29 Ekim 2008 Çarşamba

BUGÜN BANA YARIN SANA - 29.10.2008


Diyelim, sol muhalefet yaratıcı, ufuk açıcı politikalarla toplumu kendi yanına çekip ilk genel seçimlerde iktidar oldu. AKP ise muhalefete düşmüş, kolu kanadı kırılmış, medya desteğini yitirmiş bir durumda sesini duyurmaya çalışıyor. Bilişim teknolojisi bu konuda etkili bir araç; internette ardı ardına AKP’yi, AKP’nin görüşlerini destekleyen web siteleri kuruluyor. Derken bir mahkeme karar alıp “laiklik karşıtı eylemlerin odağı olduğu Anayasa Mahkemesi tarafından onaylanan bir siyasi partiyi övdükleri” gerekçesiyle bu sitelere “erişimi engelliyor”. Bu arada İslami ağırlıklı faaliyetlerde bulunan binlerce site de izlenemez duruma geliyor.

Böyle bir durumda AKP’liler ve AKP yandaşı “liberaller” nasıl davranırlar? Yakınmalarını, haykırışlarını, attıkları demokrasi, özgürlük ve insan hakları nutuklarını duyar gibi oluyorum.

AKP ve yandaşları “liberaller” aynı nutukları bugün de atıyorlar. Başbakan nutuk attığı alanlarda demokrasi ve özgürlük havarisi kesiliyor, insan haklarını dilinden düşürmüyor, topluma vaatlerde bulunuyor. Oysa “onun demokrasisinin”, “onun özgürlük anlayışının”, “onun insan hakları algısının” hayatta hiçbir karşılığı yok. AKP, iktidarını yasaklarla, yasaklamalarla sürdürüyor.

Gazeteciler, yazarlar, yayıncılar yargılanıyor.

Güvenlik güçleri iktidar karşıtı her gösteride göstericilere şiddet uyguluyor. İnsanlar dövülüyor, tekmeleniyor, yerlerde sürükleniyor.

Sokakta gazete satan gençler gözaltına alınıyor, işkence görüyor, öldürülüyor. Mahkemeler bu ölümlerle ilgili yayınlara yasak koyuyor. Kimse nedenini, niçinini bilip öğrenmesin diye.

Yurttaşın yiyip içme gibi en doğal haklarına kısıtlamalar getiriliyor, dinlenme evlerine, lokantalara içki yasakları konuyor.

Bunlara karşı çıkan yurttaşlar Başbakan tarafından azarlanıyor.

Yüz binlerce internet kullanıcısının iletişim özgürlüğü bir anda ellerinden alınmış; sorumlu mevkideki Ulaştırma Bakanı bu haberleşme özgürlüğü ihlaline bir çözüm getireceğine yasaklamaya sahip çıkıyor. “Zararlı yayın yapan siteler faaliyetlerine son vermedikleri sürece bu yasaklar sürecek,” diyor.

Bugün “demokratik” geçinen fakat YouTube, Geocities, Blogspot gibi internet sitelerinin yasaklı olduğu tek ülke Türkiye; Binali Yıldırım böyle bir ülkenin Ulaştırma Bakanı olmaktan hiç sıkıntı duymuyor.

Bugün Türkiye Cumhuriyeti’nin 85. Kuruluş yıldönümü. Cumhuriyet, tüm ülkede görkemli törenlerle kutlanıyor. Özellikle AKP yönetimindeki kentlerde törenlere belediye desteği çok yoğun; AKP, Cumhuriyet’e sahip çıkar gibi yaparak “laiklik karşıtı eylemlerin odağı” olma lekesini çıkarmaya çalışıyor.

Ne var ki kafa aynı kaldığı sürece bu çabalar göz boyamadan ileri gitmiyor.

21. yüzyılda Cumhuriyet, laiklik, demokrasi, özgürlük, insan haklarına saygı gibi kavramları da içeriyor. Bu kavramlar hayata geçmeden Cumhuriyet, “Cumhuriyet” olamıyor. Malzeme boya tutmuyor.

Her şeye rağmen vazgeçmemek gerekiyor.

Cumhuriyet’in 85. Yıldönümünü “Bugünlere nasıl geldik?” sorusuna yanıtlar arayarak anlamlandıralım.

Düşünelim.

Öyle gereksinimimiz var ki düşünmeye.

Nice Cumhuriyet yıldönümlerine erişmek dileğiyle.

(dkavukcuoglu@superonline.com) (www.denizkavukcuogluyazilari.blogspot.com)

25 Ekim 2008 Cumartesi

FAŞİZM KENDİNİ SAKLAMIYOR - 26.10.2008

Arşivime göz atmak isteyecek okurlarım yazılarımın altında yer alan (www.denizkavukcuogluyazilari.blogspot.com) adlı site adresine girdiklerinde şöyle bir duyuruyla karşılaşacaklar: “Bu siteye erişim mahkeme kararıyla engellenmiştir.” Kararı T.C. Diyarbakır 1. Sulh Ceza Mahkemesi 20.10.2008 tarihinde vermiş.Tümünü Yasla

Bu uygulama yeni değildir; devlet yargı aracılığıyla, Ankara 1. Sulh Ceza Mahkemesi tarafından 5 mayıs 2008 tarihinde yasaklanan YouTube örneğinde olduğu gibi uzunca bir süredir siyasal anlayışına aykırı görüşlerin yer aldığı sitelere erişimi engellemektedir.

