövmeyi “diplomatik nezaket” ile bağdaşmayan bir davranış olarak eleştirmişti.

Bense bu olayı hem çok eğlenceli bulmuş, hem de Krusçov’un o hareketinin ABD’nin casusluk faaliyetlerinin ayrıntılarıyla duyulmasında yararı olduğunu düşünmüştüm.

***

Şimdiyse dünya, Bush’un Irak Başbakanı Nuri el Maliki ile birlikte Bağdat’ta yaptığı basın toplantısı sırasında, tam da “Görev kolay değildi ama Amerikan güvenliği, Iraklıların hayalleri ve dünyada barış için gerekliydi” dediği anda kafasına fırlatılan ayakkabıları konuşuyor.

“Bu benden sana veda öpücüğü, köpek!” diye bağırarak ayakkabıları fırlatan El Bağdadi Televizyonu habercisi Muntasar El Zeydi ise artık bir kahramandır; yalnızca Irak’ta değil, dünyanın dört bir yanında.

Kimsenin aklına bu haberciyi ayıplamak, eleştirmek gelmiyor; tam tersine dünyanın dört köşesinde insanlar onun bu girişimini kutluyorlar. Neden?

Çünkü Bush, dünyanın gelmiş geçmiş en büyük palyaçosu kabul edilen İngiliz Joseph Grimaldi’ye (18.12.1778-31.05.1837) taş çıkartan ölçüde bir soytarıydı, ama ne var ki Grimaldi palyaçoluğu bir mim sanatçısı olarak yaparken, Bush soytarılık yeteneğini siyasette bir araç olarak kullanan bir oportünist, dünyayı olmayan kimyasal silahlarla kandırmış bir süper-sahtekârdı. Yalanlar üzerine kurduğu stratejisiyle Irak’ta bir buçuk milyon canın yitmesine neden olmuş aşağılık bir katildi.

Muntazar El Zeydi ise konu vatansa gerisi teferruattır söylemini eylemiyle vurgulayan isyankâr bir yurtsever olarak tarihe geçti. Elleri dert görmesin!

13 Aralık 2008 Cumartesi

BİR BAŞKA ÜLKE - 14.12.2008



16 yaşındaki Aleksis Grigoropulos’un 6 aralık günü Atina’da bir polis kurşunuyla yaşamını yitirmesinden bu yana Yunanistan’da olaylar hız kesmeden sürüyor. Televizyon ekranlarından izliyoruz; gençler polisle çatışıyor, otomobiller, mağazalar, bankalar ateşe veriliyor, devlet daireleri basılıyor.

Olaylar, “Çocuklar, bu kadarı da hoş değil!” noktasını çoktan aşmış, nasıl davranacağını bilemeyen Başbakan Kostas Karamanlis’in koltuğu sallanıyor.

Orası “başka” bir ülke olsa hükümet de, güvenlik güçleri de ne yapacaklarını bilirler; sis bombası, biber gazı, tazyikli su bir yana polis “orantılı güç kullanma çerçevesinde” karşı saldırıya geçer. Tekme tokat birkaç yüzünü toparlar; yetmiyor mu, havaya ateş eder, o da yetmezse üçünü beşini topuğundan vurur, ha bu arada bir ikisi de kurşunu topuğu yerine yanlışlıkla sırtından yemiştir.

Olsun!

Önemli olan düzenin tesisi, ortalığın yeniden süt-limana dönüştürülmesi değil midir?

O “başka” ülkede “düzen”, insan hayatından çok daha önemlidir.


O “başka” ülkede “düzenin selameti” için insanlar “dur” uyarısına uymadıkları için kurşunlanabilirler, işkencede öldürülebilirler.


Hele kurşunlananlar, öldürülenler genç iseler, bu, toplumda önemli bir tepkiye yol açmaz. Çünkü o “başka” ülkede toplumun yetişkinlerinin ömürleri gençleri doğru yola getirmek, düzene yararlı bireyler olarak yetiştirmek, kendilerine benzetmek için geçmiştir.

O “başka” ülkede yetişkin insanların büyük çoğunluğu düzenden hoşnut değildir aslında, fakat belki gen bilimcilerinin çözebilecekleri bir inatla aslında hoşnut olmadıkları düzeni ayakta tutmak için hayat boyu çırpınırlar.

O “başka” ülkede, diyelim faşist bir darbe gerçekleşti, yetişkinler sorup sorgulamadan darbecilere alkış tutup onları kahramanlaştırırlar.

