28 Ocak 2009 Çarşamba

TOPLUM PARANOYAKLAŞIYOR - 28.01.2009

Yıllar önce güney Portekiz’de, Algavre’de 68’li gençlik arkadaşım José de Sousa ile Sarges kıyılarında dolaşırken, o bir an durmuş, bana, “Biliyor musun,” demişti, “çok değil, daha on yıl önce böyle ıssız yerlerde bile insanlar birbirleriyle yüksek sesle konuşmaktan çekinirlerdi.” Sonra da yüzümdeki anlamaz ifadeyi görünce, Salazar, 42 yıllık diktatörlüğünü halkın bir yarısını, öbür yarısını gizli servise jurnallemek üzere muhbirleştirerek sürdürmeyi başarmıştı, eşler bile birbirlerini ihbar eder olmuşlardı” diye ekleyerek bir açıklama yapma gereksinimi duymuştu.

İki gün önce Kadıköy-Karaköy vapurunda tanık olduğum görüntüler bende José’den dinlediğim diktatörlük Portekiz’ini çağrıştırmıştı. İnsanlar şakalaşmıyorlar, gülmüyorlar, birbirleriyle konuşmuyorlar, fısıldaşır gibi konuşan birkaç kişi de konuşurken, konuştukları başkaları tarafından anlaşılmasın diye elleriyle ağızlarını kapatıyorlardı.

Çoğumuz, dinleniriz korkusuyla telefonlaşmaktan korkar olmuştuk. Çünkü çok sayıda insanın telefonlarının dinlendiği, dinlenen telefon konuşmalarının dökümünün yapılıp bir gün kullanılmak üzere bir yerlerde saklandığı bir gerçekti.

***

“Hukukun üstünlüğü”nden gereğinden çok söz edildiği ülkemizde bir suç olasılığı durumunda sanık olduğu düşünülen kişi, hakkındaki “suç delilleri” toplanmadan gözaltına alınmakta hatta tutuklanmakta, delillerin toplanma aşamasına daha sonra geçilmektedir. Delilleri karartabileceği gerekçesiyle sanık haftalarca, aylarca tutuklu kalmakta, delil yetersizliğinden serbest bırakıldığında ise özgürlüğünden yoksun geçirdiği günler, haftalar, aylar yanına kar kalmaktadır. Bunun adı “yargısız infaz”dır; evrensel hukuk anlayışıyla da, insan haklarıyla bağdaşabilir bir yanı yoktur.

Ergenekon Davası bu duruma somut bir örnektir.

Davanın silahlı-bombalı çeteci yanına aklı başında hiçbir insanın itirazı yoktur; dava hızla sonuçlandırılmalı, suçlular hak ettikleri cezalara çarptırılmalıdır. Davanın bu yanının genişletilip derinleştirilmesine de itiraz edilmemektedir, tam tersine 6 Eylül 1955 günü Atatürk’ün Selanik’teki evine bomba atılmasından bu yana gerçekleştirilen tüm “derin devlet operasyonları” açıklığa kavuşturulmalı, devlet içindeki yerine bakılmaksızın her suçlu cezasını çekmelidir.

Ne var ki Ergenekon, bu amaçla açılmış bir dava izlenimi vermemektedir.

***

Davanın, silahlı-bombalı oldukları savlanan sanıkları dışında kalan tutuklularının aleyhindeki deliller, çok büyük ölçüde telefon kayıtlarına dayanmaktadır. İddianame dikkatle okunduğunda kullanılan telefon kayıtlarının çoğunlukla kırpılmış görüşme kesitleri olduğu görülmektedir. Sanığın yaptığı söylenen konuşma kayıtları kendisinde olmadığı gibi ne zaman olduğu çoğu zaman bilinmeyen, eskilerde kalmış bir telefon görüşmesini anımsaması da kolay değildir. Dolayısıyla bu tür kayıtlar sanıkların aleyhine olarak her türlü manipülasyona açıktır. İlk dinleyenden başlayarak bu kayıtlar üzerinde kolayca oynanabilir, başı sonu kesilerek amaca uygun olarak ortadan alınmış tek bir cümle bile sırasında “önemli” bir delile dönüştürebilir.

Dolayısıyla Ergenekon Davası yargıcının bile telefonlarının dinlenme olasılığını hesaba kattığı bu “dehşet” ortamında toplumun paranoyaklaşması doğaldır.

Yaratılan bu ortamda kimin başına ne zaman ne geleceği bilinmemektedir. Herkes herkese kuşkuyla bakmakta, insanlar suskunlaşmaktadır.

