25 Şubat 2009 Çarşamba

CILKI ÇIKMAK - 25.02.2009

Işıklar içinde yatsın, Ali Püsküllüoğlu, Türkiye Türkçesinin en büyük sözlüğü olan Türkçe Sözlük’te ‘cılk’ sözcüğünün karşılığını ‘bozularak kokuşmuş, bozulmuş’ olarak veriyor. ‘Cılkı çıkmak’ı ise ‘işe yaramaz duruma gelmek, doğru ve uygun yollardan ayrılmak, bozulmak’ biçiminde açıklıyor. Bir de bir işi ‘cılk duruma getirenler, uygun gidişinden, yolundan ayıranlar’ var ki bunların edimini ‘cılkını çıkarmak’ olarak tanımlıyor. Bunlara bir de örnek vermiş ünlü dilbilimcimiz: “İşin cılkını çıkarmakta birleşmiş gibiydiler.”

Ortaya, acaba kim bunlar, işin cılkını çıkaranlar kimler, diye bir soru atacak olsam, bir an bile duraksamadan ‘politikacılar’ diyeceğinizi biliyorum, sevgili okurlar. Başka bir konuda olsa bir soruya bu denli hızlı yanıt verebilmek bizleri sevindirecekken bu durumda rahatsız oluyoruz, hatta utanıyoruz.

***

Yerel seçim ortamındayız; 32 gün sonra sandık başına gidip kentlerimizi, ilçelerimizi, beldelerimizi, köylerimizi yönetecek yöneticileri seçeceğiz. Gazeteleri daha dikkatli okuyor, televizyonları daha dikkatli izliyor, radyoları daha dikkatli dinliyoruz, daha fazla bilgilenelim, sandık başında yöneticilerimizi belirlerken yanlış karar vermeyelim diye.

Ne var ki okuduklarımız, izlediklerimiz, işittiklerimiz ufuklarımızı açacağına kafalarımızı büsbütün karıştırıyor. Kendimizi bir anda dosyalı hırsızlık, uğursuzluk, yolsuzluk savaşlarının ortasında buluyoruz. Bunalıyoruz. Kara bir Türkiye gerçeği şamar gibi suratlarımıza çarpıyor.

Ülkemizin bu gerçeğiyle yüzleşmek, yüzleşmek zorunda kalmak bize ağır geliyor. Haklıyız, çünkü dünyanın neresinde olursa olsun hiçbir ülkenin yurttaşı kendini, -üstelik de yaşadığı kenti, köyü yönetmeye talip-, hırsızlarla, uğursuzlarla, yolsuzlarla sarılmış bir ortamda rahat hissetmez.

Hiç kuşku yok ki bu ülkede birçok dürüst, erdemli, onurlu yerel yönetici ya da yönetime talip adaylar vardır, fakat ne yazıktır ki ortalığı toza dumana bulayan bunlar değil, öbürleridir. Öbürlerinin kaldırdıkları toz toplum yararına görev yapan başarılı yöneticilerin de üstüne başına bulanmaktadır.

Olayın en vahim yanı da, -eğer ortada dolaşmaya başlayan kamuoyu soruşturmalarında bir parça da olsa gerçeklik payı varsa-, toplumun kendini soyan kötücül unsurlara hâlâ prim vermeye hazır olmalarıdır.

***

Dünyanın birçok ülkesi gibi Türkiye de derin bir krizden geçmektedir. Başta Amerika Birleşik Devletleri olmak üzere kapitalizmin kaleleri olarak görülen gelişmiş sanayi ülkelerinde birbiri ardınca bankalar batmakta, fabrikalar kapanmakta, işsizlik çığ gibi büyümektedir. Kriz orta Avrupa’ya doğru hızla ilerlemektedir, Almanya, sallanmaya başlayan dev bankalarını ayakta tutabilmek için yeni çareler arayışındayken, bu kez de Avusturya’da, Macaristan’da tehlike çanları çalmaktadır.