Telekomünikasyon İletişim Başkanlığı aldırdığı yargı kararlarına neden olarak “bölücülük propagandası”, “Atatürk’e hakaret” gibi suçları gösteriyor, ne var ki gerek “YouTube” gerekse “blogspot” büyük rağbet gören uluslararası iletişim araçları olduğundan tek bir kuru’nun yanında yüz binlerce yaş’ın da düşüncelerini açıklama ve haber alma özgürlükleri engellenmiş oluyor.

Doğal ki engellenenler yalnızca ortak kullanıma açık büyük web siteleriyle sınırlı değil; çeşitli nedenlerden ötürü yasaklanan binlerce site olduğu söyleniyor. Bunun boş bir söylenti olmadığı zaten herhangi bir arama motorunda karşınıza sıkça çıkan uyarı yazılarından da belli oluyor.

***

Türkiye Cumhuriyeti dünyada düşünceden korkan, düşünceyi yasaklayan devletlerin arasında ilk sıralarda yer alıyor. Yasakçılık, devleti yöneten hükümetlerin yakalarından söküp atmayı hiç düşünmedikleri bir utanç etiketi olarak hep yerinde kalıyor. AKP hükümeti bu ülkede var olan yasakçılığı daha da derinleştirip yaygınlaştırıyor.

Son 1 Mayıs görüntüleri belleklerimizde hâlâ canlı; biber gazına boğulan sendikacılar, dövülen gençler, yerlerde sürüklenen, kafaları tekmelenen genç kadınlar, coplanan turistler… Salt gazetelerini satıyor diye gözaltına alınan, dövülen, işkence gören, öldürülen solcular… Düşüncelerini açıkladı diye yargılanan aydınlar… Alkollü içki yasakları… Devlet kurumlarına getirilen kışla düzenleri… Tutuklanan, aylarca tutuklu kalan ama niçin tutuklandığını öğrenemeden ölen sanıklar…

Medya her gün yeni baskı, yeni yasaklama haberleri veriyor.

Bir hükümet ki koca ülkeyi bataklığın kıyısına getirmiş, Başbakan’ı çıkıyor, sosyalizmi, sosyalistleri eleştiriyor; hiç anlamadan, hiç bilmeden, hiç düşünmeden.

Bu toplum bugünlere kadar kendisi gibi düşünmeyenlere karşı böylesine hırçın, böylesine nobran, böylesine baskıcı davranan bir sivil hükümet görmediğinden sürüklendiği rejimin adını koymakta zorlanıyor.

***

Avrupa Birliği uyum yasaları, verilen demokratikleşme sözleri vs AKP hükümetinin elinde birer kamuflaj aracı olmaktan öteye gitmiyor. ABD’nin de, AB’nin şu sıralar istediği de bu zaten; toplumu sürekli denetim altında tutabilecek otoriter, fakat “sivil” bir yönetim, “ılımlı faşizan İslami” bir rejim. Ne var ki hükümet içindeki kötücül eğilimleri dizginlemekte başarılı olamıyor, bu eğilimler hızla faşizanlıktan faşizme doğru gelişiyor. Dizginler öyle bir boşalıyor ki hükümet her gün biraz daha somutluk kazanan antidemokratik, faşizan yapısını açığa vurmakta bir sakınca görmüyor. Hükümet kendisini yakın gelecekteki karanlık günlere hazırlıyor.

Türkiye, içinde bulunduğumuz küresel ekonomik krizin en sert vurduğu ülkelerin başında geliyor. Bu krizin sonuçları toplumun tüm kesimleri için çok acılı olacak ve bu acıyı her zaman olduğu gibi çalışan kesimler, emekçiler en derinden duyacaklar. Toplumsal sarsıntıların, patlamaların baş göstereceği o dönemde hepimizi dehşete düşürecek olaylarla karşılaşacağız.

Yaşayacağımız dehşeti en aza indirmek ise bizim elimizde, bu ülkenin aydınlık insanlarında. Bunun için her şeyden önce bize dayatılan rejimin adını koymak, buna göre önlemler almak zorundayız.

Doğal ki faşizmi ülkemize, insanlarımıza, kendimize layık görmüyorsak…

22 Ekim 2008 Çarşamba

CİDDİ OLMAK İSTERKEN KOMİK OLMAK - 22.10.2008

Pazartesi akşamı televizyon kanalları arasında dolaşır, Ergenekon görüntülerini izlerken belleğimde Atatürk Olimpiyat Stadyumu’nun yapımı bitip de ilk maçın oynanacağı günün öncesinde gazetelerde okuduklarım canlanmıştı. Hem televizyonlarda hem de yazılı basında herkes ağızbirliğiyle bu görkemli yapıyı yere göğe sığdıramıyorlardı. 584 hektarlık bir alanda yapılan, 82.592 kişi kapasiteli Olimpiyat Stadyumu, UEFA’nın ‘5 yıldızlı statlar’ arasında gösterilmişti. Bunlar hiç kuşkusuz kulağa çok hoş gelen şeylerdi.