Hiç kuşku yok ki suskun toplumlar otoriterleşme eğilimindeki siyasi yapılanmalar açısından arzulanan, öyle olması çeşitli çaba ve önemlerle desteklenen “işe yarar”, “kullanımı kolay” bir malzemedir.

Öte yandan toplumun suskunlaşmasının bir süreç olduğunun, bu sürecin diyalektik gelişme içinde mutlaka bir patlamayla sonuçlanacağının da bilinmesi gerekir.

Dileriz, bilmesi gerekenler bir an önce bilirler, öğrenirler.

25 Ocak 2009 Pazar

“GÜZ SANCISI”NDAN HUKUK SANCISINA - 25.01.2009

Yılmaz Karakoyunlu’nun “Güz Sancısı” romanından yönetmen Tomris Giritlioğlu tarafından sinemaya uyarlanan aynı addaki film geçen hafta vizyona girdi. Henüz filmi görmedim, fakat görenler övüyorlar. Bir aşk öyküsüyle de renklendirilmiş filmin 6-7 Eylül 1955 günlerinde yaşanan olayları mükemmele yakın bir gerçeklikte yansıttığı söyleniyor.

“6-7 Eylül” bizim yakın tarihimizde, özellikle de İstanbullular için çok önemli bir olaydır; İstanbulluların yüreklerinde derin ve bugüne kadar kapanmayan yaralar açmıştır.

Çok yazılıp söylenmiştir, ama bir not da biz düşelim: O iki günde Milli Eğitim Bakanlığının resmi verilerine göre, İstanbul’da ilk, orta ve lise derecesinde 32 Rum ve 8 Ermeni okulu tahrip edilmişti. İstanbul’da mevcut olan 74 kilisenin 70’i yakılıp yıkılmıştı. Kiliseler dışında bir Havra, 8 Ayazma, 2 Manastır, 3 bin 584’ü Rumlara diğeri Ermeni ve Musevilere ait 5 bin 538 gayrimenkul tamamen yakılıp yıkılmış, içindeki mal ve eşya yağmalanmıştı. Olaylar salt İstanbul ile sınırlı değildi;
İzmir’de Yunan konsolosluğu ile Fuardaki Yunan pavyonu ve Yunan kilisesi tamamen yakılmış, sahildeki iki Rum motoru batırılmıştı. Olaylarda 3 Rum canını yitirmiş, bir Ortodoks papazı zorla sünnet edilmişti. Olaylarda iş öylesine çığırından çıkmıştı ki o dönem Demokrat Parti milletvekili olan Rum kökenli Aleksandros Haçopulos’un evi bile yağmalanmıştı.

***

6-7 Eylül Olayları devlet tarafından planlanmış, “derin devlet” tarafından yürütülmüş bir harekâttı. Gerçeği karartmak amacıyla önce bir “komünist girişimi” olarak gösterilip Aziz Nesin, Hasan İzzettin Dinamo, Müeyyet Boratav, Kemal Tahir, Asım Bezirci, Hulusi Dosdoğru ve daha birçok solcu aydın tutuklanmıştı. Sanıklar Harbiye hücrelerinde aylarca yattıktan sonra Sıkıyönetim Mahkemesi’ne çıkarılmışlar, fakat tüm çabalara rağmen aleyhlerinde yeterince delil imal edilemediğinden serbest bırakılmışlardı.

27 Mayıs 1960 Devrimi’nden sonra Yassıada’da kurulan Yüksek Adalet Divanı’nda başta Başbakan Adnan Menderes olmak üzere 11 Demokrat Parti yetkilisi 6-7 Eylül olayları nedeniyle de yargılanmışlardır.

Anımsayalım: Bu olaylar, 6 Eylül günü DP’li Mithat Perin’in sahibi olduğu İstanbul Ekspres Gazetesi’nin saat 16.00 civarında satışa çıkan 2. Baskısında manşetten verilen Gökşin Sipahioğlu’nun, “Selanik’te Atatürk’ün evine bomba atıldı!” haberi üzerine başlamıştı. Bu bir işaretti; bu işaretle birlikte daha önce İstanbul’un çevresindeki varoşlarda örgütlenen başıbozuk kitleler harekete geçirilmiş, bu tür işler için “derin devlet” tarafından kurdurulmuş birtakım derneklerin yöneticileri tarafından Rum ev ve işyerlerinin yoğun olarak bulundukları bölgelere yönlendirilmişti. Çekiçli, kazmalı, balyozlu kalabalıkların işi çok kolaydı, çünkü yakıp yıkacakları yapılar, evler, mağazalar, dükkânlar önceden işaretlenmişti.