Türkiye, parasal öz kaynaklarının yetersizliği nedeniyle krizden en fazla etkilenen ülkeler arasındadır; yakın geçmişteki yapısal yenilenmeler sonucu bankacılık sistemi ‘henüz’ yara almazken reel sektör temelinden sarsılmaktadır.

İktidar ise başta hızla yaygınlaşan işsizliğe karşı ivedi önlemler arayacağı yerde işi gücü bırakmış, Türkiye genelinde oy avcılığına çıkmıştır. Sayın Başbakan’ın bir seçim mitinginde halka, “Muhalefetin işsizliğe karşı önlem önerisi varsa bana getirsin, uygulamazsam istifa ederim!” diye seslenmesi Türkiye’de siyasetin geldiği noktayı göstermesi açısından bir ibret belgesidir. Ya da bir işin cılkı nasıl çıkar, bunun kanıtıdır.

Öyle ya Sayın Başbakan kent kent, kasaba kasaba dolaşıp oy peşinde koşacak, muhalefet de evinde oturup ona önlem paketleri hazırlayacaktır!

Bravo yani!



19 Şubat 2009 Perşembe

POSTAL - 18.02.2009


Önce başlıktaki “postal”ın bildiğimiz ayağa giyilen postal ile bir ilgisinin olmadığını söylemeliyim; bu postal sevgili Andree-Bekir Coşkun çiftinin koca patili, kangal-av köpeği kırması köpekleridir. Daha bir yaşına basmamış şirin mi şirin, sevilesi bir köpektir Postal. Onun bebekliğini biliyorum, geçen yaz birkaç günlüğüne gittiğim Cunda’da tanımıştım onu, yalnız onu değil, kardeşlerini de. Andree Coşkun’un insansız bir yazlığın bahçesinde onlar için hazırladığı köşelerinde bir sokak köpeği olan anneleri Caniko ile yaşıyorlardı. Bir anne, altı yavru, yedi köpeklik bir aileydiler. Bir kangal olan baba, anneyi hamile bıraktıktan çekip gitmişti.

Evinde konuk olduğumuz dostumuz, heykeltıraş Sakine Özkan’ın evi hem köpeklerin yaşadığı o insansız evle hem de Coşkun’ların eviyle aynı sokaktaydı. Orada kaldığımız dört gün boyunca tanık olduğum görüntüler “hayvan sevgisi” nedir, bilmeyenler için uygulamalı bir ders niteliğindeydi. Karı kocanın günlerinin büyük bölümü köpek ailesine yemek taşımak, barındıkları o köşeyi temizlemek, her türlü önleme karşın kaldıkları evin bahçe parmaklıklarını aşmayı başarıp ortadan kaybolan yavruları aramakla geçiyordu.

Daha o günlerde Coşkun’lar yavru köpekler için hayvan sever aileler bulmak için seferber olmuşlardı. Beş yavru için buldular, geriye kalan, Postal adını verdikleri o koca patili yavruyu da kendileri aldılar.

Anne Caniko ise yavrularının şefkatli ellerde olduğunu bilerek –köpekler bunu hissederler- aklı geride kalmadan bir süre sonra göçtü bu dünyadan.

Postal şimdi Ankara’da mutlu bir yaşam sürüyor.

***

Epey zamandır -Musa Kart dostumuzun çizdiği o kedi karikatüründen beri- Sayın Başbakan’ın arasının kedilerle iyi olmadığını biliyorduk. Binme girişiminde bulunduğu bir atın onu nasıl yere savurduğunu anımsayacak olursak atları da “başbakanca sevilmeyen hayvanlar” arasına rahatça katabiliriz. Çünkü çok duyarlı bir hayvan olan ve insan dostu olarak bilinen at, kendisini sevmeyeni hiç sevmez, yoksa bir binek atı sırtına bineni neden yere savursun?