Ne var ki 31 temmuz 2002 günü Olimpiyakos ile Galatasaray arasında oynanan ve 79.513 kişinin izlediği açılış maçıyla birlikte ‘takke düşmüş, kel görünmüştü’. Bir gün öncesine kadar Olimpiyat Stadyumu’nu öve öve bitiremeyenler bir anda ağız değiştirmişlerdi. Futbolun oynandığı çim alanını çevreleyen 9 kulvarlı atletizm pisti nedeniyle tribünlerde oturanlar alanda neler olup bittiğini ancak dürbünle izleyebiliyorlardı. Stadyumun üzerinden eksik olmayan şiddetli rüzgâr doğru dürüst top kontrolünü olanaksız kılıyordu. Ulaşım ise ayrı bir rezaletti, insanlar yollarda perişan oluyorlar, maç başlamadan tribünlerdeki yerlerini almayı başaranlar kendilerini şanslı sayıyorlardı.

Kısacası şimdilerde lig 15.si İst. Büyükşehir Belediyespor’un oynadığı, geçen yıl da sezon sonu küme düşen Kasımpaşaspor’a ev sahipliği yapan Atatürk Olimpiyat Stadyumu birçok yönden, özellikle de futbol açısından bir fiyaskoydu. Dev yatırım medyanın alay konusuydu artık.

Ergenekon davasının görüleceği, toplam 10.664 hükümlü ve tutukluyu barındırma kapasitesine sahip Silivri Ceza İnfaz Kurumları Yerleşkesi’nin de ‘alay konusu olma’ açısından Atatürk Olimpiyat Stadyumu’ndan pek farkı olmadığı daha ilk duruşmada ortaya çıktı.

Her biri 1.333 kişi kapasiteli 8 adet L Tipi Kapalı Ceza İnfaz Kurumu, 1 adet Açık Ceza İnfaz Kurumu, sağlık ocağı, genel mutfak, personel soyunma binası, genel idare binası, ziyaretçi bekleme salonu, çamaşırhane, ısı merkezi ve jandarma binaları ile 500 adet lojman, alışveriş merkezi, kreş, 6 adet trafo, 2 adet su deposu ve atık su arıtma tesisinden oluşan yerleşkede büyük toplu davalar için öngörülen duruşma salonunun büyüklüğü yalnızca 130 metrekareydi.

86 sanıklı Ergenekon davası bu 130 metrekarelik salonda görülecekti. Yetkililer salon için 280 kişilik bir ‘kapasite’ hesaplamışlardı. Başlı başına bir ‘sivri zekâ örneği’ olan bu hesaba göre adam başına 46 santimetrekarelik bir alan düşüyordu. Fakat hesap tutmamış, sanıklar, avukatlar, sanık yakınları, haberciler, güvenlik güçleri, izleyiciler derken salona bir anda 400 kişi doluverince insanlar ezilme/boğulma tehlikesiyle karşı karşıya kalmışlardı. Çaresiz kalan yargıçlar yaşanan kaos karşısında salonu boşalttırmışlar, 4.5 saat aradan sonra, duruşmayı iki gün sonrasına, perşembe gününe ertelemek zorunda kalmışlardı. Yetkililer tarafından daha önce duruşmaların kesintisiz olarak her mesai günü yine mesai saatleri içinde yapılacağına ilişkin açıklamaları daha ilk günden fos çıkmıştı.

Öte yandan ‘salon sorunu’ alınacak teknik önlemlerle çözülebilecek bir teknik sorunken bu yola gidilmemiş, duruşmalar tutuklu ve tutuksuz sanıklar için olmak üzere farklı günlere alınmış, duruşmaya girecek avukat sayısı sanık başına üç olarak kısıtlanmış, davanın sağlığı açısından kamuoyunun kafasında yeni kuşkular doğmuştu.

Duruşma salonu dışındaki koşullar ise ayrı bir rezaletti. Yerli, yabancı 1000’e yakın medya mensubu, yüzlerce avukat, sanık yakını ve izleyici doğal gereksinimlerini karşılayacakları hijyenik bir ‘yer’ bulamıyorlar, gereksinimlerini çevredeki camilerin, aşevlerinin, kahvelerin helalarında gidermeye çalışıyorlardı.

Ergenekon, ‘yüzyılın davası’ denecek ölçüde ciddi bir davaydı fakat daha ilk duruşmada ciddiyet yerini çizgi film gülmecesi düzeyinde bir komikliğe bırakmıştı. Yaşananlar karşısında duruşma yargıcı Sayın Köksal Şengün da sonunda dayanamayıp patlamış, “Nereye hizmetse burası mahkeme salonu olarak yapılmış,” diyerek bu fiyaskoya trajikomik bir tat katmıştı.






11 Ekim 2008 Cumartesi

SOSYALİST SOL ÇOCUKLUK HASTALIKLARINDAN KURTULAMIYOR - 19.10.2008


Yeni düşüncelerle, yeni önerilerle karşılaşabilirim umuduyla arada bir de olsa sosyalist soldaki partilerin, örgütlenmelerin, girişimlerin web sitelerinde yayımladıkları yazılara göz atıyorum, gazetelerini, dergilerini okuyorum. Fakat her seferinde düş kırıklığına uğruyorum.

Sosyalistlerimiz ne yazık ki insanlarımızın ve insanlığın içinde bulunduğu temel siyasal, ekonomik, toplumsal ve kültürel sorunların çözümüne ilişkin düşünceler üretemiyor, öneriler sunamıyorlar. Birçok sosyalist 21. yüzyıl insanına hâlâ 19. yüzyılda geliştirilip kuramlaştırılmış düşüncelerle yaklaşmaya, insanlığın temel sorunlarına bu düşüncelerle çözüm aramaya çalışıyor. Doğruluğu ve evrensel geçerliliği geride kalan 150 yılda hayat tarafından defalarca kanıtlanmış Marksist kuram günümüz insanının ve insanlığının sorunlarına yanıt oluşturacak düzeyde geliştirilemiyor.