Hayat ve hayata bakış Yunanistan’daki gibi değildir o “başka” ülkede. Orada darbeciler yargılanıp yaşam boyu hapis cezasına çarptırılırken, o “başka” ülkenin darbecileri toplum içinde umur görürler.

Hayata bakışın o “başka” ülkedekinden farklı olduğu ülkelerde hayatın savunulması da doğal ki farklı olacaktır. Sözgelimi, Almanya’da 1960’lı yıllara damgasını vuran gençlik hareketleri zamanın İran Şahı Rıza Pehlevi’nin 2 haziran 1967 günü Berlin’i ziyareti sırasında düzenlenen protesto gösterilerinde Benno Ohnesorg adında bir öğrencinin polis kurşunuyla vurulması üzerine başlamıştır.

Bugün Berlin Operası’na giden müzikseverler ünlü heykeltıraş Alfred Hrdlicka’nın Ohnesorg’un anısına yaptığı “Göstericinin Ölümü” adlı yapıtının önünden geçerek girerler o görkemli yapıya.

Yukarıda Yunanistan başbakanı Kostas Karamanlis’in bir haftadır süren olaylar karşısında ne yapacağını bilemediğini yazmıştım. Haksız da değildir, çünkü amcası Konstantin Karamanlis’in 1963 yılında başbakanlıktan istifa ederek gönüllü sürgün olarak 1974 yılına kadar yaşayacağı Paris’e yerleşmesinin nedeni de komünist milletvekili Gregoris Lambrakis’in bir gösteri sırasında linç edilip beş gün sonra, 27 mayıs 1963 yaşamını yitirmesiydi.

Bu cinayete ilişkin Vassilis Vassilikos’un yazdığı “Z” romanını ve ünlü yönetmen Costa Gavras’ın bu romandan sinemaya uyarladığı “Z” filmini anımsayanlar hiç de az değildir Cumhuriyet okurları arasında.

O “başka” ülkede de bir zamanlar insan yaşamına büyük değer verilirmiş; polis kurşunuyla ölen gösterici gençlerin heykelleri, büstleri yapılır, alanlara, caddelere konurmuş. İnsanlar onların adlarını saygıyla anarlarmış.

Sonra bir zaman gelmiş, yasak ölümler, yasak ölümleri izlemiş, insanlar ölümleri kanıksar olmuşlar, aldırmazlaşıp suskunlaşmışlar. O eski heykeller de kaldırılmış yerlerinden.

İşte o zaman o “başka” ülke, “bir başka memleket” olmuş, şarkılardaki gibi.

Yorumlar:

14 Aralık 2008 tarihli, Yunanistan'na övgüler düzen, Türkiye'yi aşağılayan yazınızı sinir içerisinde, ve sizin ne denli batı şakşakcısı olduğunuza hayret ederek okudum...

Demek Yunanistan "insana önem veren" bir ülke, öyle mi?

Peki Mayıs 1919'da önce İzmir'e sonra Anadolu'nun içlerine uzanmaya başlayan, geçtiği yerlerde kadın, çoluk, çocuk, doğmamış bebek demeden öldüren İNGİLİZ UŞAKLARI KİMDİ?

Ya da Kıbrıs'ta Türkleri katleden Rumların destekçisi kimdi?

Ben yıllardır Cumhuriyet Gazetesinin şaşmaz bir okuyucusu olarak gazetenin düşürüldüğü bu ciğ durumdan büyük sıkıntı duyuyorum...

Evet Türkiye'de faili meçhul bir çok cinayet işlenmiştir.. Darbe dönemlerinde kabul edilemez olaylar da yaşanmıştır.. Bunda polis gibi teşkilatların da suçları vardır, Türk Milleti de çoğu zaman bu olaylar karşısında sessiz kalmıştır, ama siz kalkıp da tuttuğunu köşe başından Türkü barbar, yunanlıyı da insan haklarına saygılı hümanist ilan edemezsiniz!!

Türk Milleti ve yöneticileri hiç bir zaman bir başka devletin topraklarında sinsice planlar kurup ortalık karıştırmamış, Osmanlı döneminde dahi işgal ettiği topraklarda bir yunanlının yaptığı barbarlığı yapmamıştır...

O yüzden bu yardakçı, şakşakçı, batı hayranlığınız yüzünden tarihi bilmem ama ben sizi affetmeyeceğim ve Cumhuriyet Gazetesinin köşelerini size layık görmeyeceğim...