6 ve 7 Eylül 1955 toplumumuzun alnına devlet tarafından çalınmış kara bir utanç lekesidir.

***

Aradan yıllar geçecek, Emekli Orgeneral Sabri Yirmibeşoğlu, Tempo Dergisi’nin 9-15 haziran 1991 tarihli 24. Sayısında Fatih Güllapoğlu ile yaptığı bir söyleşide “6-7 Eylül bir Özel Harp işiydi, ve muhteşem bir örgütlenmeydi, başarıya da ulaştı,” diyerek derin devletin hakkını teslim edecektir. Bu örgütlenme çerçevesinde Atatürk’ün Selanik’teki evine bomba atan o zamanki Türk genci ve şimdiki yüksek bürokratın adı da bellidir, en az 37 kaynakta belirtilmiş, hatta olay sonrasında Yunanistan’da yargılanıp mahkûm olmuştur.

Ne yazık ki biz adını yazamıyoruz, daha önce bir kez yazdık, bize 1.5 milyar TL tazminata mal oldu, çünkü bu zat Yassıada’daki o temyizi olmayan “olağanüstü” mahkemede aklanmış bir kez! Yaşadığımız şu Ergenekon günlerinde aklıma bir soru takılıyor: Suçluları koruyan bu sancılı hukuk düzeninde “derin devlet”e ulaşmak olası mı?

------------

Okur Yorumu:

Rahatsız ettiğim için özür dilerim. Bugünkü yazınızda (fakat görenler

övüyorlar) açıklaması beni çok üzdü. Filmin senaryosunu yazan Ethem Mahcupyan, namı diğer ikinci cuhuriyetçi. Filimde, EOKA ÖRGÜTÜ YOK, Türklerin kılına da dokunulmuyor. Olaylar yapanlar da sadece ünüversite öğrencileri. Bukadar yanlı olan bir filmi nasıl beğenmişler .anlayamadım. saygılarımla ,

Seçuk Kayatunç, 25.01.2009

-------------

hay aalh.. yine halk dusmani, darbeci memur avukatligi yapcam diye gulu gulu dansindamisin.. debelene dur..

Adnan Soysal, 26.01.2009


20 Ocak 2009 Salı

TEMİZ TOPLUM YADA KOYUNLARIN SESSİZLİĞİ - 21.01.2009

Türkiye’de halk arasında “bu memlekette devletin haberdar olmadığı hiçbir şey yapılmaz” söylemiyle özetlenen yaygın bir kanı vardır. Nitekim bu yaygın kanının hiç de yersiz olmadığını Hrant Dink’in katlinden bu yana geçen iki yıl içinde karşılaştığımız somut örneklerde gördük. Ve anladık ki öldürülmezden bir yıl önce onun bir cinayete kurban gideceği resmi makamlara bildirilmiş; üstelik bildiren de bildirilen makam da belliymiş, fakat hiçbir önlem alınmamış, bu cinayet işlenmesin diye hiçbir şey yapılmamış. İnsanda ister istemez, “bu cinayete bilerek göz yumulmuş”, dolayısıyla “bu cinayet istenmiş” diye bir kanı oluşuyor. İşin başka bir tuhaf bir yanı da insanda göz yumulmuş kanısı uyandıran bu cinayetin aynı dönemde alevlenen Ergenekon soruşturması kapsamına alınmamış olmasıdır.

Toplum, Ergenekon mademki “derin devlet”e yönelik, o halde bu cinayetin de o kapsamda ele alınması gerekmez mi, diye soruyor. Ya da olay o kadar yüzeyde ve o kadar göz önünde ki Ergenekon ile ilişkilendirilemiyor. Eğer öyleyse suçlular neden Ergenekon’dan bağımsız bir davada yargılanıp cezalandırılmıyorlar? Yoksa bu ülkede devlet görevlilerinin göz göre göre işlenen bir cinayet karşısında sessiz kalmaları, bu cinayetin işleneceğini önceden bildikleri halde hiçbir önlem almamaları suç oluşturmuyor mu?

Ergenekon konusunda esip gürleyen Sayın Başbakan’ın, Sayın Adalet Bakanı’nın bu konuda da bir çift söz söylemesi gerekmez mi?

Bunu beklemek bizim hakkımız değil mi?