Özellikle kendilerini sosyalist olarak tanımlayan, iyi niyetlerinden hiç kuşku duymadığım gençlere gözle görülür ölçüde bir ‘dediğim dedikçilik’ egemen. Okuduklarını nasıl anlamışlar, kendilerine anlatılanları nasıl algılamışlarsa, onların ‘tek gerçek’ olduğuna inanmışlar. Bu öyle bir inanma ki kendi yaşıtları olan başka sosyalistlerin de okuduklarını farklı yorumlayabileceklerini, dinlediklerini/duyduklarını farklı algılayabileceklerini, dolayısıyla onların da inandığı farklı bir ‘tek gerçek’ olabileceğini/olduğunu akıllarına bile getirmiyorlar.

Web sitelerine, yayımlanan dergi ve gazetelere bakarak doğruya yakın bir sayıya varmaya çalışıyorum, olmuyor, 40’larda bırakıyorum. Bu sayılar ülkemizde kendisini ‘sosyalist’ olarak tanımlayan 50’nin üzerinde parti, örgüt, grup olduğuna işaret ediyor, bu da aynı sayıda ‘tek gerçek’in varlığı anlamına geliyor.

Hiç kimse, hiçbir parti, örgüt ya da grup kendi ‘tek gerçek’inden, doğru bildiğinden ödün vermek eğiliminde değil, doğru bilinen inatla, dirençle, öfkeyle savunuluyor. Bu uzun yıllardan beri böyle süre geliyor ve sosyalistlerimiz enerjilerini, birbirlerinin düşüncelerini, birbirlerinin ‘tek gerçekleri’ni çürütmek için verdikleri kavgalarda tüketiyorlar.

Kapitalizmin açmaza girdiği, derin krizler ürettiği, krizin emekçi kitlelerinde korkulara yol açtığı, toplumların büyük sarsıntıların arifesinde olduğu, kısacası sosyalistler için en elverişli koşulların doğduğu süreçlerde bile onlar kapitalizme, kapitalist odaklara değil de kendileriyle ‘aynı’ düşünmeyen sosyalistlere karşı kavga veriyorlar.

Uzlaşma kültürüne toplumun geneli ne kadar uzaksa sosyalist çevreler de o kadar uzak; böyle olunca sosyalistlerin bir araya gelmesi gerçekleşemiyor.

Toplumumuzun son 30 yıldır yoğun bir depolitizasyon sürecinden geçirildiği, insanların siyasetten uzaklaştırıldığı, ideolojilerin tu kaka edildiği deunutuluyor. Hayatı merak eden, sosyalizmle tanışmak isteyen genç insanlar, ilişki kurdukları siyasal/ideolojik yapılanmalarda kendilerini bir anda o zamana kadar yabancı oldukları o ‘tek gerçek’i tanımlayan kavramların boğuculuğunda disipline’ edilirken buluyorlar. Ne var ki o ‘tek gerçek’lerin hayatta çoğu zaman karşılığı olmuyor, olmayınca da soyut kavramlarla düşünmeye alışmamış genç insanlar o çevreden hızla kopup kendilerini yeniden boşluğa atıyorlar.

‘Tek gerçekçilik’, ‘ben bilirimcilik’ sosyalist harekete, sosyalist örgütlenmelere uzun yıllardır kan kaybettiriyor, sosyalist sol’u bölüyor, parçalıyor, yeni katılımların önünde engel oluşturuyor.

Sosyalist sol ne yazık ki çocukluk hastalıklarından kurtulamıyor.



TESTOSTERON - 15.10.2008

Moda’daki Oyun Atölyesi’nde sergilenen “Testosteron” adlı oyun da işte böyle bir kıyametin sanatsal izdüşümü.

Oyun, gelin adayının “Hayır!” demesiyle bozulan nikâhın çevrede yol açtığı sarsıntıları temel alarak değişik mesleklerden (mikrobiyolog, kuş bilimci, baterist, gazeteci, avukat, garson ve baba) 7 erkeğin cinselliğe, kadına, doğaya “erkekçe” bakışlarını sergiliyor. İzleyici, Maço-Mitos da diyebileceğimiz bu “erkekçe” bakışın ürettiği şiddet ve ayrımcı dille karşı karşıya kalıyor ve gözlerinden yaşlar gelerek gülüyor. (Bu arada erkeklerin bana daha fazla gülüyorlar gibi geldiğini, bunun da bende şiddetli bir “kendi haline gülme” paradoksu olduğuna ilişkin bir kanı uyandırdığını söylemek istiyorum.)

Önceleri birbirine söven, yumruklaşan, kanlı bıçaklı olan erkekler oyun ilerledikçe birbirlerini, daha da önemlisi kendilerini anlamaya/tanımaya başlıyorlar. Bir tür yüzleşme yani… 2002 eylülünde oyun Polonya’da, Mowtonia Tiyatrosu’nda ilk kez sahnelendiğinde eleştirmen Roman Pawłowski’nin Gazeta Wyborcza’da yazdığı gibi, “Biraz öncesine kadar kadınlar için cinayet işleyebilecek tıynette erkekler biri onlara kendisinin ‘aile fotoğrafını’ gösterdiğinde yumuşayıveriyorlar.”

Farklı ruhsal yapılarda yedi erkek konu ‘kadın’ olunca bir anlaşma/uzlaşma zemininde buluşuyorlar.