Melike F.Kaynak

*********************************************************


9 Aralık 2008 Salı

UTANÇ GÖRÜNTÜLERİ - 10.12.2008

Konu, bayramın ilk günü İstanbul’un birçok yerinde on binlerce yurttaşımızın katılımıyla ortaya çıkan o kanlı vahşet görüntüleri. Peşin söyleyeyim, o görüntüleri kameralarıyla kayda alan Avrupa Birliği’ne bağlı hayvan hakları, insan sağlığı gibi kurumların Türkiye’ye gönderdikleri görevlilerin izlenimlerinin dünyada nasıl değerlendirileceğinden, bu değerlendirmelerin bizi “ulusça” utandıracağından söz etmeyeceğim. Çünkü “utanç” kişiye özel bir duygudur ve başkaları adına duyulan utanç duymak utancın kaynağını ortadan kaldırmaz.

Sözünü ettiğim o görüntüleri, otoyol kenarlarını, köprü altlarını, sokak aralarını kan gölüne çeviren hayvan kıyımını, deniz ve göl kenarlarında yapılan kesimlerin suları nasıl kızıllaştırdığını, lağım sularında yıkanan kasap bıçaklarını, hayvan keserken kendilerini de kesip yaralayan vatandaşlarımızın hastane serüvenlerini, caddelerde elde bıçak kovalanan kaçak hayvanları mutlaka izlemişsinizdir televizyon ekranlarında. Bu görüntülerden utanması gerekenler kimler?

Uygarlıkla bağdaşmayan bu görüntüleri yaratanlar, sayıları on binleri bulan o insanlar, ilkellikleri ölçüsünde utanç duygusundan yoksun olduklarına göre kimlerin utanması gerekiyor her yıl yinelenen bu durumdan?

***

Görevli zabıta ekipleri vahşetin ilk gününde bu görüntülerin ortaya çıkmasında payı oldukları gerekçesiyle hepi topu 31 yurttaşımıza ceza yazmışlar. Burada sizce de bir bit yeniği yok mu? O ekipler, onlarca televizyon çalışanının, Avrupa Birliği görevlerinin kolayca erişebildikleri yasak kesim alanlarını bulamamışlar mı? Yoksa bulmuşlar, bizim haberciler aracılığıyla izlediğimiz o kanlı görüntülere doğrudan tanık olmuşlar, ama hiçbir şey yapmamışlar mı? Eğer hiçbir şey yapmadılarsa bunun nedeni nedir? Hemşerilik bağlarına, dinsel duygularına yenik düşmeleri ya da ellerine sıkıştırılan bayram harçlıkları mıdır?

Eğer on binlerce kişinin katıldığı bir yasak durumuna koca İstanbul’da müdahale edecek yetkili makam yoksa veya var da o makam görevini yerine getirmiyorsa bunun bizlerde, bu şehrin insanlarında oluşturması gereken duygu nedir? Pişmanlık duygusu değil midir?

İstanbul yıllardır, Anayasa Mahkemesi’nin kararınca “laiklik dışı eylemlerin odağı” olduğu kesinleşen dinci bir partinin temsilcileri tarafından yönetilmektedir. Bu bilindiğine göre kent yönetiminin bünyesinde görevli zabıta ekiplerinin “dinsel inanç” kaynaklı bir duruma, -o durum kanlı bir vahşete de dönüşse-, müdahale etmeleri beklenebilir mi?

***

Dinsel bağnazlık insan aklını köreltir. İstanbul Büyükşehir Belediyesi de konu dinsel kaynaklı hayvan kesimi olunca aklı bir yana bırakmaktadır.

Türkiye, ne yazık ki bugün ölümcül kist hidatik hastalığının en yaygın olarak görüldüğü ülkelerden biridir. Avrupa ülkelerinde yıllık tanı ortalaması 20’nin altındayken Türkiye’de bu sayı geçen yıl 2.666 idi.

Bu parazit etçil memelilerin bağırsaklarında larva ya da otçul memelilerin iç organlarında kist olarak yaşar. Paraziti taşıyan etçil memeliler dışkılarıyla bu parazitlerin yumurtalarını dışarı atarlar. İnsanlar enfekte olmuş sebze v.s. yiyecekleri yiyerek parazitin yumurtasını alırlar. Burada otçul memeliler gibi insanlar da ara konak görevi görür. İnsan bağırsağına alınan yumurtalar burada embriyoya dönüşerek kana geçerek karaciğer v.s. organa taşınır. İnsanda kistlerin en fazla oluştuğu yer karaciğerdir.

