15 Temmuz 2009 Çarşamba

YAĞMUR - 15.07.2009

Öyle bir gürültüydü ki… Uyandım. Beni uykumdan uyandıran o ürkünç seslerin ne olduğuna bakmak için akşam açık bıraktığım pencerelerden birine doğru yürüdüm. Çakan bir şimşek karanlık odayı ışığa boğdu, aynı anda yanağımı bir su damlacığı yaladı. Pencerenin önünde durdum, saçlarımın, yüzümün, bedenimin ıslanmasına aldırmaksızın bardaktan boşanırcasına yağan yağmuru izledim bir süre. Sokakta kimsecikler yoktu. Saate baktım, 4.30. Birazdan gün ağaracak, İstanbul, yağmurun temizlediği bir sabaha uyanacaktı.

Pencereleri kapatmadan iyice kurulanıp yatağıma döndüm. Uyku tutmadı. Kaldırım kenarlarına park etmiş arabalara çarpıp parçalanan, parçalanırken çıkardığı sesler birbirine karışarak insanı ürküten bir gürültüye dönüşen iri yağmur damlalarını düşündüm. Hızla yağarken, yapıların duvarlarında, arabaların karoserlerinde, ağaçların dallarında binlere parçalanan yağmur damlaları yerde yeniden birleşiyorlar, seller oluşturuyorlardı.

Öyle güçlü sellerdi ki önlerinde hiçbir şey ayakta kalamıyordu.

***

Yağmur beni bugüne dek koruduğum gençlik hayallerime götürdü. Yere düşen yağmur damlacıkları gibi birleşmek, güçlenmek, önünde kimsenin, hiçbir şeyin duramayacağı bir sele dönüşmek. İnsan seline, insan sellerine…

Aynı amaçlar için, daha özgür, daha demokrat, daha adil, daha aydınlık, daha yaşanası bir dünya kurmak için savaşım veren insanların birleşmesi bu kadar zor muydu?

Zormuş, zormuş ki birleşemedik, sel olup önümüze çıkan gericileri, sahte demokratları, özgürlük yalancılarını, yurt sevgisizlerini önümüze katıp, silip süpüremedik.

Üç gün önce Ören’de üniversiteli genç bir okurum yanıma gelip bir sosyalist örgüte üye olduğunu, bu örgütü nasıl değerlendirdiğimi sormuştu.

Öyle zor bir soruydu ki… Genç yoldaşıma, ilerlemiş yaşımın ve geçirdiğim bunca deneyimin artık “bir” örgütü “tutmaya” elvermediğini, tüm sosyalist örgütlere eşit uzaklıkta durduğumu anlattım. Somut sorusuna gelince, adını verdiği örgütün gençlik dışındaki hedef kitleye ulaşmakta kullandığı özgün “jargon/terminoloji” nedeniyle zorlandığını söyledim. Bana hak verdi, ayrıca bu “hastalığın” tüm sosyalist örgütlerde olduğunu ekledi. Saptaması doğruydu.

Bırakalım sel olup akmayı, insanoğluna tarih boyunca yapılmış, ona en layık olan toplumsal-ekonomik-kültürel düzenin getirilerini hepi topu iki sayfada toplam on maddelik bir manifesto olarak herkesin anlayabileceği bir dille kaleme alıp topluma aktarmayı başaramıyorduk.

Her sosyalist örgüt kendi köşesinden, kendi diliyle bir türkü çığırıyor, ortaya çıkan kokofoniden kimse bir şey anlamıyordu.

***

Türkiye’nin sosyalist tarihinde anlaşılabilirliğin, dolayısıyla birleşebilirliğin en önde gelen temsilcisi 10 temmuz 1995 günü yitirdiğimiz Mehmet Ali Aybar’dı. Türkiye sosyalizminin bu büyük önderinin gür sesi dışarıda yağan yağmurun sesine eşlik ediyordu.

“Nasırlı eller meclise!”

Aybar, Türkiye sosyalizminin en anlaşılabilen, en birleştirebilen temsilcisiydi. Onun önderliğinde Türkiye İşçi Partisi’nin 1965 genel seçimlerinde Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne 15 milletvekili sokması bir rastlantı değildi. O, “55 milyon metrekare vatan toprağı Amerika’nın işgali altındadır,” dediğinde insanlar ne demek istediğini anlıyorlardı. Yokluğu, yoksunluğu anlattığında da. TİP Başkanlığını yürüttüğü 1962-1969 yılları arasında kalan dönem Türkiye’de sosyalizmin yükseliş yıllarıydı. Ama bırakmadık, el birliğiyle onun yükselttiği yapıyı didikledik, çekiştirdik, altını oyduk, kuruttuk.