***

Sayın Başbakan, kulağına kim fısıldamışsa, son günlerde, 1990’lı yıllarda İtalya’yı ayağa kaldıran “Temiz Eller Operasyonu” ile Ergenekon’u karşılaştırıyor. Oysa ikisinin benzer hiçbir yanı yok; Bettino Craxi, Giulio Andreotti gibi ünlü İtalyan politikacılarının ülkeyi terk etmelerine, cezaevlerini boylamalarına yol açan ve savcı Antonio di Pietro tarafından yürütülen “Temiz Eller Operasyonu” ekonomideki yolsuzlukları ortaya çıkarmak için gerçekleştirilmişti.

Dileriz Sayın Başbakan’ın dil sürçmesi hayırlara vesile olur, Türkiye’de de benzer bir operasyon gerçekleştirilir. Başta Deniz Feneri gibi yeşil bataklıklar kurutulur, toplum kendisini soyan dolandırıcılardan, hırsızlardan, uğursuzlardan kurtarılır. Doğal ki bu türden bir girişim her şeyden önce milletvekili dokunulmazlıklarının kaldırılmasını gerektiriyor. Ama niye olmasın? Bu ülkenin insanları da İtalya’daki gibi temizlenmiş bir ülkede yaşamaya layık değiller mi? Bir bakmışız, Sayın Başbakan da bizim gibi düşünmeye başlamış! Tanrı aşkına “Yok yahu,” falan demeyin n’olur, izin verin, bir kerecik olsun bu fakir de hayal ettiğince yaşasın!

Sayın Başbakan’ın sözünü etmek istediği NATO ilişkisi çerçevesinde “komünist bir ayaklanma olasılığına karşı” devlet tarafından devlet içinde yuvalandırılmış, “Gladio” diye anılan özel/gizli bir örgüttür. Ne var ki bu örgüt bir dönem sonra zıvanadan çıkmış, giderek derinleşerek, resmi devletten bağımsız hareket eder olmuştu. 1972 yılında Pateano kentinde girişilen bir suikast eylemi 3 jandarmanın ölümüyle sonuçlanmış, yapılan soruşturma, aşırı sağın üstlendiği bu eylemde, bir gizli servise ait patlayıcıların kullanıldığını ortaya koymuştu. Derinleştirilen soruşturma Gladio’nun varlığını da ortaya çıkarmıştı. Bu soruşturmayı yürüten savcı Felice Casson daha sonra seçildiği Senato’da da bu işin takipçisi olmuş, İtalyan “derin devleti” 1990’lı yıllarda dağıtılmıştı.

***

Doğal ki silahlı-külahlı derin devletten de, hırsız-uğursuzlardan da arınmış bir ülkede yaşamak isteyen yurttaşların mutlaka ve mutlaka yurttaşlık bilincine sahip olmaları, haklarına sahip çıkmaları gerekiyor. Eğer bu bilinç oluşmazsa sermaye devleti “koyunların sessizliği” içindeki insanlara koyun muamelesi yapar. İnsanlar, Tuncay Güney-Caytun Kuzey falan derken mışıl mışıl uyutulurlar. Hiçbir şey değişmez. Dünya yine uyanıklara kalır. Kalmasın!


17 Ocak 2009 Cumartesi

YAZMAK İSTEYİP DE YAZAMAMAK - 18.01.2009

Sıkça karşılaştığımı söyleyemem ama bugün ne yazacağımı bilemediğim günlerden biri. İki saattir bilgisayarımın başındayım fakat aklıma bir türlü yazmaya değer bir konu gelmiyor. Belki esinlenebilirim umuduyla gazetelerin köşelerine göz atıyorum, oralardan da bir şey çıkmıyor. Aylardır gündemin ilk iki sırasını oluşturan “ekonomik kriz” ve “Ergenekon” üzerine binlerce yazı yazılmış, neredeyse tüketilmiş.

“Neredeyse” diyorum, çünkü her iki konunun da yorumlara neden olacak ölçüde kendilerini yeniden üretme durumları var, fakat bunlar ne kadar ciddiye alınabilir, durup düşünmek gerekiyor. Sözgelimi, Tuncay Güney adlı psikopat! Ciddiye alınıp söyledikleri üzerine yazı yazılabilir mi? Bakırköy’de, Manisa’da bunlardan yüzlercesi var sırtlarına deli gömleği giydirilmiş, ne yapalım, devlet televizyonu TRT bu zavallıyı ciddiye aldı diye biz de mi ciddiye alalım? Hem bu son zamanlarda şirazesinden iyice çıkmış TRT’yi de ciddiye almak olmaz mı?

İpin ucunun kaçtığı konularda kalem oynatmak gerçekten zor, hele Ergenekon gibi bir husumet, öç, intikam saldırısına dönüştüğü izlenimi veren konularda daha da zor.