Şimdi görüyoruz ki içinde köpek sevgisi de yokmuş Sayın Başbakan’ın. Öyle ki “bunlar köpekleriyle yatarlar” diyerek yazılarına sinirlendiği bir köşe yazarını, Bekir Coşkun’u aklınca aşağılıyor. Ona göre köpek sevgisi, kişinin sevdiği köpeğiyle sarmaş dolaş yatma noktasına geldiğinde bir “aşağılama” aracı olabiliyor.

Sanıyorum Sayın Başbakan, kendisinin sevmediklerini başkalarının sevmesini, kendisinin yapmadıklarını başkalarının yapmasını, kendisinin yemediklerini başkasının yemesini, kendisinin içmediklerini başkalarının içmesini çok yadırgıyor. Kendi davranışlarını “ölçüt” olarak görüyor ve herkesin bu “ölçüt”e göre davranmasını istiyor, bekliyor.

Sayın Başbakan’a göre insanın sevgili kedisiyle, köpeğiyle sarmaş-dolaş olması anlaşılabilir olmaktan öte eleştirilmesi, işaret edilmesi gereken bir durum, bir ayıp. Aynı mantık onu içki içenleri “dünyayı içki şişesinden görenler” diye nitelemeye götürüyor.

***

Benim de kedilerim var, onların yatağımın bir köşesine ilişmeleri, başlarını göğsüme dayamaları beni mutlu ediyor. Eskiden Bella adında İskoç çoban bir köpeğim vardı, kolumu boynuna dolayıp uyurdum.

Arada bir içki içmekten de büyük keyif alıyorum.

Ama çevremde üzerinde yolsuzluk, üçkâğıtçılık şaibesi taşıyan hiç kimse yok; onları yanıma yaklaştırmıyorum, aynı çatı altında bulunmuyorum. Kediler, köpekler, atlar değil, ama böyle insanlar beni tiksindiriyor.

Bilmem anlatabiliyor muyum?


15 Şubat 2009 Pazar

KUMDAN ŞATOLAR - 15.02.2009


Çocukluğumun İstanbul’unun denizi şimdiki gibi taş yığınlarıyla çevrili değildi. O zamanlar kumsalları bol bir kentti İstanbul. Boğaz’da doğal ki değil, fakat Avrupa yakasında Cankurtaran-Yeşilköy, Anadolu yakasında da Kalamış-Kartal arası sayısız kumsalla doluydu. Yaz aylarında yüz binlerce İstanbulluyu denize çeken Florya, Suadiye, Caddebostan, Süreyya Paşa plajlarını bugün kim bilir kaç kişi anımsıyordur?

Plaj, biz çocuklar için yüzmek kadar kumda oynamak anlamına da gelirdi. Oyuncak çeşidinin bugünkü kadar zengin olmadığı, televizyonun, bilgisayarın bilinmediği eski zamanlarda hayatımız sokakta geçerdi. Çukurlu misket oynar, topaç çevirir, kendi yaptığımız tahta atlara binerdik. Kızlar ip atlar, sek sek oynardı. Asfaltta gazoz kapağı kaydırmaca, duvara iskambil kâğıdı çarpmaca gibi bugün bilinmeyen oyunlar icat ederdik.

***

Kumsal ise “kumdan şato” demekti. Şato sözcüğü belki abartma gibi gelebilir, fakat bu çocuklar arası yarışmacılığın ortaya çıkardığı bir kavramdı. Siz elde kova kürek mütevazı bir kumdan ev yaparken gözünüz biraz ötedeki çocuğun sizinkinin iki katı bir “konak” yaptığını gördüğünüzde hırslanır, onun yaptığının daha büyüğünü yapmaya koyulurdunuz. Bir sen, bir o, derken kocaman bir şato çıkardı ortaya.