Dolayısıyla canlı hayvan kesimlerinde işe yaramayan sakatının toprağa gömülmesi üzerinin köpeklerin eşeleyip açamayacağı biçimde kapatılması gerekmektedir. Buna dikkat edilmeden yapılan her kesim, özellikle köpeklerle haşır neşir insanların hayatı için bir tehlike oluşturmaktadır.

Akılları körelmiş yöneticiler bunları düşünürler mi?

Varın, yanıtını siz verin. Verdiğiniz yanıtta utanç mı yoksa pişmanlık mı sorusunun da karşılığı saklı olacaktır.


Yorumlar:

Merhaba sayın Deniz Kavukçuoğlu

Pano'daki yazınızı okudum da inanınız kurban bayramlarının kalkmasını istiyorum.Böyle bir bayramın olmaması gerektiğini düşünüyorum.Bu bir vahşet.Hayvanların acımasızca topluca katledilmesi bence.İhtiyacı gidermenin ,yoksula yardımın ötesinde birşey bu.Sokaklardaki görüntüleriyle ürkütücü.Anlatacak kelime bulamıyorum.Müslümanlığımdan da insdanlığımdan da utanıyorum.Tamam diğer toplumlarda da olabilir ama artık bunların aşılması gerekiyor.Böyle bir bayram olmaz.

Saygılarımla

Refika Toraman, 10.12.2008



6 Aralık 2008 Cumartesi

KABAHAT BİZDE - 07.12.2008


Açıldı, açılacak derken, paket çoktan açılmış ama dikkatsizlikten bizim haberimiz olmamış. Başbakan söyledi televizyonda.

Fakat anladığım kadarıyla “asıl paket” yolda! Görüşmeler bitsin, IMF ile anlaşmaya varılsın, işte o zaman hem paketi, hem de günümüzü göreceğiz. O eski film yeniden dönmeye başlayacak. Ekonomik büyüme 0’lanacak, enflasyon yüzde 15’i zorlayacak, kamu yatırımları duracak, sosyal güvenlik kalkanı delik deşik olacak, kamu çalışanları maaş ve ücret zammı yerine hava alacaklar.

Reel sektörün üretimi zaten yüzde 8 gerilemiş, ihracat düşmüş, İstanbul’da, Kocaeli’de, Bursa’da, Denizli’de, Kayseri’de, Adana’da, Gaziantep’te sanayici kan ağlıyor, esnaf birbiri ardınca kepenk indiriyor, işsizlik yaygınlaşıyor, iç pazar küçülüyor.

Bu, küresel krizin ülkemizden teğet geçme hali!

Evet, hele bir anlaşmaya varılsın, hele bir 25 milyar dolar borç “koparalım”, IMF komiserleri gelip Türkiye’de konuşlanacaklar, ekonomimizi denetim altında tutacaklar, kopardığımız parayı bizim beceriksizler yine çarçur etmesinler diye. Ama olan yine size bize, sıkılan ümüklerimize olacak.

IMF’in aklına Türkiye’yi ekonomik felaketin eşiğine getiren, ülkeyi topu topuna 6 yılda tüm Cumhuriyet tarihinde borçlandığından daha borçlu duruma getiren o beceriksizlerin, o Erdoğan’ların, o Ekren’lerin, o Şimşek’lerin, o Unakıtan’ların, o Tüzmen’lerin, o Çağlayan’ların ümüklerine yapışmak gelmeyecek. Onlar görkemli uçaklarında, lüks makam arabalarında, şatafatlı dış gezilerde sefa sürmeye devam edecekler. Toplum sefalete sürüklenirken, onlar “devlet adamlığı” oynamayı sürdürecekler.

***

Kapitalizm böyle bir şeydir işte; kapitalistlerin ve kapitalistlerin devletini yönetenlerin yaptıkları yanlışların ceremesini o yanlışlarda hiçbir payı olmayan çalışan kesimler, emekçiler çeker. Kapitalist dara mı geldi, işçilerine yol verir, yükten kurtulup rahatlar. Bir avuç namuslusunun dışında onlara hiçbir şey olmaz; “battık” derler, kendileri konaklarda, mahdumları yatlarda, kerimeleri Amerika’da fink atar. Yoksa siz 2001 krizinde fabrikası, bankası batan kapitalistler arasında yoksulluğa düşenini gördünüz mü?

Bu kez de böyle olacaktır. Zam vakti geldiğinde işvereniniz size krizi işaret ederken, siz “ne olur ne olmaz, işsiz kalmak da var” korkusundan sesinizi çıkaramayacaksınız, elinize tutuşturulana razı olacaksınız. Bu arada enflasyon yüzde 15’e dayanmış, alım gücünüz aynı oranda düşmüş, ne yapacağınızı bilemez durumdaymışsınız; bu sizin sorununuzdur.