***

Cengiz Çandar’ın dünkü Referans’ta yayımlanan “Korku Cumhuriyeti” başlıklı yazısına bakıyorum. Biliyorsunuz, Çandar, sonradan nadim olmuş, doğru yolu bulup Turgut Özal’ın kanatları arasında semirtilmiş eski bir Marksist’tir. ’Korku Cumhuriyeti’ yanıltması, Ergenekon avukatlığının en çarpıcı savunma metni, Ergenekon mağdurlarına yani Türkiye halkına, Türkiye demokrasisine, Türkiye’de demokrasi mücadelesine yöneltilen en etkileyici saldırı söylemi haline getirildi,” dedikten sonra baklayı ağzından çıkarıyor, “Usul, esası yok edemez; gözlerden kaçıramaz.”

Bu nasıl bir demokrasi anlayışı ise bir terör örgütü soruşturmasını bahane edip ne kadar muhalifin varsa iteleye kakalaya gözaltına alacaksın, gözdağı verdikten sonra salıvereceksin. Bu arada yandaş medya çığlık çığlığa sonradan salıverilecek masum kişileri terörle, teröristlerle ilişkilendirip yaftalayacak!

Merak ediyorum, sanırım sizler de merak ediyorsunuzdur, metruk gecekondularda, boş yazlık evlerde, apartman dairelerinde, bahçelerde, ormanlıkta depolanan el bombalarının, tüfeklerin, lav silahlarının, UZİ’lerin, mermilerin vb mühimmatın sahiplerini ya da Ergenekon’un Susurluk’a uzanan uzantılarını ya da bir darbeye zemin oluşturacak ‘sabotaj planlarının planlayıcılarını’ kim, kimler savunuyor? Böyle birileri var mı? Cengiz Çandar ve onun gibiler bu tür yazılarla, söylemlerle kimi, kimleri göstermek istiyorlar? En azından bir iki ad vermeleri gerekmez mi? Oysa ne ad veriyorlar ne de bir adres gösteriyorlar.

***

Bizim liberaller bir tuhaf yaratıklar; liberalizmlerini biraz kaşıyacak oluyorsunuz, faşistoizm görünmeye başlıyor. Seçkinci bir faşistoizm bunlarınki, yoksa “usul esası yok edemez” mantığının kökünü nereye bağlayacaksınız? Bu mantıkla bütün işkenceleri, kıyımları, cinayetleri meşru gösterebilir, örneğinde “cezaevlerinde disiplin esastır” deyip Bayrampaşa’daki siyasi mahkûm katliamını meşru kabul edebilirsiniz.

“Esas olan davanın selametidir” deyip ifade sırasında sanıklara yapılacak işkenceleri meşru ilan edilebilirsiniz. Aynı mantıkla Güneydoğu’da olağan üstü hal ilan edip her Allah’ın günü ev baskınları düzenleyebilir, hatta “esas olan vatanın dirliğidir” deyip yargısız infazları alkışlayabilirsiniz.

Demokrasinin dibine kibrit suyu döken bu mantıktır.

Bizim liberaller de gele gele bu noktaya gelmişlerdir.

Tanrı bizi liberallerden korusun!

-------------------

Okur Yorumu:

allahin halk dusmani, darbeci memur avukati.. bok deligine atilmis komunizmi cikarip cilaliyomusun? cilala cilala.. belki alan olur

Adnan Soysal, 19.01.2009




13 Ocak 2009 Salı

ADANA’DAN ESİNTİLER - 14.01.209

2. Çukurova Kitap Fuarı nedeniyle birkaç gündür Adana’dayım. “Tebdili mekânda ferahlık vardır” denir ya, insan geçici bir süreliğine bile olsa geldiği kente alışmaya çalışırken, yeni insanlarla tanışırken kafasındaki dikkat yoğunluğu da farklılaşıyor.

Adana ilginç bir kent, Adanalılık da bulaşıcı bir özellik, buraya ayak basar basmaz kent sizi öyle bir kavrıyor ki nasıl olduğunun farkına varmaksızın hızla Adanalılaşmaya başlıyorsunuz. Örneğin, İstanbul’dayken aklımın ucuna bile gelmezken beş gündür öğle-akşam “acılı Adana” yiyorum, hele dostlarla birlikte olunca başlı başına bir muhabbet odağı oluyor mübarek.

Bu arada bir zeytinyağı ve zeytinyağlı dostu olan sevgili Doğan Hızlan’ın orijinal Adana’yı geri çevirmemekle birlikte “tavuk Adana” diye yeni bir damak tadı keşfettiğini de buraya bir not olarak düşüyorum.