Ne var ki yaptığınız hiçbir şatonun ömrü bir-iki saatten uzun olmazdı. Ya bir akranınız kıskançlığına gem vuramayıp şatonuzu tekmeler ya şatonuz dikkatsiz büyüklerin koşuşturmalarına kurban gider ya da beklenmedik bir dalga saatlerce uğraşarak ortaya çıkardığınız kumdan şatonuzu denize süpürürdü.

***

Bu yazı yukarıdaki minval üzerinde giden iddiasız bir pazar yazısı olacaktı. Arada bir benden bu tür yazılar yazarak soluklanmamı isteyen okurlarımın dileklerini de yerine getirmeyi düşünüyordum.

Olmadı.

Gözüm, odada açık duran fakat sesi kısık televizyonumun ekranının altından geçen bir habere ilişti. Ergenekon davasında mahkeme üç sanığın “daha” tahliyesine karar vermişti.

Duruşmalar ilerledikçe tahliye edilenlerin sayısının da artacağı görülüyordu. Ortaya insan hakları ihlali konusunda vahim bir durumun ortaya çıkacağı varsayımı somutlaşıyordu.

Ergenekon Davası ekranda geçen o yazıyı okurken kafamda yukarıda sözünü ettiğim “kumdan şatoları” çağrıştırdı.

Gerçeğin dalgası, kişilerin telefonlarını, iş ve yaşam mekânlarını dinleyerek düzenlenmiş raporların üzerine bina edilmiş davayı silip süpürüyordu. Dinci medyanın ve dinci medyadan nasiplenen sözde liberal köşe yazarlarının “maddi kanıt” diye söz ettikleri “kanıtlar” birbiri ardınca fos çıkıyordu.

Dava ilerledikçe ciddiyetini yitiriyordu. Bu Türkiye için hiç istenmeyen bir durumdu, çünkü ciddiyet yitimi ile birlikte davanın bir parçası olan silahlı-külahlı çetecilerin bu kez de paçayı kurtarmaları bir olasılık olarak belirmişti.

***

Oysa bu davanın amacı en yetkili ağızdan bir “Özel Harp dairesi işi” olduğu açıklanan 6/7 Eylül 1955 Olayları’ndan bu yana ülkeyi karıştıran, birçok faili meçhul cinayetin sorumlusu olan eli kanlı, gizli güçleri ortaya çıkarmak, suçluların yakasına yapışmak olmalıydı.

Ne yazık ki en olmayacak insanları “sanıklaştırarak” dava sulandırıldı. Acaba böyle olsun mu istendi?

Bilemiyorum.



11 Şubat 2009 Çarşamba

İŞTE AKP! İŞTE SOSYAL DEVLET! - 11.02.2009

Televizyon ekranındaki spiker, Tunceli’nin karlı sokaklarında sırtındaki çamaşır makinesiyle yoldan geçen birine adres soran o hamalın ne kadar hayırlı bir görevi yerine getirdiğini söylediğinde, “İşte,” dedim, “işte, sosyal devlet denen şey bu!”

O, sırtındaki ağır yükten dizleri titreyen hamal, kentin valilikçe saptanan üç küsur bin talihlisinden birine payına düşen “devlet armağanını” götürüyordu.

Tunceli’de insanlar günlerdir heyecan içindeydi. Valilikle Sosyal Yardımlaşma Ve Dayanışma Vakfı el ele, omuz omuza vermişler “sosyal talihlilere” buzdolabı, bulaşık makinesi, çamaşır makinesi, koltuk, kanepe ve yatak dağıtıyorlardı.

Bu, Türkiye’de başka illerin valiliklerince örnek alınması gereken bir ilkti. Nitekim aradan çok geçmeyecek, Kırklareli valiliği de harekete geçecekti. İlgililer kenti taramışlar, olağanüstü bir hızla görev bölgelerinde banyosu, tuvaleti olmayan ya da olup da kullanılamaz durumda olan 215 hane saptamışlardı. Sayın Vali mahallinde gerekli teftişi yapıp durumdan “şahsen ikna” olunca “Başlayın!” buyruğunu vermiş, ustalar derhal işe koyulmuşlardı.