Hele bir de o “beyaz yakalılardan” iseniz belki de hayatınızda ilk kez işvereninizin gözünde hiç de sandığınız kadar önemli olmadığınızın farkına varacaksınız. Belki ilk kez o işvereni ayakta tutmak için kendinizce yaptığınız özveriler aklınıza gelecek, “Ben tüm bunları neden yaptım?” diye çalışma hayatınızı sorgulamaya başlayacaksınız. Büyük olasılıkla sorgulamada geç kalmışsınızdır, ama ders yine de derstir!

***

Yukarıda bir yerde “yapılan yanlışlarda hiç payımız yok” dedim ya, bu pek doğru değil. Çünkü o yanlışları yapanları bizi yönetsinler diye biz seçtik; onların düzenine itiraz etmedik, değiştirmek için direnmedik. En azından potansiyel bir seçenek oluşturabilmek için birleşmek yolunu denerdik, tam tersine parçalandık, bölük pörçük olduk. Ya aydınlarımız, hele kendilerine “liberal solcu” diyenler! O yanlışları yapanları, yanlışlarıyla Türkiye’yi çöküşün kıyısına getiren iktidarı destek yarışına girdiler.

Diyeceğim, kabahat bizde; kabahatlerimizin sonuçlarından öğrenmeyi, bir toplumsal uzlaşma kültürü oluşturmayı, kendimizi ve kendimizi değiştirirken, bize dayatılan bu düzeni de değiştirmeyi düşünmedik. Bundan sonra? Bilemiyorum, siz?

Yorumlar:

Bundan sonra mı?

1- Yöntemini bilemem ama, çok sancılı bir ÇIKIŞ.

2- Başarılı toplum mühendislerinin eseri olan necip halkımızın desteği ile inişe devam!

Saygı ve sevgilerle.

Gürkan Kurdoğlu , 8.12.2008
------------------------------------------

Bir de 'seviyeli' yorum:

yaw bu millet darbveci memur zihinli ekonomistleri kaldirip kaldirip atiyor.. senden ne ogrenecek beee

Adnan Soysal, 8.12.2008



27 Kasım 2008 Perşembe

SOL’A ÖRNEK BİR BELEDİYE: DİKİLİ - 30.11.2007

Osman Özgüven delifişek bir adam; “deliliği” yürekliliğinden, “fişekliği” de solculuğundan geliyor. Kendisi İzmir’in kuzey ilçelerinden 12.500 nüfuslu Dikili’nin belediye başkanı.

Belediyecilikte yeni değil, 1980’li ve 1990’lı yıllarda da iki dönem başkanlık yaptı Ege’nin bu şirin kıyı beldesinde. O yıllarda Dikili, Osman Özgüven’in öncülüğünde bir kültür ve edebiyat merkezi olarak Türkiye genelinde adını duyurdu, her yıl başarıyla düzenlenen ve kardeşlik kavramının öne çıktığı Barış ve Demokrasi Festivali çerçevesinde kültür-sanat-edebiyat dünyamızın birçok temsilcisini ağırladı. Yine o yıllarda Türk-Yunan dostluğunun ilk tohumları atıldı, Midilli’nin Mitilini kenti ile Dikili kardeş kentler olarak bu dostluğu pekiştirdiler. Türk ve Yunan çocukları geçen yaz düzenlenen kardeşlik kampında bir araya geldiler.

İlk başkanlık döneminde sokaklara döşettiği kırmızı parke taşlar nedeniyle “kızıl komünist” damgasını yedi Özgüven, hatta zamanın Sıkıyönetim Komutanlığı başka işi kalmamış gibi hakkında soruşturma bile açtırmıştı.

***

Başkan Özgüven’le tanışlığımız, karşılıklı oturmuşluğumuz yoktur, ama biliyorum ki o ülkemizde “sosyal belediyeciliği” uygulayan ilk yerel yöneticilerdendir. Bunu anlamak, görmek için Dikili’ye gitmek, sokaklarında dolaşmak, insanlarıyla konuşmak yeterlidir.