Evet, yağmur damlacıkları gibi birleşmek, sel olup akmak…

Mehmet Ali Aybar’ı saygıyla, sevgiyle, özlemle anarken, “Belki bir gün…” diyorum, neden olmasın?



YİNE TÜTÜN YASAĞI ÜZERİNE - 13.07.2009

Bizim Orhan’la (Bursalı) arkadaşlığımızın geçmişi 1960’lı yılların sonuna uzanır. Şimdi olduğu gibi o yıllarda da önce düşünüp sonra konuşan, soğukkanlı, öfkesini bastırmayı bilen bir insandı. Dünkü yazısını sigara yasağına ve bireysel özgürlüğe ayırmış; ilk paragrafında benim 6 temmuz tarihli “Nikotin Yasağına 13 Gün Kaldı” başlıklı yazımdan da söz ediyor.

Yazılarında görmeye alıştığım o soğukkanlı biçeminin tersine dünkü yazısında söz konusu yasağa ilişkin farklı düşünenlere karşı duyduğu öfkeyi saklamayı başaramamış, belki de saklamak istememiş, bilemiyorum.

Başkaları ne düşünür, ne söyler, ne yazar beni bağlamaz ama ben bugün de bir hafta önceki yazımda dile getirdiklerimin arkasındayım.

Tütünün insan sağlığına verdiği zararı bilmekle birlikte tütün ürünleri tüketicilerinin bireysel özgürlüklerine tüketmeyenlerinki kadar saygı gösterilmesi gerektiğini düşünüyorum. “Sigara yasağı olmamalı” demiyorum, özellikle kamusal alandaki toplu mekânlarda bu yasağın titizlikle uygulanmasını savunuyorum.

Fakat tütün ürünleri tüketicilerinin de bir yemek sonrasında kahvesinin yanında bir sigara tüttürmeye hakkı olduğuna inanıyorum. Sorun da burada başlıyor zaten. Orhan Bursalı gibi düşünenler “her yerde ve herkese yasak” anlayışındalar, bense burada bir seçenek oluşturulabilir görüşündeyim.

Orhan, “pek yakın gelecekte, sigara içimi gibi ‘bireysel özgürlük tercihleri’, sağlıkta ekstra prim ödemelerini de gündeme getirebilir. Yanlış da olmaz!” diyor buna katıldığım gibi zararları bilimsel olarak saptanmış tüm ürünlerin kullanıcılarının da bu kapsama alınmalarını doğru buluyorum.

***

Türkiye’de içkili lokanta kadar, hatta çok daha fazla içkisiz lokanta var; yemekte alkollü içki tüketmek isteyen içkilisine, tüketmek istemeyen de içkisizine gidiyor. Benzer bir uygulama tütün konusunda niçin uygulanamasın?

Lokantalar, kahvehaneler, barlar vb mekânların kapılarına “burada sigara içilir” ya da “burada sigara içilmez” diye tabelalar asılır, dileyen dilediği yere gider. Yoksa sigara, puro, pipo kullanmayanların, sağlıklarına özen gösteren “bilinçli” insanların ille de bunların içildiği “havası zehirli” mekânlara gitmeleri bir zorunluluk mudur? Ya da bu “bilinçli” insanlar elbirliği edip toplumun bilinçsiz kesimi olarak gördükleri “tütün mahkûmlarını” kurtarmak için kutsal bir seferberliğe mi soyunmuşlardır?

Konu alkollü içki olduğunda ne yapacağız? Öyle ya kim, alkolün insan sağlığına tütünden daha az zararlı olduğunu söyleyebilir ki?

Yükselen itirazları duyar gibiyim: “Alkol havayı zehirlemediğinden pasif içicilik diye bir şey yok ki!” Doğru, ama bu itiraz tütünün “her yerde” yasaklanmasını haklı çıkarmıyor; söz konusu mekânların “sigara içilir” ya da “sigara içilmez” diye ayrılmamasına, tütün tüketicilerine hiçbir hak tanınmamasına, topyekûn yasakçılığa gerekçe oluşturmuyor.