***

Burası Türkiye, başında da AKP olduğundan bu “sosyal” işlerin tuhaf yanları da yok değildi tabii. Örneğin, payına bulaşık makinesi düşen talihli yoksullar, aygıtın kullanım kılavuzunu okuma yazması olan komşularına okuttuklarında şaşırmışlardı. Kılavuzda bulaşık makinesinin boş durumda çalıştırılmaması, aygıtın alım hacminin 72 parça olduğu ve buna dikkat edilmesi öneriliyordu.

Bu nasıl olacaktı? Hemen mutfağa koşmuşlar, tabak çanak, kap kacak ne varsa saymışlar, ama sayıyı tutturamamışlardı. Yaşadıkları derin düş kırıklığı bir aklı evvelin araya girmesiyle son bulmuş, aygıttaki eksikliği pet şişe, konserve kutusu gibi nesnelerle kapatma fikrini benimsemişlerdi.

Kırklareli’ndeki talihliler ise şimdi su bulma derdindeydiler. Pırıl pırıl banyoları, duşa kabinleri, rezervuarlı tuvaletleri olacaktı, fakat yıllardır belediye kapılarını aşındırmalarına rağmen evlerine şehir suyu bağlatmayı başaramamışlardı. Ama “mütevekkil” insanlardı, hamamı, helâyı veren elbet bir gün suyu da verirdi.

***

AKP’nin bu tür sosyal girişimleri karşısında paniğe kapılan muhalefet partileri ve “münafık matbuat” hemen saldırıya geçmişler, T.C. Anayasasında belirtilen “sosyal devlet” ilkesinin somut ifadesi olan bu çabalarla 29 Mart Seçimleri arasında ilişki kurma gayretine düşmüşlerdir. Beyaz eşya dağıtımı, hamam, helâ yapımı gibi sosyal faaliyetlerin “seçim rüşveti” gibi ahlak dışı bir davranışla nasıl bir ilgisi, nasıl bir rabıtası olabilir?

Bence bu gibi boş şeylerle uğraşmak yerine ne olup da AKP’nin sosyal faaliyetlerin bir anda bulgurdan bulaşık makinesine, makarnadan buzdolabına, kömürden yatak odası takımına sıçramasının nedenleri üzerinde durmak gerekmez mi?

Lütfen kabuğunuzu kırıp dünyaya bir bakın! Türkiye’den başka hangi ülkede valiler kamyonların “şoför mahalline” oturup kapı kapı kömür, hamallar sokak sokak dolaşıp beyaz eşya dağıtmaktadır?

Bu, Türkiye’nin 6 yıl gibi kısacık bir sürede az gelişmişlikten bir “refah devletine” dönüştüğünün göstergesi değil midir? İşte, muhalefetin ve münafık matbuatın anlayamadığı, görmek istemediği durum budur!

Aman efendim, işsizlik artıyormuş, tabii artacak! Millet yoksullaşıyormuş, tabii yoksullaşacak! İnsanlar çöplerden yiyecek topluyormuş, tabii toplayacaklar!

Tüm bunlar Türkiye’nin dünyanın 17. büyük ekonomisi olduğunun gözle görülen kanıtlardır. Türkiye, kapitalistleşerek kalkınmaktadır, bedeli budur, dolayısıyla kanıtlar bunlarla da sınırlı kalmayacak, fuhuş da, çocuk ölümleri de, sokak çocuklarının sayısı da artacaktır.

Millet yoksullaşıyormuş… İyi yani, yoksullaşmasın! Yoksullaşmasın da valiler, kamyoncular, hamallar işsiz kalsın? Öyle mi?