Bu da bir erkeklik hali, anlayacağımız… Bu hal onların gözünden kadınların toplumdaki yerine de işaret ediyor.

Doğal ki oyun salt erkek-kadın ilişkileriyle sınırlı değil, tüketim toplumunun değerleri, insan davranışları, aşk da sorgulanıyor.

Kemal Aydoğan’ın yönettiği oyunu 1965 doğumlu Polonyalı yazar Andrzej Saramonowicz 2002 yılında kaleme almış, 2006 yılında da yine kendisinin yönetmenliğinde olarak sinemaya uyarlanmış. Neşe Taluy Yüce’nin dilimize kazandırdığı oyunda rolleri Metin Coşkun, Fırat Tanış, Emre Karayel, Mert Fırat, Timur Acar, İnan Ulaş Torun ve Tuna Kırlı paylaşıyorlar. “Hangisi daha iyiydi?” sorusuna yer bırakmayacak ölçüde yüksek bir performans sergiliyorlar.

Andrzej Saramonowicz’in mezun olduğu Sinema Yüksek Okulu’nda ünlü yönetmen Andrej Wajda’nın öğrencisi olması nedeniyle olsa gerek oyunun temposu hiç düşmüyor. Burada Kemal Aydoğan’ın ustalığını da hiç kuşkusuz vurgulamak gerekiyor.

Sahne tasarımında Bengi Günay, müzikte Tolga Çebi, ışık tasarımında İrfan Varlı bundan önce Oyun Atölyesi’nde sahnelenen öbür oyunlardaki gibi başarılılar.

Tanıtım afişlerine, “Oyun cinsellik öğeleri barındırdığından 18 yaşından küçükler için sakıncalı olabilir,” diye bir not düşülmüş.

Yaşadığımız bu sıkıntılı günlerde kendinize biraz zaman ayırmak, doyasıya gülmek isterseniz, gidin, “Testosteron”u izleyin. Benden söylemesi.

Şimdi gelelim testosteronun ne olduğuna…‘Testosteron’, erkeklerde testislerinde ve böbreküstü bezlerinde, kadınlarda ise yumurtalıklarında kolestrolden üretilen bir hormondur. Vücuda, sözgelimi, yaralanmalar sırasında kendisini yenilemesi, fazla yağların yakılması gibi çeşitli yararları vardır, fakat Maço-Mitos açıdan önemi hem erkek hem kadın bedeninde üretilen “erkek seks hormonu” olmasından gelmektedir. Kadınlarda erkeklerden 3-4 kat daha düşük düzeylerde olan testosteron, sperm üretimi, tüylenme, sakal çıkması, ses kalınlaşması, libido, penis büyümesi gibi erkeğe özgü olan ikincil seks karakterlerinin gelişmesinde etkili olan bir hormondur. (Daha fazla bilgi için bir ürologa başvurabilirsiniz.)

NE OLACAK BU KAPİTALİZMİN HALİ? - 12.10.2008

Bizim ‘coşkun liberal’ çocukların yazdıklarını okuyarak, anlattıklarını dinleyerek bir kesim sıkı solcular bile ‘kapitalizmin dayanıklılığı’ masallarına inanır gibi olmuşlardı son zamanlarda. Serbest pazar ekonomisi öyle bir düzendi ki karşısına çıkan tehlike ne olursa olsun, dinamiklerini harekete geçirip panzehirini üretip tehlikeyi alt ederdi. New York borsası çöktüğünde finans kapitalcilerin Manhattan gökdelenlerinden pike yapıp caddelere yapıştıkları 1929 Buhranı’ndan dersler çıkarmışlar, tarihin tekerrür etmemesi için sözü edilen o dinamikleri üretecek kapitalizm-içi koşulları yaratmışlardı. Böyle yazıyor, böyle anlatıyorlardı serbest pazarcılar. Ne var ki hayat onları doğrulamıyor, üç beş yılda bir ortaya çıkan konjonktürel dalgalanmalarda bile çuvallamaya başlıyorlardı.

Fakat yine de yazdıklarında, anlattıklarında direniyorlar, beyaz kâğıtlara yansıttıklarına, ağızlarından dökülenlere inanmak istiyorlardı. İnandırıcı olmak için önce kendilerinin inanması gerekiyordu çünkü. Yoksa patron yazarlığı, holding akademisyenliği nasıl yapılabilirdi ki?

Amerikan yatırım bankalarının en irilerinin birbiri ardınca çöküşü ve bu çöküşlerin yol açtığı felaketler karşısında dilleri tutuldu. Bugünlere kadar serbest pazar ekonomisine devlet müdahalesine tiksintiyle bakan gözleri birden faltaşı gibi açılıverdi, ABD Merkez Bankası’nın başka bankalar da batmasın diye bankacılık sistemine 700 milyar dolar pompalamasını büyük umutlarla karşıladılar.

Ardından Avrupa finans kapitali alarm sinyalleri verdi; borsalar düşüşe geçmiş, dolar yükselmeye, altın tavan yapmaya başlamıştı. Yalnız ABD’de, Avrupa’da değil küresel kapitalizmin tuzağına düşmüş tüm ülkelerde panik baş göstermişti. Serbest pazar şampiyonları kuyrukları bacaklarının arasına sıkışmış, dilleri dışarıda belediye itlaf ekibi görmüş sokak köpekleri gibi ‘devlet’e koşuyorlar, salya sümük “Kurtar bizi baba!” diye ağlaşıyorlardı.