***

Kitap fuarlarının hoş bir yanı da yazı alanında uğraş veren dostların buluşmalarına güzel bir ortam hazırlaması. Fürüzan, Ataol Behramoğlu, Sevgi Özel, Banu Avar, Ahmet Ümit, Ali Nesin, Server Tanilli, Vural Savaş, Ümit Zileli, Deniz Som, Şükran Soner, Sennur Sezer, Adnan Özyalçıner, Üstün Akmen, Işık Öğütçü, Nur İçözü, Gülsüm Cengiz, Mavisel Yener, Bilgin Adalı ve Uykusuz Dergisi çizerleri fuarın ilk üç günü Adana’daydılar.

Fuarın yıldızı ise Türk edebiyatına 126 yapıt kazandırmış olan gülmece ve çocuk kitapları yazarı Muzaffer İzgü. 2. Çukurova Kitap Fuarı’nın “Onur Konuğu” seçilen ustaya açılış töreninde TÜYAP tarafından bir plaket sunuldu ve aynı akşam onuruna düzenlenen yemekte yaptığı hayat dersi içerikli konuşmasıyla tüm dinleyenleri heyecanlandırdı.

Fuarın ilk üç günü geriye kalan altı günün de başarılı geçeceğini gösteriyor. Sanırım fuara gelen toplam kitapsever sayısı bu yıl 200 bini aşacak. 186 yayınevinin katılımıyla gerçekleşen ve bu açıdan İstanbul dışı fuarlarda bir “rekor” sayılan bu hızlı büyümede yayınevlerinin yanı sıra ellerindeki tüm olanakları seferber eden Adana Valisi Sayın İlhan Atış ile Adana Büyükşehir Belediye Başkanı Sayın Aytaç Durak’ın da önemli katkıları var.

Adana’nın güçlü yerel basınının da bu yöndeki çabalarını göz ardı etmemek gerekiyor.

***

“Acılı Adana”, edebiyat, dost buluşmaları gibi güzellikler bir yana burada da insanların başlıca gündem konusu doğal ki Ergenekon. Ankara kazıldıkça ortaya çıkan silahlar, cephanelikler insanları haklı olarak korkutuyor. Ortak düşünce Ergenekon’un bu yanının doğrudan doğruya Susurluk’la bağıntılı olması; o zaman yapılan soruşturmalar bir avuç tetikçiyle sınırlandırılmayıp derinleştirilerek, gerçek suçlular ortaya çıkarılsaydı bugünlere gelinmezdi, diye düşünülüyor.

Ergenekon’un ikinci yanı ise hiç kimseye inandırıcı gelmiyor. İnsanlar, bilim adamlarının, yüksek rütbeli emekli generallerin, hukukçuların evlerinin aranmasına, gözaltına alınmalarına bir anlam veremiyorlar. Bunu muhalif seslerin kesilmesine yönelik yaptırımlar olarak görüyorlar, bu kişilerin daha sonra gözaltından salıverilmeleri, soruşturma kapsamından çıkarılmaları onların bu görüşünü onaylıyor.

Doğal ki Türkiye’nin her yanında olduğu gibi burada da liberal şapkalarının altında faşistoid beyin taşıyan aymazlar var; bunlara kalsa Türkiye’de kendileri gibi düşünmeyen herkes bir kulp takılıp içeri tıkılmalı, sesleri kesilmeli ki, meydan kendilerine kalsın, yalnızca onlar konuşsunlar.

***

“Umut:Sosyalizm” adlı kitabımın geçen hafta Literatür Yayıncılık’tan çıktığını ilgilenen okurlarıma duyururum. Adanalı okurlarım beni Fuar Alanında Can Yayınları ya da Literatür Yayıncılık standlarında bulabilirler.

TÜRKİYE MANZARALARI - 11.01.2009

Bu yazının yazıldığı dün öğle saatlerine kadar aranan, “Yeşil” kod adlı Mahmut Yıldırım’a ve MİT çalışanı Tarık Ümit’e ait oldukları söylenen cesetler bulunamamıştı. Yine söylendiğine göre bilinmeyen birileri, nedeni bilinmeyen bir “hesaplaşma” sonucu bu kişileri öldürmüş, cesetleri Ankara-Gölbaşı’ndaki ağaçlıkta ağaç diplerine gömmüştü. Şimdi güvenlik güçleri, uzmanlar o ağaçlıktaki ağaç diplerini kazıyorlar, ceset arıyorlardı. Daha önce de aynı yerde yapılan kazılarda birilerinin toprağa gömdüğü lav ve suikast silahlarıyla el bombaları, mermiler bulunmuştu.