9 Şubat 2009 Pazartesi

CUMA, SAAT 10.53 - 08.02.2009

Cuma, saat 10.53. Eşim aradı Florence Nightingale Hastanesi’nden. Can dostum, “canım arkadaşım” bir daha dönmemecesine ayrılmış aramızdan. En beklenen ölümler bile çaresiz kılıyor insanı. İlk bulduğum koltuğa oturdum, düşünmeye başladım ne düşüneceğimi bilemeden. İçimden avazım çıktığı kadar bağırmak geldi; bir on gün içinde üçüncü ölüm bu. Önce Haydarpaşa Lisesi’nden sıra arkadaşım, tiyatrocu Nevzat Şenol, sonra değerli dostum, edebiyat ustası, sevgili ağabeyim Orhan Duru, şimdi de Prof. Dr. Türkel Minibaş.

***

Gözlerimi kapatıp Cihangir’e uzandım. 14 aralık 2008 doğum günüydü Türkel’in. Her yıl o günün akşamı evi dostlarıyla, sevenleriyle dolu olurdu. O akşam da öyleydi, ayakta durmak için bile olsa bir yer bulamayanlar sokağa taşmışlar, Susam Sokak’ın kaldırımlarında aralarında söyleşiyorlardı. O akşam orada olan herkes bu kutlama akşamının son buluşma olduğunu biliyordu.

Bir yılı aşkın bir süredir direniyordu Türkel, hiçbir şey olmamış, hiçbir şey olmuyor, olmayacak gibi hayata olağanüstü bir bağlılıkla Genel Başkan Yardımcısı olduğu Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği’ni, birbiri ardınca uç veren kardelenleri düşünüyor, gazete yazılarını, üniversitedeki derslerini aksatmıyor, o konferans senin, bu açık oturum benim koşuşturup duruyordu. Oysa tüm tıbbi desteğe karşılık kırk kilonun altına düşmüştü.

***

Özü gibi duruşu da sağlam bir direnç insanıydı Türkel. 1995-1999 yılları arasında İstanbul Menkul Kıymetler Borsası Başkanlık Danışmanlığı yaptığını bilenler para ekonomisini onun kadar iyi bilen bir bilim kadınının nasıl olup da “çok kazandıran” para piyasasında kendine bir yer tutmadığını merak ederlerdi.

O, yaşamak istediği hayatın sınırlarını kendi özgür istenciyle belirlemesini bilen, o sınırlar içinde var olmayı olabildiğince güzel, gelişmesini de verimli kılabilmek için büyük çaba gösteren bir insandı. En büyük desteği kendi emeği, kendi üretkenliğiydi. Özgüveni, insanı hayran bırakacak ölçüdeydi; çoğu insanın denese de altından kalkamayacağı ölçüde paylaşımcıydı.

Ödünsüz bir yurtseverdi. Gerekli gereksiz kimlik tanımlamalarına hacet bırakmadan sosyalistliği duruşundan, davranışlarından okunan tutarlı bir devrimciydi.

Kadınlığının bilincinde olan bir kadındı. İstanbul Üniversitesi’ndeki öğretim üyeliğinin yanı sıra aynı üniversitenin Kadın Sorunları Araştırma ve Uygulama Merkezi’nde müdür yardımcısı olarak görev yapıyordu.

Kalabalıklar karşısında konuşurken dinleyenlerin dikkatlerini üzerinde toplamasını bilen, en ciddi konularda bile anlattıklarına espriler katan mükemmel bir hatipti. Cumhuriyet okurlarına her biri bir ders birimi niteliğindeki köşe yazılarından söz etmeye gerek yok, eksikliğini her zaman duyacağımız iyi bir yazardı.

***

Bana kardeşten yakın bir dosttu. Özleyeceğim, arayacağım öyle çok yönü var ki; “en çok” diye soracak olursanız “cerbezesini” derim. Üzerine müthiş güzel oturan o haklı hırçınlıklarını, haksızlıklar karşısındaki ödünsüzlüğünü, hak arayışlarındaki kararlılığını, bana “canım arkadaşım” derken kısılan o maviş gözlerini ve engin sevgisini…

Bugün günlerden Cuma, saat 10.53. Türkel Minibaş sonsuzluğa göçtü.