Bugün Dikilililer belediye fırınında üretilen ve ilçenin sekiz noktasında satılan 250 gramlık ekmeği 25 kuruşa alıyorlar. İlçede toplu taşımacılık ücretsiz, araçlar öğrencileri evlerinin önüne bırakıyorlar. Sağlık Merkezi’nde hastalara 1 YTL’ye bakılıyor, röntgen çekimi 6 YTL, parası olmayandan hiç ücret alınmıyor. Belediye ihtiyaç sahibi 100 öğrenciye burs veriyor. Kent Konseyi, Gençlik Konseyi, Kadın Dayanışma ve Gençlik Merkezi gibi sosyal, Türk Halk Müziği, Türk Sanat Müziği ve Halk Dansları Topluluğu gibi sanatsal kuruluşlar oluşturulmuş. İlçe bakımlı ve temiz.

Ne var ki Dikili Türkiye’nin bir parçası ve Türkiye’de hiçbir başarı cezasız bırakılmadığından Dikili’de de bu kural şaşmaz bir biçimde işliyor.

***

Başkan Osman Özgüven’in yukarıda saydıklarımızın dışında önemli bir “suçu” var; Dikililere ayda 10 tona kadar kullanma suyunu ücretsiz veriyor. Olacak şey değil tabii! Sen ekmeği 25 kuruşa sat, hastalara ücretsiz bak, toplu taşımacılıktan para alma, üstüne üstlük suyu da halka bedava dağıt! Devlet organları derhal harekete geçiyor, Osman Özgüven ve 21 meclis üyesi hakkında Dikili Asliye Ceza Mahkemesi’nde “görevi kötüye kullanmaktan” dava açılıyor.

Son duruşmada mahkeme “kamu zararının doğup doğmadığının” belirlenmesi için dosyayı Ankara’ya, Nöbetçi Asliye Ceza Mahkemesi’ne gönderdi. Yargıçlar, yargılamaya esas olan “4736 sayılı kamu kurum ve kuruluşlarının ürettikleri mal ve hizmet tarifeleri ile bazı kanunlarda değişiklik yapılmasına dair kanunun” ihlal edilerek “kamunun zarara uğratılıp uğratılmadığını” bilirkişi yardımıyla belirleyecekler.

İnsan, “Bu nasıl kanundur?” diye sormadan edemiyor. Bir belediye başkanı halka ücretsiz su dağıttığı için yargılanıyor. Gerekçe de “kamuya zarar”, peki, “kamu” kim? Kamu “halk” değil mi? Dolayısıyla Dikili halkı kamuyu oluşturmuyor mu? Eğer yasa mahkemenin ele aldığı gibi yorumlanıyorsa o zaman bu yasanın Anayasa’ya aykırılığından söz etmek gerekmez mi? Eğer sosyal belediyecilik cezalandırma nedeni ise Anayasa’da belirtilen “sosyal devlet” ilkesi havada kalmış olmaz mı? 6 şubat 2009 günü duruşma var; bakalım nasıl bir karar çıkacak?

Osman Özgüven ise “4736 sayılı kanun anayasaya aykırıdır. Ceza da alsak itirazımız olmayacak. Bunu boynumuzda madalya olarak taşıyacağız. Önümüzdeki dönemde halkımız bana yine görev verirse bu sefer 10 ton değil 20 ton suyu bedava vereceğiz” diyor.

Dilerim kazanır; yalnız o değil onunla birlikte sosyal belediyecilik de, Dikililer de…

Okur tepkileri:

Sayın Deniz Kavukçuoğlu

Kaleminize sağlık.Yazınızı dostlarımla paylaştım.

Yazınızda belirttiğiniz gibi; mahkeme kamu zararının saptanması amacıyla Sayıştay denetçilerinden oluşacak bilirkişi heyetinden rapor alınmasına karar verdi.

Davanın gidişi olumlu değil. Zaten Sayıştay'ın raporu üzerine dava açılmıştı. Aynı kurumun
denetçilerinin raporunun da farklı olması olası değil, tarafsız ve bağımsız bilirkişi olmadıklarından, ekli dilekçe iled itiraz ettik.

Kamu zararı nedir? Kamu yararı nedir? Bu kavramların değerlendirilmesi davanın sonucunu belirleyecek. Yazınızın kamu yararı/kamu zararı tartışmasına önemli katkısı olacağına inanıyorum.

Ama asıl sorun Osman Özgüven'e uygulanan yasada.Yasanın düzenlemesi aşağıda, işin püf noktası de "işletmecilik gereği yapılması gereken ticari indirimler hariç" tümcesinde. Yani belediye ürettiği mal ve hizmetlerde bir tür ticari şitket gibi davranmalı, işletmecilik gereği yani karlı olacaksa indirim uygulamalı, yoksa indirim uygulayamaz...