Sarsılanlar yalnızca yatırım bankaları değildi, mevduat bankaları da krizden nasiplerini almışlardı. Söz konusu para, mal, mülk olunca mevduat sahiplerinin en aptallarının bile gözleri açılmış, paralarını o çok reklamları yapılan süslü bankalardan daha güvenli gördüklerine transfer etmeye başlamışlardı. Aynı durum Avrupa ölçeğinde de geçerliydi, paralar devlet güvencesi 20 bin Avroluk yasal limitte olan ülkelerden bankalarının güvence limiti daha yüksek olan ülkelere kayıyordu.

Kimi devletler İzlanda gibi, Pakistan gibi iflasın eşiğine gelmişlerdi.

Kısacası küresel kapitalizm yaşanan krizle birlikte delik deşik olmuştu, güvenilirliğini hızla yitiriyordu.

Karl Marx’ın, “kapitalizmin eşitsiz/dengesiz gelişmesinin yıkımını da beraberinde getireceği”ne ilişkin kuramının haklılığı bir kez daha kanıtlanmıştı.

Krizin başlıca nedenlerinden birinin küresel likidite darlığı olduğu biliniyordu. İstanbul Menkul Kıymetler Borsası’nda işlem gören kâğıtların yüzde 72’si, bankalarımızın da yüzde 50’si yabancılarda olunca ekonomimizin küresel krizin dışında kalması mümkün değildi.

Önümüzdeki haftalardan itibaren reel sektörün dış kredi bulmada zorlanacağına, toplam hacmi 172 milyar doları aşan ve önemli bir bölümü kısa vadeli olan dış borçlarını ödemekte/döndürmekte büyük güçlüklerle karşılaşacağına tanık olacağız.

Bu güçlükler çeşitli sanayi kollarında üretime ara verme, toplu işçi çıkartma, ücret ve maaşlarda indirime gitme gibi önlemleri beraberinde getirecektir. İşsizliğin yaygınlaşacağı, hayat pahalılığı artarken ücret ve maaşların yerinde sayacağı bir ortamda küçük ve orta ölçekli işletmeler krizin etkilerini bire bir hissedecekler, tüketim hacmindeki daralma binlerce işyerinin kapanmasına yol açacaktır.

Milyonlarca insanın boyunu aşan kredi kartı borçlarını nasıl kapatacağı da büyük bir sorun olarak karşımıza çıkacaktır.

Bu öngörüler birçok aklı başında ekonomist tarafından yazılıp söyleniyor, ne var ki pek okunmuyor, dinlenmiyor. Sözü dinlenenler son dönemde televizyon kanallarında mantar gibi türeyen saçları jöleli, “çok bilir gözüken” yeni yetme “happy yuppie tipler; ama bakıyorum, şu sıralar yüzlerinden düşen bin parça, anlaşılmadık bir şeyler geveliyorlar, bir türlü “Güvendiğimiz Amerikan dağlarına kar yağdı, çuvalladık!” diyemiyorlar.

O zaman da “Ne olacak bu kapitalizmin hali?” diye sormak biz, sosyalist dinozorlara kalıyor.

Hay Allah!

7 Ekim 2008 Salı

ÖLÜLERİMİZİ UNUTMAYALIM - 08.10.2008

Acılı günlerden geçiyoruz, içimiz kan ağlayarak 17 şehitimizi toprağa verdik. Gencecik delikanlıların ardından yakılan ağıtlar kulaklarımızdan; analarının, babalarının, evlatlarının, eşlerinin yüreğimizi dağlayan görüntüleri gözlerimizin önünden gitmiyor. Çeyrek yüzyıldır süren, on binlerce can alan, her ölümle bizi biraz daha eksilten bu kanlı teröre, bu kirli savaşa, kurulan alçakça pusulara lanet okuyoruz.

Ama ne yazık ki ölümlerin sonu gelmiyor.

Çok uzun yıllardır ki bu topraklardan ölümler, gözyaşları, acılar, hüzünler eksik olmuyor.

Anımsıyor musunuz? 30 yıl önce bugün, 8 ekim 1978 günü 7 öğrenci kaldıkları eve baskın yapan faşistler tarafından hunharca katledilmişlerdi. Bu katliamda yaşamlarını yitiren Lâtif Can, Efraim Ezgin, Hürcan Gürses evde kurşunlanarak, Osman Nuri Uzunlar telle boğularak öldürülmüşler, Salih Gevenci ile Faruk Ersan’ın iple bağlanmış cesetleri Eskişehir yolunda, başlarından kurşunlanmış olarak bulunmuştu. Serdar Alten, ağır bir şekilde yaralanmış olmasına karşın, 8 gün daha yaşamış, bir bölümünü koma halinde geçirdiği bu süre içinde; kıyımı yapanların kullandığı aracın tipini, markasını, plâka numarasını, katillerin eşkâllerini ve kullandıkları silâhlarla ilgili bilgileri vererek, olayın aydınlanmasını sağlayacak ipuçlarını bildirmişti.

Katiller tanıdıktı: Yakalanıp yargılanan Halûk Kırcı, Ünal Osmanağaoğlu, Bünyamin Adanalı, 7’şer kez ölüm cezasına mahkûm edilmişler, ölüm cezalarının kaldırılması üzerine bu cezaları ağırlaştırılmış ömür boyu hapis cezasına çevrilmişti. Sanıklardan Ercüment Gedikli ömür boyu hapis cezasına çarptırılmış, diğer sanıklar Mahmut Korkmaz, Duran Demirkıran ve Ömer Yavuz Hacıömeroğlu ise çeşitli cezalara mahkûm olmuşlardı.