Pazar günü Cunda’da toprağa verilecek. Üzerine hep yıldızlar yağacak.

Biliyorum.



1 Şubat 2009 Pazar

150 MİLYARA NE OLDU? - 01.02.2009

Bu soru CHP İstanbul Büyükşehir Başkan adayı Kemal Kılıçdaroğlu’nun; AKP’ye ve İstanbul’un AKP’li başkanı Kadir Topbaş’a yöneltiyor. Bir maliye müfettişine yaraşır titizlikle oturmuş, Recep Tayyip Erdoğan’dan başlayarak son 15 yılda büyükşehir belediyesince “İstanbul için” harcanan toplam parayı hesaplamış, bugünkü kur itibariyle 243 milyar TL’yi bulan 150 milyar dolar sayısına ulaşmış. Uluslararası Para Fonu (IMF) yapılan uzun görüşmelerin parasal çerçevesinin 20-25 milyar dolar olduğu düşünülecek olursa “İstanbul için” yapılan 15 yıllık harcama tutarının önemi anlaşılmaktadır.

Farklı örgütsel adlar altında İstanbul’da yerel iktidar olan siyasal İslamcı belediyeler günümüz AKP’sinin ekonomi kurmaylarının “eğer verirse ülke ekonomisini biraz daha su üzerinde tutarız” umuduyla kapısını aşındırdıkları IMF’den almaya çabaladıkları paranın yaklaşık yedi katıdır. Sayın Kılıçdaroğlu’nun sorusunun mutlaka yanıtlanması gerekmektedir.

Bizi bu yazının kapsamında ilgilendiren ise soruya verilecek olası yanıtın bir başka yönüdür.

***

Söz konusu 150 milyar doların üçte biri olan 50 milyar dolar hizmetleri karşılığı olarak yüklenici firmalara kâr olarak dağıtılmıştır. Bir başka bakışla 15 yıl içinde birtakım özel kişi ve kuruluşlarının kasalarına transfer edilen bu para, AKP hükümetinin Türkiye’yi içinde bulunduğu derin ekonomik krizden çekip çıkarmak için IMF’den almayı düşlediği kredi tutarının iki katıdır.

Kısacası; siyasal İslamcı İstanbul yerel iktidarları hizmet aldıkları özel kişi ve kuruluşlara –eski parayla- yaklaşık 80 katrilyon TL dağıtmışlardır.

Bu para çok büyük çoğunlukla siyasal İslam’a yandaş ya da yakın firmalara verilmiştir.

Bu parayla siyasal İslamcı yeni bir zengin kesim yaratılmış ya da var olan siyasal İslamcı zenginler daha da zenginleştirilmiştir.

AKP’li yerel yönetimler tarafından yaratılan ya da semirtilen bu “mümin zenginler kesimi”, Anayasa Mahkemesi tarafından “laiklik karşıtı eylemlerin odağı olduğu” tescil edilen AKP’nin ekonomik gücünü oluşturmaktadır.

Bu kesim, taşeronluk yoluyla kendisine bağlı alt zenginler yaratmakta, bu alt zenginler de bir süre sonra belli bir semirme düzeyine erişip bir üste atlamaktadırlar. Bu, siyasal İslamcı zenginliğin kendi kendini yeniden ürettiği özgün bir süreçtir. Özü kapitalisttir, yarattığı sınıf da İslamcı burjuvazidir.

***

Bu süreç yalnızca İstanbul’a özel değildir, tüm AKP’li belediyelerde başarıyla işletilmektedir. Bu bilinince görsel, yazılı ve işitsel ulusal ya da yerel medyada siyasal İslam’ın giderek ağırlık kazanmasının rastlantısal olmadığı, tam tersine merkezi bir stratejinin bir uygulaması olduğu görülecektir.

