10 Ekim 2009 Cumartesi

DR. HİKMET KIVILCIMLI - 11.10.2009


Türkiye sosyalizminin büyük önderlerinden Dr. Hikmet Kıvılcımlı’yı 38 yıl önce bugün yitirdik. Belgrad’ta bir hastanede yaşama gözlerini yumduğunda 69 yaşındaydı. Kanser hastasıydı, o durumda, 12 Mart Darbesi sonrasında yayımlanan “ilk yakalanacaklar” listesinde adının bulunduğunu öğrenince faşist cellâtların eline düşmemek için yurtdışına çıkmış, Suriye’den başlayarak birkaç ülke dolaştıktan sonra o zamanki Yugoslavya’nın devlet başkanı Mareşal Tito’nun yardımıyla yaşamının son günlerini yaşayacağı Belgrad’daki hastaneye yatırılmıştı.
1902 Priştina doğumlu, Balkan Savaşları sırasında gelip Aydın’ın Kuşadası ilçesine yerleşen göçmen bir ailenin çocuğudur. Anadolu’nun işgali sırasında, 17 yaşındayken Aydın yöresindeki Kuvayı Milliye örgütlenmesine ve Yörük Ali Efe Çetesi’ne katılmış, 1920 yılında “Köyceğiz yöresi Kuvayı Milliye Askeri Kumandanlığı”na seçilmiş, aynı yılın sonunda ailesi İstanbul’a göç edinceye kadar bu görevini sürdürmüştür.

***

Hikmet Kıvılcımlı sosyalizm ile İstanbul Tıp Fakültesi’ndeki öğrencilik yıllarında tanışıp örgütlü savaşıma katılmıştır. 1925 yılında gerçekleştirilen Türkiye Komünist Partisi’nin 2. Kongresi’nde gençlik örgütlenmesinden sorumlu Merkez Komitesi üyeliğine seçilmiştir. Şeyh Sait İsyanı nedeniyle 1925 yılında çıkarılan "Takriri Sükun Yasası" kapsamında tutuklanmış ve 10 yıl kürek cezasına çarptırılmışsa da bir yıl sonra ilan edilen bir aftan yararlanarak, tahliye olmuştur. 1927 sonlarında başta Vedat Nedim Tör olmak üzere dönemin döneklerinin partiyi polise ihbar etmeleri sonucu parti kadrolarıyla birlikte o da tutuklanmış, 3 aylık hapis cezası almıştır. Cezasını çektikten sonra 1929 yılı toplu tutuklanmalarında yeniden içeri alınmış, bu kez 4,5 yıl hapis cezasına çarptırılmıştır.
Bu davanın duruşmasında savcıya, "4 yıl kızıl bir profesör olmak için yeterli zamandır" dediği bilinir. Bu sürenin bitmesine çok az kala, yine bir aftan yararlanarak özgürlüğüne kavuşur. Bu yıllarda parti adına yayımladığı Kıvılcım dergisinin adını kendine soyadı kabul eder. Kıvılcım dergisi adını Lenin'in Iskra'sından (Kıvılcım) almıştır.
1935 yılında Marksizm Bibliyoteği ve Emekçiler Kütüphanesi'ni kurmuştur. Bu çerçevede yayımladığı kitaplar üzerindeki baskıların şiddetlenmesine yol açmıştır. 1938 yılında “Donanma Davası”ndan tekrar tutuklanır, savcıya ellerinde delil olmadığını söylediğinde şu karşılığı alır: "Biz, Dr. Hikmet için delil arayacak kadar saf değiliz!" Dava sonunda yayımladığı “kitapların erbaşlar tarafından okunup benimsendiğinden ve bu hal ileride Donanmanın disiplinini sarsıcı mahiyette görülmüş olduğundan, kanaat'i vicdaniye'i tamme ile..." 15 yıl hapis cezası alır, 12 yıl yatar.