Ağırlaştırılmış ömür boyu hapis cezası almış olan Haluk Kırcı, avukatlarının infazın Terörle Mücadele Yasası kapsamında yapılmasına ilişkin itirazlarının Ödemiş Ağır Ceza Mahkemesi tarafından haklı görülmesi üzerine serbest bırakılmış, ancak TİP’li gençlerin ailelerinin avukatı Erşen Sansal’ın Salihli Ağır Ceza Mahkemesi’ne itirazı üzerine tahliye kararı kaldırılmış, yurtdışına kaçmış olan Haluk Kırcı Ukrayna’nın başkenti Kiev’de yakalanmıştı. Bahçelievler Katliamı’nı gerçekleştiren faşist terör çetesinin başında Reis lakabıyla anılan Abdullah Çatlı bulunuyordu.

Daha sonra devlet tarafından ‘taltif edilerek’ kendisine sahte kimlik verilen Abdullah Çatlı’nın yönettiği terör çetesi tarafından öldüren gençlerin tek ‘suçları’ sosyalist Türkiye İşçi Partisi’nin üyesi olmalarıydı. Gençlerin bilinçlenmeleri, ülkenin sorunları üzerinde düşünce üretmeleri, siyaset yoluyla hayata müdahil olma girişimleri faşist teröristleri ve onları kullanan arka plandaki karanlık güçleri ürkütüyor, dal gibi çocuklar öldürülüyordu.

Onlarcası, yüzlercesi, binlercesi…

Cuntacı General Kenan Evren’in liderliğindeki 12 Eylül 1980 Darbesi ise bir yanıyla ‘terörün devletleştirilmesi/resmileştirilmesi’ harekâtıydı; etnik terör belası bu ülkeye 12 Eylül’ün açtığı yoldan girdi, giderek ‘düşük yoğunluklu bir savaşa’ dönüştü.

Terör hepimizin içini acıtıyor. Sosyalist bir yurtsever olarak 17 şehidimizinki gibi 30 yıl önce yitirdiğimiz 7 sosyalist fidanımızın da acısını yüreğimin en derin yerinde duyuyorum. Teröre kurban giden hiçbir ölümüzü unutmayalım, onları yattıkları yerlerde yalnız bırakmayalım, diyorum. Yaşıyor olmamız o zaman bir anlam kazanacaktır, diye düşünüyorum.

30 yıl önce Bahçelievler’de öldürülen yedi mezarları başında anılıyor. Efraim Ezgin, Lâtif Can ve Osman Nuri Uzunlar bugün saat 14.00’te Yenişehir/Bursa’da; Hürcan Gürses ile Serdar Alten bugün sat 12.30’da Ankara’da; Salih Gevenci bugün saat 18.00’de Çorum’da ve Faruk Ersan 11 ekim cumartesi günü Kırklareli’nde anılacak.

Tüm ölülerimizin topraklarına yıldızlar yağsın.

5 Ekim 2008 Pazar

ORAL ÇALIŞLAR’DAN ‘LAF OLA BERİ GELE’ BİR TÜYAP ELEŞTİRİSİ - 05.10.2008


Oral Çalışlar 29 eylül günkü Radikal’de yayımlanan Orhan Pamuk’a İki Yaklaşım” başlıklı yazısında TÜYAP’ı “Orhan Pamuk’u (Nobel Ödülü’nü aldığı yıl-DK) görmezlikten gelmekle” suçluyor. “TÜYAP her yıl bir yazara ‘Onur Ödülü’ veriyor,” dedikten sonra, “her seferinde acaba bu yılın ismi Orhan Pamuk olacak mı diye merakla bekledim. Şu ana kadar beklenen gerçekleşmedi. Böyle giderse belli ki gerçekleşemeyecek de,” diye sürdürüyor yazısını.

Daha sonra da “Neden?” diye sorup yanıtını da kendisi vermiş: “Dünya çapında bu kadar etkili olan bir yazarı TÜYAP’ı düzenleyenler neden görmezden geliyor? Edebi değerini beğenmedikleri için mi? Sanmıyorum. O zaman geriye kalıyor siyasi tercihler. Orhan Pamuk’un söyledikleri herhalde TÜYAP yöneticilerinin hoşuna gitmiyor. Bir sanat etkinliğinde, bir kültürel etkinlikte bu kadar açıktan ve bu kadar belli olacak tarzda siyasi tercihler ön plana çıkarılabilir mi? Kitap fuarı gibi bir kültürel etkinlikte böylesi siyasi tercihler yapmak doğru mu? Orhan Pamuk’a yönelik bu yaklaşımı herhangi bir evrensel kültür insanına açıklamak mümkün mü? Ayrıca Pamuk’a bu yaklaşım ondan çok TÜYAP Kitap Fuarı’nın inandırıcılığını ve kültüre yaklaşımını sorunlu hale getirmez mi?”

Oral Çalışlar sormadan, soruşturmadan, çalakalem yazmış. Hiçbirinin aslı astarı olmayan, laf ola beri gele eleştiriler, ne var ki aramızda 40 yıla varan bir hukuk var, bu da beni yanıt vermeye zorluyor.