Yasanın amacı kamu hizmetlerinin ticarileştirilmesi, kamu kurumlarının ticari şirketlere dönüştürülmesi. Bu durum özelleştirmeden daha tehlikeli bir gelişme.Yerel Seçimlere giderken asıl konuşulması ve tartışılması gerekenler bunlar, ama olmuyor işte..

Ne yazık ki; Mahkeme yasanın anayasaya aykırı olduğu, bu nedenle Anayasa Mahkemesi'ne götürülmesi istemimizi de reddetti.İlgili yasanın ilgili bölümü aşağıda, ilginç yanı yasanın kabul edildiği dönem DSP, MHP, Anavatan Koalisyonu dönemi.

Bence Osman Özgüven ve arkadaşları hakkında "kamu zararına yol açmaktan" ceza kararı verilirse ve zarar onlardan istenirse, sosyal belediyecilik tamamiyle sona erer.

Duyarlılığınız için yeniden sonsuz teşekkürler.

Selamlar.

Av.Arif Ali Cangı

30 Kasım 2008
**************************************************************************************

Ekmeği 25 kuruşa satmak kamu zararı ise, 60'şar kiloluk (yılda 2 kez) kolilerle yiyecek dağıtmak ne oluyor?
Halka 10 ton suyu bedava vermek kamu zararı ise, camilerden su parası almamak (ne kadar tüketilirse tüketilsin) zarar olmuyormu?
1 YTL'ye hasta bakılması kamu zararı ise, 3 milyon ton kömürü bedava dağıtmak nedir?

Nebi FUNDA

30 Kasım 2008

**************************************************************************************

Dikili'de suyu halka ücretsiz veren başkanı "kamuyu zarara uğratmak" gerekçesi ile
yargılayan zihniyet, kömürlerin ücretsiz dağıtılarak devlet kurumlarının zarara uğratılmasını aynı gerekçe ile yargılamaları gerekmiyor mu ???

TARIK ATAN

30 Kasım 2008

*************************************************************************************

Nerde cikyo o dikili paralari.. siz sosyalizm memurlari, artimetik bilmezsiniz. hayal, buyu ekonomis geyiklemesi sabahtan aksmaa degin yaptiginiz. neyse millet kaldirip kaldirip ativeriyor ideolijileriniz cope

Adnan Soysal

1 Aralık 2008
*************************************************************************************

Sevgili Deniz Abi

İsminizi gibi engin ve derin yazılarınızı sürekli okuyor ve sizin gibi aydınlanmış insanların varlığı benim gibi sade yurtseverleri mutlu ediyor; öncelikle bunu bilmenizi isterim

Dikili Belediye başkanını anlattığınız dünkü yazınızı da okudum.

Osman Bey ile birkaç kez akşam yemeği yeme fırsatım oldu, dolayısıyla Sadece yaptıklarını başkalarından duymakla değil kendi ağzından dinlemenin mutluluğunu da tatdım.

Bir şey daha duydum Osman Beyin o birikim dolu dilinden, Ben SHP’liyim diyordu her konuşmasında.

Dikili belediyesi SHP’li bir belediyedir.

Yazınızda bir kere bile SHP’den söz etmemişsiniz, bana iki kelime ile bunun nedenini açıklar mısınız?

Sevgi ve saygılarımla.

İRFAN TUNCER ŞENER

MAKİNA YÜKSEK MÜHENDİSİ

1 Aralık 2008

*************************************************************************************

Deniz Bey Merhaba,

Yazinizi okudum, elinize saglik. Osman Özgüven, ayni zamanda kisiligi ile de cok sevilen birisidir. Keske bagli bulundugu siyasi partinin isminide belirtseydiniz. Cumhuriyet Gazetesinin eski haberlerinde de belirtilmeyen bir durum olmasindan dolayi ilgimi cekti.

Basarilarinizin devamini diliyorum.
Saygilarimla...

Atilla GULGEC
SHP Nilufer Ilce Baskani

1 Aralık 2008

*************************************************************************************








25 Kasım 2008 Salı

ÖZELEŞTİRİ NEDİR, BİLMEMEK - 26.11.2008

AKP kadrolarının en belirgin zaaflarından birinin “özeleştiri” kavramından habersiz olmaları olduğunu sulara gömülen Karaköy İskelesi’nin ardından yapılan “resmi” açıklamalar bir kez daha ortaya koydu.