7 Ekim 1954'de Vatan Partisi'ni kurar ve "Vatandaş" gazetesini yayımlanmaya başlar. 1957 seçimlerine hazırlanırken İstanbul'da düzenlenen, İlgi uyandıran seçim mitinglerinden rahatsız olan Menderes Hükümeti'nin emri üzerine Vatan Partisi kapatılır. Yöneticileri işkenceden geçirilir, tutuklanır.
Kıvılcımlı 1965 yılında Tarihsel Maddecilik Yayınları'nı kurmuş, 1967 yılında da Sosyalist Gazetesi’ni yayımlamaya başlamıştır. 1960'lı yılların sonunda Türk Solu ve Aydınlık dergilerinde yazıları yayımlanmıştır. Marksizm’in kuram ve pratiğine ilişkin 38 kitabı bulunan Dr. Hikmet Kıvılcımlı’nın yaşamının 22 yılı cezaevlerinde geçmiştir. O hem bir düşün adamı, hem kararlı bir örgütçü, hem de egemenler karşısında dik duruşundan hiç ödün vermemiş bir sosyalizm neferidir.

***

Hikmet Kıvılcımlı’nın en belirgin özelliği evrensel bir dünya görüşü olan Marksizm’i özümserken, özümsediğini bu topraklardan besleyerek zenginleştirmesini bilen, ayakları kendi topraklarına basan bir Türkiye sosyalistidir, örnek bir kişiliktir.

Büyük ustayı, değerli yoldaşımı saygıyla, özlemle anıyorum.

MERAK EDİYORUM - 07.10.2009


Olayı duymuşsunuzdur. Diyarbakır’ın Lice ilçesine bağlı Şenlik köyü mezrasında koyun otlatan 13 yaşındaki bir kız çocuğu bedenine isabet eden, “ne olduğu bilinmeyen” bir nesneyle parçalandı, öldü. Basında önce “ne olduğu bilinmeyen” patlayıcı nesnenin mezranın yakınında bulunan Tabantepe Taburu’ndan atılan bir “havan mermisi” olduğuna ilişkin haberler yer alsa da bu haberler asker tarafından yalanlandı.
Daha sonra PKK’nın döşediği bir “mayın” dendi; fakat yapılan incelemelerde mayın patlamasının açtığı bir çukura rastlanmaması, çocuğun bedenindeki ölümcül hasarın karında meydana geldiği, bacaklarının parçalanmamış olması vb nedenlerle bu olasılık da ortadan kalktı.
Uzmanlar, ölümün bomba ya da mayın gibi bir patlayıcıyla oynanması sonucu olasılığının da bulunmadığını, çünkü el ve kollarda ölümcül hasar saptanmadığını söylüyorlar.
Geriye çocuğun karnına bir ağır silah mermisinin isabet etmesi sonucu öldüğü olasılığı kalıyor.
Öyleyse bu mermi kimin tarafından atıldı?
Merak ediyorum.

***

Bir PKK baskını mı? Olayın gerçekleştiği Şenlik Köyü mezrası askeri Yayla Karakolu’na 10, Abalı Karakolu’na 12, Tabantepe Taburu’na 3 kilometre uzaklıkta. Dolayısıyla bölge Türk Silahlı Kuvvetlerinin kontrolünde ve herhangi bir güvenlik sorunu olmaması gerekiyor.
Ayrıca olay gündüz vakti gerçekleşiyor; askerin görüş mesafesinde ve güpegündüz bir PKK baskını söz konusu olabilir mi?
Sanmıyorum.
Ceylan Önkol’un cesedi tam 6 saat ortada kalıyor; Lice savcısı, “güvenlik gerekçesiyle” olay yerine ancak üç gün sonra gidiyor!
Sayın savcıya tamamen askerin denetiminde olan bir bölgede güvenlik olmadığı bilgisini kim veriyor?

Kim savcının Şenlik Köyü mezrasına gelmesini, yerinde ve zamanında incelemelerde bulunmasını istemiyor?

Kim olay yeri inceleme tutanağının tutulmasını delillerin usulünce toplanmasını istemiyor?
Merak ediyorum.