Başından başlayalım. İstanbul Kitap Fuarı’nda düzenlenen konferans, söyleşi, açık oturum, dinleti gibi etkinliklerin hazırlıkları fuar açılmadan en geç bir ay öncesinden tamamlanır. 2006 yılında fuar 28 ekim günü açılmış, Orhan Pamuk’un Nobel Edebiyat Ödülü’nü aldığı ise 248 etkinliğin belli olup basına duyurulduğu, sergi alanlarının son metrekareye kadar dolduğu, tüm toplantı salonlarının çok önceden kullanıcılara tahsis edildiği 12 ekim günü açıklanmıştı. Dolayısıyla teknik olarak yapılabilecek bir şey yoktu.

Oral Çalışlar’ın merak edip öğrenmediğinden bildiğini sandığının tersine İstanbul Kitap Fuarı yıllardır TÜYAP tarafından tek başına değil Türkiye Yayıncılar Birliği (TYB) ile ortaklaşa düzenleniyor. Nobel Ödülü’nün açıklanmasından hemen sonra TYB ve TÜYAP temsilcileri bir araya gelip neler yapılabileceğini tartıştılar. Teknik nedenlerden ötürü yapacak bir şey olmadığından fuayeye TYB tarafından hazırlanacak ve altında Orhan Pamuk’u kutlama yazısının bulunacağı büyük boy bir fotoğraf panosunun konulmasına karar verildi. Bu pano dışarıdan gelen örgütlü bir ülkücü grubunun protestolarına, beli çevrelerden aldığımız çok sayıda tehdit telefonuna karşın fuarın sonuna kadar yerinde kaldı.

Ayrıca açılış töreninde hem TYB hem de TÜYAP’ı temsilen yapılan konuşmalarda Orhan Pamuk’un başarısı kutlandı, Türk edebiyatını, Türk dilini dünyaya duyurduğu için kendisine teşekkür edildi. (Bak. 29.10.2006 tarihli Radikal: TÜYAP Yönetimi, Orhan Pamuk'u da unutmadı. Deniz Kavukçuoğlu, Orhan Pamuk'un aldığı ödülden duyduğu memnuniyeti vurguladı.)

‘Siyasi tercih’ konusuna gelince… Bu yıl 27. yaşını kutlayan İstanbul Kitap Fuarı ilk kez 1982 yılında, 12 Eylül faşizminin baskılarının en yoğun olduğu bir dönemde düzenlenmiş, o günden bugüne özgürlükçü, demokrat niteliğini özenle korumuştur. İstanbul Kitap Fuarı’nda her inançtan, her siyasal görüşten, her dilden yayın yapan yayınevi kendisine bir yer bulmaktadır. Fuarın 27 yıldır gelişiyor olmasının başlıca nedenlerinden biri de Türkiye’de benzerine pek rastlanmayan ölçüde demokratik bir platform oluşturmasıdır.

Oral Çalışlar’ın TÜYAP yöneticilerini ‘siyasi tercih’ yapıyor diye suçlaması her şeyden önce bu kuruluşun çeyrek yüzyıldan uzun zamandır gösterdiği çabalara, verdiği emeklere, bulunduğu özverilere karşı insafsızlıktır, saygısızlıktır.

Ne var ki Çalışlar’ın insafsızlık/saygısızlık sınırı fuarın da, fuardaki etkinliklerin de düzenlenmesinde ortak payı/katkısı bulunan Türkiye Yayıncılar Birliği’ni ve İstanbul Kitap Fuarı Danışma Kurulunu da içine almaktadır. Çünkü ‘Onur Yazarı’ yıllardır Doğan Hızlan’ın başkanlığında toplanan, Füsun Akatlı, Jale Parla, Semiş Gümüş, Cevat Çapan, Selim İleri ile TYB’nin (Metin Celal, Kenan Kocatürk) ve TÜYAP’ın (Deniz Kavukçuoğlu, Sunay Girgin) ikişer temsilcisinden oluşan 10 kişilik Danışma Kurulu tarafından belirlenmektedir. Bu kurulun TÜYAP Onur Yazarı’nın belirlenmesinde Orhan Pamuk aleyhinde siyasi tercihlerde bulunma safsatası bir yana, üç üyesi Doğan Hızlan, Metin Celal ve Jale Parla Stockholm’e giderek Orhan Pamuk için düzenlenen ödül törenine katılmışlardır.

Oral Çalışlar’ın hiçbir dayanağı olmayan suçlamalarıyla neyi amaçladığı anlaşılmamaktadır.

Yazısı, bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olmaya somut bir örnektir. “Orhan Pamuk Onur Yazarı olmadı,” diye TÜYAP’ı bilir bilmez suçlarken en azından daha önce Onur Yazarı olmuş yazarların, çizerlerin, araştırmacıların yaşam öykülerine bir göz atabilirdi. Bunu da yapmamıştır. Son 8 yıldır TÜYAP’a onur veren yazarların yalnızca o yılki yaşlarına bakalım: 2007 Metin And (80), 2006 Doğan Hızlan (69), 2005 Vüs’at O. Bener (83), 2004 Gülten Akın (71), 2003 Tahsin Yücel (70), 2002 İlhan Berk (84), 2001 Semih Balcıoğlu (73), 2000 Şükran Kurdakul (73).

Bu yıl ise değerli edebiyatçımız Fürüzan TÜYAP Onur Yazarı olarak belirlendi.

Oral Çalışlar’a göre şimdi bu adlar TÜYAP yöneticilerinin siyasi tercihlerine göre mi belirlenmiş oluyor?

Allah akıl fikir versin!