81 metre uzunluğunda, 26.5 metre genişliğinde, üzerinde iki katlı bir yapı bulunan, ön tarafından denize kalın zincirlerle sabitlenmiş, arka tarafından karaya çelik halatlarla bağlanmış yüzlerce ton ağırlığındaki bir iskele batıyor, yetkililer de bunu “lodos” ile açıklıyorlar. Oysa batma nedeninin iskelenin altındaki taşıyıcı 16 tanktan birinin su alması olduğu kesin, ama kimse çıkıp, “Arkadaşlar, düşman balıkadamları mı gelip o tankın 9.7 milimetre kalınlığındaki saçını deldiler?” diye sormuyor. Öyle ya, lodos istediği kadar şiddetli olsun, bir çarpmanın söz konusu olmadığı bir durumda suyun altındaki parmak kalınlığındaki saç nasıl delinir?

Ama hayır, İDO Genel Müdürü Ahmet Paksoy çıkıp ilkokul öğrencilerini bile kahkahaya boğacak böyle komik bir açıklama yapabiliyor.

***

Ahmet Paksoy, 1990 yılında İstanbul Teknik Üniversitesi’ni bitirmiş bir Gemi İnşa ve Makine Mühendisi; 1998 yılında işletme alanında doktora yapmış, İstanbul Üniversitesi’nde öğretim üyeliği görevinde bulunmuş 39 yaşında genç bir teknokrat. Üç yıldır İDO Genel Müdürlüğü görevini yürütüyor.

Bir süre önce Hong Kong’ta düzenlenen 33. Interferry ( Uluslar arası Feribot İşletmecileri Birliği) Konferansı’nda başkanlığa seçildi. Yaptığı konuşmada, “100 gemi ile 82 lokasyona yılda yaklaşık 100 milyon yolcu ve 6,5 milyona yakın araç taşıyan İDO’nun ‘dünyanın en büyük yolcu taşımacılık şirketi’ olarak uluslararası platformda başarılarıyla kabul görülmesinin global bir marka ve örnek bir oyuncu olduğunu” vurguladı.

Böyle bakıldığında Ahmet Paksoy’a “başarısız” demek haksızlık olur.

Ne var ki görünen dev bir buzdağının suyun üzerindeki küçük parçasıdır. Çünkü kendisinin Karaköy İskelesi’nin batmasına ilişkin yaptığı açıklamalar buzdağının görünen parçasının suyun altındaki dev parçayı ve o parçanın içerdiği tehlikeleri gizlediğini ortaya koymuştur.

Ahmet Paksoy, iskelenin altında düzenli bakım yapıldığını, bakımlar sırasında herhangi bir delinme, su alma durumunun saptanmadığını açıklamıştır. Bu vahim bir durumdur, ya bakımdan sorumlu olanlar yaptıkları incelemelerde delinmeyi göremeyecek ölçüde mesleki beceriden yoksundurlar ya delinmeyi saptamışlar fakat raporlarında belirtmemişler ya da yetkililer, “Daha yeni güzelleştirdik iskeleyi, üstelik de 2.5 milyon YTL ödedik,” deyip onarımı ertelemişler, motopomplarla suyu boşaltarak durumu idare etmişlerdir.

Dolayısıyla her gün yaklaşık 100 bin yolcunun giriş çıkış yaptığı Karaköy İskelesi’nde insan hayatını doğrudan ilgilendiren çok önemli bir yönetim hatası söz konusudur.

***

Ahmet Paksoy, genel müdür olarak Karaköy İskelesi’nin batmasından, milyonlarca YTL’lik zarardan sorumludur. Ne var ki mühendisliği, işletmeciliği öğrenmiş fakat bir yöneticinin sahip olduğu en büyük erdem olan “özeleştiri”yi öğrenememiştir. Korkarım hatasında direnmeyi sürdürecek, kabak herhangi bir emir kulunun başına patlayacaktır. İskele İstinye Tersanesi’ne çekilmiştir. Büyük olasılıkla 24 yaşını doldurmuş, metal yorgunu saç dubalar yenileriyle değiştirilmeyerek elden geçirmekle yetinilecektir. Bu da yaşamsal tehlikelere çağrı çıkarmak olacaktır.

İDO bu kez bir can kaybı olmaması nedeniyle olayı ucuz atlatmıştır. Uygar ülkelerde can kayıpları olmasa da ihmalkârlık nedeniyle gerçekleşen bu tür kazalarda yöneticiler derhal istifa ederler. Bu davranışı İDO’culardan doğal ki bekleyemeyiz, çünkü “burası Türkiye’dir”.