***

Diyarbakır’da tam donanımlı bir Adli Tıp Merkezi varken çocuğun cesedi Abalı Karakolu’na götürülüyor, nizamiyede “bir stajyer hekim ve temizlik işçileri” eşliğinde “otopsi” yapılıyor. Cesedin Adli Tıp Merkezi’ne götürülmemesinin nedeni nedir?
Buna kim karar verdi? Cesedin Diyarbakır’a götürülmesini kim istemedi?
Merak ediyorum.
***

Ceylan Önkol 13 yaşında bir Kürt kızıydı. Bu toprakların çocuğuydu, bizim çocuğumuzdu.
Öldürüldü.
Neyle ve nasıl öldürüldüğü 28 eylülden bu yana geçen 16 günde açıklığa kavuşmadı. Bir görev ihmaliyle mi karşı karşıyayız? Yoksa bu cinayetin açıklığa kavuşmasını istemeyenler mi var? Varsa kimler?
Merak ediyorum?
Medya niçin alçakça bir cinayete kurban giden Münevver Karabulut’un katillerinin peşine düştüğü gibi bu cinayetin faillerinin de peşine düşmüyor? Olayın aydınlanması için aynı çabayı göstermiyor? Göstermemesi için bir neden mi var?
Merak ediyorum.





HAYVANLAR VE İNSANLAR - 05.10.2009


Dün Hayvanları Koruma Günü idi. 1822 yılında İngiltere’de hayvan dostları bir araya gelerek “Hayvanları Koruma Birliği”ni kurdular. Birliğin amacı, hayvanları korumak, insanların hayvanlara iyi davranmalarını ve hayvanların daha iyi koşullarda beslenme ve korunmalarını sağlamaktı. Bizde benzer amaçlar doğrultusunda kurulan ilk dernek 1908 yılında “Hayvanları Koruma Derneği” adı altında kurulmuştur. Aynı amaçlı dernekler 1931 yılında Hollanda'nın Den Haag (Lahey) kentinde toplanarak, “Dünya Hayvanları Koruma Federasyonu”nu oluşturdular ve 4 Ekim'i “Hayvanları Koruma Günü” ilan ettiler.
Dün 4 Ekim’di. Bazı televizyon kanalları hayvanlara ilişkin özel yayınlar yaptılar, bazı gazetelerde de hayvan sevgisini öne çıkartan yazılar yayımlandı. O yayınları izleyen, o yazıları gören bir yabancının kafasında ülkemizde yaygın bir hayvan sevgisi olduğuna ilişkin bir yargı oluşabilir. Gerçek ise öyle değildir; yapay bir titizlik/temizlik adına çocukların anne babaları tarafından hayvanlardan uzak tutulduğu bir toplumda hayvan sevgisinin yaygınlaşması olası değildir.

Toplumun hayvanlara karşı ilgisini İstanbul ölçeğinde değerlendirmeye çalışacak olursak bu kentteki 15 hayvan barınağı ve rehabilitasyon merkezinde bulunan yaklaşık 12 bin köpeğin geçmişi bize ipuçları verebilir. Bu hayvanların yüzde 90’ı sahipleri tarafından ya sokağa salınmış ya da barınaklara bırakılmış “cins” köpeklerdir. Bu terk edişlerin en yaygın gerekçesi çocuklarının isteklerini kıramayıp özel satış yerlerinden edindikleri köpeklerin bir süre sonra aileye bir yük olarak gelmeleridir.

Bu sahipler çoğunlukla “pet shop” diye bilinen ev hayvanı satış dükkânlarından hiç de azımsanmayacak bir para ödeyerek hayvan satın alabilecek durumdaki varsıl insanlardır. Ne var ki varsıllaşmışlar, fakat özgün bir sınıfsal ahlak oluşturacak düzeyde burjuvalaşamamışlardır. Önce sahiplendiği bir canlıyı hevesi alındıktan sonra sokağa, açlığa, ölüme terk etmek burjuvalaşamamış döküntü varsıllara uygun düşen bir ahlaksızlıktır.
Onların terk ettiği hayvanlara barınaklarda gönüllü olarak çalışan, verdikleri emeğin karşılığını hayvanlar tarafından sevilmekle alan iyi yürekli, alçakgönüllü insanlar sahip çıkmaktadırlar. Bir hayvan dostu olarak onları kutluyorum, değerli okurlarımı da bu barınaklara yardım etmeye, destek vermeye çağırıyorum. Adreslerini e-posta adresime yazarak öğrenebilirsiniz.