Sürekli yeni gündemler oluşturularak toplumun dikkati dağıtılmakta, bu arada da ülkeyi dincileştirme süreci hızlandırılmaktadır.

Salt bu nedenle bile 29 mart yerel seçimleri büyük önem taşımaktadır. Seçimler sonucunda AKP’nin elinden kurtarılacak her kent, her ilçe, her belde ülkenin ve toplumun geneli için yaşamsal değerdedir.

Unutulmasın ki kaçıp giden trene arkasından koşarak yetişmek olanaksızdır.

İş işten geçirilmemelidir.

***

Sayın Kemal Kılıçdaroğlu İstanbul için bir umuttur, bu umudun yeşertilmesi gerekir. Bu arada Sayın Kadir Topbaş’a bir sorum olacak: Karaköy’de batan koca Kadıköy iskelesi ne oldu, sahi? Soruşturma olacaktı, bitti mi, bir sonuca varıldı mı? Sorumlular ortaya çıkarıldı mı?

Bir öğrensek!

---------------------------------------

Okur Yorumları:

debelen.. debelen.. camur atma yarisinda debelen.. istanbulu kazandiniz kazaniyorsunuz.. guneside, batidan dogurtmayi unutma.. oda, sart.. haydi, isin cok.. anca gidersin..

Adnan Soysal, 02.02.2009

----

TESEKKURLER

Sayın Burku, 02.02.2009

----

:)) sözlerime gülerek başlıyorum şu dönemde kemal kılıçdaroğluna güldüğüm gibi.yazık kendini nasıl harcattını göremez durumda.oda yok olup gidicek mustafa sarıgül,mustafa koç vb gibi 30 mart sabahı.son günlerde sizinde yazıda yazdınız gibi 150 milyar doların hesabını soruyo.merak etmesin istanbul halkı 30 mart sabahı ona en güzel cevabı vereceğine inanıyorum.tak taraflı şovmenlik ve yazarlık olmaz nerde 150 milyar dolar diyene kadar yeniden aday gösterdiniz sefa sirmenin 4.5 milyar dolara yaptığı barajında hesabını bi sorsanız ne iyi olur hani istanbula burası su verecekti diye ama nerde.istanbula yapılan yatırımları eğer yukardan göremiyorsanız yerin altına inmenizi tavsiye ederim.inanın çoookk şaşıracaksınız.ama onada bi kulp bulur bu chp zihniyeti :) erdoğanın bi lafı var ne kadar da haklı şu istanbulda bi dikili ağacınızı gösterinde ziyaret edelim diye.aslında vardı kötü hava,susuzluk,çöp yığınları,çeşmelerden çamur akmalar asfaltsız çamurlu yollar daha saymaya gerek varmı bilmiyorum :)) artık türkiye halkı uyandı bu işler lafla olmuyo artık çalışmak lazım hizmet etmek lazım kapı kapı dolaşmak lazım gezmek lazım görmek lazım.bu sizin taraflarda olmayan bişey bunu yaptınız an inanın kazanırsınız ama bayağı bi zaman lazım sizleree şimdiden kolay gelsinn :))

Kemal Çilesiz, 02.02.2009

----

Sayın Deniz Kavukçuoğlu ,

Köşe yazınız okudum, çok iyi yorumladığınız için, sizi kutlar, teşekkür ederim. Halen umutlarımı yitirmedim. Gerçek Atatürkcüler var olduğu müddetçe bu vatan emparyalistlere yem olmayacaktır. İşte biz Attürkçülerin bu vatan için çok çalışması gerekir. Halkımızın çoğu malesef bilgisiz ve duygusal, onun için çok dikatli olmak ve onlara verilecek mesajlar da onların yararına yapılacak olan işleri anlatmak gerekmektedir. Bu insanlara değer verip, beğenilerini kaznmak gerek

Saygılar

İsmail KALKAN, 02.02.2009