Bizler için toprağı kazıyarak ceset aramak tanıdık bir Türkiye manzarasıydı; birkaç yıl önce de İstanbul’un çeşitli yerlerinde kazılar yapılarak silahlı İslami bir örgüt olan İBDA-C’nin “infaz” ettiği çeşitli kişilerin domuz bağıyla bağlı durumdaki cesetleri çıkartılmış, konu günlerce gazete manşetlerinden inmemişti.

***

İnsanları heyecandan heyecana, korkudan korkuya, umutsuzluktan umutsuzluğa düşüren olaylar dönen bir sinema filmi hızıyla değişiyordu.

Daha birkaç hafta öncesine kadar küresel krizin ülkemizde yol açtığı derin sarsıntıların heyecanıyla yaşıyorduk; kapanan fabrikalar, kepek indiren dükkânlar, yüz binlerle ifade edilen yeni işsizler bizi korkutuyordu. Geleceğimiz için endişeliydik. İşçiler sokaklara dökülmüş, haklarını arıyorlardı.

Güneydoğu’da bir türlü kökü kazınamayan terör belası yeni canlar almaya devam ediyordu. Yiten can sayısı 40 bine yaklaşmıştı. Ardı kesilmeyen şehit cenazeleri yüreğimizi dağlıyordu. Türk Silahlı Kuvvetlerine ait uçaklar arada bir sorti yapıp Irak’taki PKK mevzilerini vuruyorlar, her defasında heyecandan yüreğimiz ağzımıza geliyordu. Türkiye’nin dört bir yanında suikast hazırlığı içindeki canlı bombalar yakalandıkça içimizdeki korkular biraz daha artıyordu.

***

Derken İsrail-Hamas çatışmasıyla sarsıldık; bu çatışma doğal ki bir iç olay, dolayısıyla bir “Türkiye manzarası” değildi, fakat İsrail’in Gazze şeridini sürekli bombalamaya başlaması ve çoğu çoluk çocuk yüzlerce insanın ölümüne yol açması, daha sonra da bir kara harekâtıyla Gazze’yi işgal etmesi olayı bir Türkiye manzarasına dönüştürdü. Yüz binlerce insan sokağa dökülmüş İsrail’i protesto ediyor, göstericilerin ellerindeki yeşil cihat bayraklarının sayısı her seferinde biraz daha artıyordu.

Gazze, Türkiye gündeminin ilk sırasına yerleşmiş, ekonomik krizle ilgili haberler pek görülmez olmuştu.

***

Uzmanların henüz 9’uncu mu yoksa 10’uncu mu olduğuna tam karar veremedikleri son Ergenekon operasyonu ile her şey bir yana atıldı. Savcı Zekeriya Öz’ün işaretiyle çeşitli kentlerde evler basılarak aramalar yapılmış, deliller toplanmış, yüksek rütbeli emekli generaller, muvazzaf subaylar, emniyet amirleri, profesör unvanlı akademisyenler gözaltına alınmıştı.

Benzer bir olay dünyanın neresinde olursa olsun toplumda derin sarsıntıya yol açardı, Türkiye’de de öyle olmuştu. “Bir terör örgütüyle ilişkisi olduğu” kuşkusuyla gözaltına alınanlar arasında Milli Güvenlik Kurulu eski Genel Sekreteri bir orgeneral ile Yüksek Öğrenim Kurulu eski Başkanı bir profesör vardı ve Yargıtay eski Başsavcısı bir yüksek hukukçunun aynı nedenle evi saatlerce aranmış, bilgisayar belleğine el konmuştu.

Ağaç diplerindeki zulalarda ortaya çıkan silahların yerlerini gösteren kroki aynı operasyonda gözaltına alınan Özel Harekat Dairesi eski Başkanı İbrahim Şahin’in evinde bulunmuştu. Şimdi onunla öbür gözaltına alınanlar arasında ne tür bir ilişki olabilir sorusuna yanıt arıyoruz. Bunun için insanda çelik gibi sinir olması gerekiyor ki anlaşılan bu bizde var. Yoksa hiçbir normal insan bu manzaraların kendisine yüklediği ağır yükü kaldıramaz.

Belki de biz “normal” değiliz; bilemiyorum.