***

IMF Başkanı Kahn’a ayakkabı fırlatılması olayı gündemdeki yerini koruyor. Çıtkırıldım köşe yazarları olayın faili Selçuk Özbek’i eleştire ayıplaya bitiremediler. Başkanına fırlatılan ayakkabıyı kendisine fırlatılmış gibi duyumsayan, çıkar ve beklentilerini IMF’nin çıkar ve beklentileriyle özdeşleştirmiş neo-liberallerin davranışlarını anlayabiliyorum.

Fakat olaya sıcak bakan dostlar da Selçuk kardeşimizi eleştirmekten geri durmuyorlar. Bu eylemin bir “kopya” olduğunu, yaratıcılıktan uzak olduğunu ileri sürüyorlar.

Biraz düşünseler bunun bir “kopya” olmadığını, ABD Başkanı Bush’a ayakkabı fırlatan Iraklı gazeteci Muntazar El Zeydi gibi IMF Başkanı’na ayakkabı fırlatan Birgün çalışanı Selçuk Özbek’in aynı malzemeyi kullanmasının bir “zorunluluk” olduğunu görecekler. Bu tür toplantılarda kontrol noktasını aşarak salona fırlatmaya uygun sertlikte başka bir cisim, ya da yumurta, çürük domates gibi bildik malzeme sokmak mümkün değil ki! Eylemciler ne yapsınlar, ayakkabılarını çıkartıp fırlatıyorlar.
Doğal ki aynı işi eski bir fotoğraf makinesi objektifi de görebilir, fakat isabet durumunda fırlatılanda yol açacağı hasar, olası bir yaralanma durumu eylemi simgesel nitelikten çıkartıp istenmeyen bir duruma sokar.
Burada arzu edilen hedefi yaralamak değil, aşağılamaktadır. Muntazar El Zeydi gibi Selçuk Özbek’in de eylemi bu doğrultuda işlevini yerine getirmiştir.

Küresel kapitalist soygun ve sömürü şebekesinin çetebaşı Kahn bundan böyle (isabet edip etmemesi hiç önemli değildir) “kafasına ayakkabı fırlatılan adam” olarak anılacaktır. Adam bunu hak etmiş midir, etmemiş midir? Önemli olan bu soruya doğru yanıt verebilmektir.



BEATE KLARSFELD’İ TANIR MISINIZ? - 04.10.2009


13 şubat 1939 Berlin doğumlu bir Alman olan gazeteci Beate Klarsfeld’i tanıyanlarımız mutlaka vardır. Fransız olan eşi Serge Klarsfeld ile birlikte yaşamını cezasız kalmış Nazi suçlarının aydınlatılmasına, suçluların bulunarak yargı önüne çıkarılmasına adamıştır. Çalışkan, yürekli ve kararlı bir kadındır. Yaptığı çalışmalarla, yaşamlarını farklı kimliklerle çeşitli ülkelerde sürdüren Kurt Lischka, Alois Brunner, Klaus Barbie, Ernst Ehlers, Kurt Asche gibi binlerce masum Yahudi’nin ölümlerinden sorumlu Nazilerin ortaya çıkarılmasına önemli katkıları olmuştur.
Beate Klarsfeld Yahudi soykırımı gerçeğiyle 1960 yılında gittiği Paris’te tanışmıştır. Çeşitli günlük işlerde çalıştıktan sonra işe girdiği Alman-Fransız Gençlik Örgütü’nde sekreter olarak görev yaparken muhafazakâr bir Alman politikacısı olan Kurt Georg Kissinger ile ilgili yazdığı bir yazı üzerine işine son verilmiştir.
1963 yılında, babası Polonya’daki ünlü toplama kampı Ausschwitz’de ölen Serge Klarsfeld ile evlenmiştir. O yıllarda Federal Şansölye olan, Hitler’in Nasyonal Sosyalist Alman İşçi Partisi’nin PG 2633930 sayılı üyesi, eski Nazi Kurt Georg Kissinger’in kimliğini teşhir için çeşitli eylemler düzenlemiştir. Onu dünya ölçeğinde ünlendiren 7 kasım 1968 günü Hıristiyan Demokrat Birlik partisinin kongresindeki eylemidir. “Gazeteci kimliği” ile girdiği kongre salonunda kürsünün bulunduğu yükseltiye çıkmış, “Nazi! Nazi!” diye bağırarak Kurt Georg Kissinger’i tokatlamıştır. Bu, Almanya Federal Cumhuriyeti tarihinde bir şansölyenin/başbakanın yediği ilk ve bugün itibariyle son tokattır. Beate Klarsfeld bu eylemi nedeniyle bir yıl hapse mahkûm olmuş, cezası daha sonra dört aya indirilerek ertelenmiştir.
***