4 Ocak 2009 Pazar

BİR AN ÖNCE GÖNDERİLMELİ BUNLAR - 04.01.2009

Korkunç bir şey, üniversite öğrencisi genç insanlar bir apartman dairesinde, yılbaşı eğlencesi sırasında gaz zehirlenmesinden ölüyorlar. Yedi kişiler. Ölüm olayı doğalgazla ilintili olduğundan ertesi gün Başkent Doğalgaz’ın müdürü Veysel Karani Demir bir basın toplantısı düzenliyor ve dağarcığında konuyla ilgili ne varsa ortaya döküyor. Dağarcığı boşalmaya yüz tutunca da sıra olayla ilgisi olmayan konulara geliyor.

Bu durum, Anayasa Mahkemesi tarafından “laiklik karşıtı eylemlerin odağı olduğu”na karar verilen AKP’ye bağlı kadroların sıkça içine düştükleri bir zafiyeti yansıtıyor.

Ankara’nın Doğalgaz Müdürü de bu kadrodan; basın toplantısının sonuna doğru Star TV habercisinin, “niçin kravat takmadığı” sorusuna “Bir kravat hediye et bana da takayım. Özel bir tutumum yok,” diye aklınca espri yapmaya çalıştıktan sonra beynindeki irini boşaltıyor. “Hadiseyi hiçbir insanın görmesini istemem. Gençlerin her biri bir tarafa düşmüş. Kimisi yerde, kimisi yüzükoyun, kimisi belden üstü yarı çıplak ve o yaşta benim üç çocuğum var. Ben bir babayım. Bu travmayı uzun süre atlatamam."

Oysa böyle bir görüntü ortada yok, gençlerden hiçbirinin belden üstü çıplak değil, olay yerine ilk giden polisler Veysel Karani Demir’in sözlerini doğrulamıyorlar, üstelik çektikleri fotoğraflar da var.

***

Bunlar kafalarında birtakım görüntüler resmediyorlar, sonra da kendi resmettikleri görüntülerin gerçekliklerine inanıyorlar. Bu durumun inançla, gelenekle, görenekle, töreyle, adapla falan hiçbir ilişkisi yok, tamamen psikiyatrik bir durum. Ankara’nın Doğalgaz Müdürü de kafasında kızlı erkekli bir yılbaşı eğlencesi yaratmış, o eğlencede gençlerin mutlaka soyunmuş olmaları gerekiyor, başka bir şey düşünemiyor çünkü!

Bu kafadaki yaratıkların uzun süreli tıbbi gözlem altına alınmaları gerekirken, tam tersine aramızda normal insanlar gibi dolaşmalarına izin veriliyor, bu bir yana bir de altlarına makam koltukları sürülüyor.

Halüsinasyon malulü Veysel Karani Efendi’ye de Ankara’nın doğalgazı teslim edilmiş, Tanrı başkentlileri korusun!

Bu kadrolarda doğal ki balık baştan kokuyor; Moda İskelesindeki içki yasağına karşı semt sakinlerinin protesto eylemlerini anımsıyorsunuzdur. Bu eyleme katılanlara tepkisini, “Bunlar dünyayı şişenin içinden görenlerdir,” diyerek göstermemiş miydi Sayın Başbakan?

Ona göre içki yasağına karşı çıkmak için insanın ille de ayyaş olması gerekiyordu, çünkü kendisi içki içmekten dünyayı şişenin içinden görmeyi anlıyordu.

Yaşamında ağzına içki koymamış bir insanın da salt birey hak ve özgürlüklerini korumak anlayışıyla o eylemlere katılabileceğini aklına getiremiyordu.

***

Bir ülkenin Başbakan’ı her içki içeni “dünyayı şişenin içinden gören ayyaş”, onun bürokratı bir yılbaşı eğlencesini “seks orjisi” olarak algılıyorsa, algılarını da gerçekmiş gibi dillendiriyorsa durum gerçekten vahimdir.

Hatta Sayın Cumhurbaşkanı’nın yol arkadaşı Sayın Başbakan’ın aile doktorunu İstanbul Üniversitesi’ne rektör olarak ataması kadar vahimdir.

Vahimdir, çünkü Başbakan’ın her sözüne inanma gafletindeki cahil bir yurttaşların toplanıp içki içenlere saldırıp dövmeleri, hatta öldürmeleri; kızlı erkekli eğlenen gençlerin evlerini basmaları karşısında suçluyu nerede arayacağız?

Önümüzdeki yerel seçimler bir olanaktır. Bu olanak akılcı kullanılıp bu iktidar yerel yönetimlerden başlayarak bir an önce gönderilmeli, Türkiye yeniden normalleştirilmelidir.