Bu anımsatmaya neden gerek gördük? Geçen Perşembe günü Uluslararası Para Fonu (IMF) başkanı Dominique Strauss-Kahn Bilgi Üniversitesi’nde konuşma yaparken, salonda bir “olay” yaşandı. Birgün Gazetesi çalışanı ve Gençlik Muhalefeti üyelerinden Selçuk Özbek IMF Başkanı’na ayakkabısını fırlattı. Olay doğal ki ilginç, çünkü her başbakana bir tokat nasip olmadığı gibi her IMF Başkanı’na da fırlatılan bir ayakkabı nasip olmuyor. Olay, gerek ulusal gerekse uluslararası medyanın gündemine oturdu.
Bilindiği gibi biz “ağırbaşlı”, molla görünümlü bir toplumuz. Burada “genel eğilimlere” aykırı her davranış eleştirilir, ayıplanır. Ülkemizde tepeden başlayarak toplumun alt katmanlarına yayılan sayısız “ahlak”, “edep”, “terbiye” bekçisi bulunur.
Boğaz’da 3. köprüye karşı mısınız? Eğer karşıysanız, ama 1. ve 2. köprüleri kullanıyorsanız “utanmaz”sınızdır! Adalet ve Kalkınma Partisi’ni AK olarak değil de AKP olarak kısaltıyorsanız “edepsiz”sinizdir! Moda İskelesinde alkol yasağını protesto mu ediyorsunuz? Dünyayı “şişenin içinden gören” bir ayyaşsınızdır! Televizyon dizilerindeki öpüşme/sevişme sahneleri sizi rahatsız etmiyor mu? Türk aile ahlakından habersiz bir “ahlaksız”sınızdır! IMF Başkanı’na ayakkabı fırlatan Selçuk Özbek kardeşim ise bu bekçilere göre “terbiyesiz”dir! Medyanın büyük bölümü de bu kibarlar korosuna katılmıştır.
Kimse kusura bakmasın, biz kibarlıktan çatlayacak o çıtkırıldımlardan değiliz. Gençlik Muhalefeti, arkadaşlarının eylemine ilişkin olarak yaptığı açıklamada, “Bizler 68 yılında 6. Filo’yu denize döken bir geçmişin takipçileriyiz. Bu ülkede kan emici soyguncuların ellerini kollarını sallayarak dolaşamayacakları bilinmelidir,” diyor. Uslanmaz bir 68’li olarak, “ağırbaşlı olayım bana da molla desinler,” tavrı bize yakışmaz. Selçuk Özbek ve Zeynep Çatalkaya kardeşlerimi yanaklarından öpüyorum.
***
Ha, bu arada Beate Klarsfeld’e ne oldu? 1974 yılında İsrail’de “Getto Savaşçılarının Cesaret Madalyası”nı, 1984 yılında zamanın Fransa Cumhurbaşkanı François Mitterand’ın elinden “Onur Lejyonu Şövalyesi” brövesini aldı. Fransa Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy 2007 yılında onu “Onur Lejyonu Subaylığı”na atadı. Beate Klarsfeld önümüzdeki ay Münih’te düzenlenecek bir törenle büyük saygınlığı olan “Georg-Elser Ödülü”nü alacak.
Kutluyorum.