***

Özellikle eğitim düzeyi yüksek toplum kesimlerinde tütün ürünlerinin kullanımına karşı güçlendiği günümüz ortamında tütün kullanıcılarının seçim özgürlüklerini savunmanın hiç kolay olmadığının farkındayım. Buna karşın yine de devletin yurttaşlarının gidecekleri mekânı seçmelerine olanak tanıyacakları yasal düzenlemeleri yapması gerektiğine inanıyorum.

Ne var ki devlet bugün, “laiklik karşıtı eylemlerin odağı” olduğu Anayasa Mahkemesince tescil edilmiş bir iktidar tarafından yönetiliyor. Bu yönetim altında, “Sigara içmek isteyen gitsin, evinde içsin!” yaklaşımını doğru bulmuyorum, yarın sıra alkole geldiğinde bugünkü yasak savunucularının yine aynı katılıkla “Alkol almak isteyen evinde alsın!” deyip demeyeceklerini merak ediyorum.



BURHANİYE-ÖREN AYDINLIĞI - 12.07.2009

20. Turizm, Kültür ve Sanat Festivali nedeniyle Burhaniye’deyim. Burhaniyeliler ilçelerini “kültürlerin aydınlıkla buluştuğu ilkler memleketi” olarak tanımlıyorlar, tanımakla da kalmayıp bu tanıma layık olabilmek için büyük çaba gösteriyorlar. Yoksa bir kıyı beldesi festivali bu denli uzun ömürlü olabilir mi?

Bu yılki festivalin beyinleri, yürekleri aydınlık insanları duygulandıran bir özelliği var: festival bu yıl bir süre önce birbiri ardınca yitirdiğimiz iki bilim insanının, Prof. Dr. Türkel Minibaş ile Prof. Dr. Türkan Saylan’ın anılarına düzenleniyor. Başta Burhaniye Belediye Başkanı Fikret Akova olmak üzere Burhaniye ve Örenliler örnek bir davranışla Ören’de iki sokağa/yola bu iki büyük kadının adlarını vermişler. Biz de dört Cumhuriyet yazarı Hikmet Çetinkaya, Turhan Günay, Serdar Kızık ve ben bugün saat 18.30’da Ören’de, Selina Çay Bahçesinde düzenlenen “Saylan ve Minibaş’ın Ardından” başlıklı söyleşide biri Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği Başkanı, diğeri Başkan Yardımcısı olan bu iki saygın, sevgili ve unutulmaz dostumuzu anacağız.

***

Böyle aydınlık yüzlü beldelere gelince insanın ülkesine ilişkin umutları canlanıp güçleniyor. Burhaniyeliler son zamanlarda ilçelerine gelen tatilciler arasında AKP karanlığının egemen olduğu bölgelerden gelenlerin arttığını söylüyorlar. Bu anlaşılır bir durum; çünkü hiçbir insan karanlıkta yaşamaya layık değildir.

Eşiniz dostunuzla bir yere gidip iki kadeh rakı, şarap ya da bir bardak bira eşliğinde yiyip içeceksiniz, eğleneceksiniz. Yapamıyorsunuz, AKP karanlığı buna izin vermiyor, bademli şeker şerbetine, ayrana, gazlı içeceklere mahkûm ediyor sizi.

Dükkânlar, bayiler, büyük mağazalar diyeceksiniz, oralarda da satılmıyor alkollü içki. İsteniyorsa adlarını da vereyim, örneğin, Real ve Migros gibi dev kuruluşlar bile AKP karanlığının çöktüğü kentlerde alkollü içki satmıyorlar, korkularından satamıyorlar.

AKP, Türkiye’yi Suudi Arabistanlaştırmak istiyor, bunun için çalışıyor. Ölçüt “alkol” olunca onların demokrasilerinin de, özgürlükçülüklerinin de palavra olduğu ortaya çıkıyor. Sözlerinde “liberal”, düşlerinde “faşist”, soldan çark dönek tayfa da bu konuda susuyor. Çıkar musluklarının kapanmasından korkuyorlar.

AKP’nin yarattığı “korku imparatorluğu” , salt tele kulakla, sabaha karşı ev basmalarla, nedeni bilinmeyen tutuklamalarla sınırlı siyasal/adli bir olgu değil. Korku imparatorluğunun sosyal, kültürel, ekonomik boyutları var ve yol açtığı baskılar özgür kıyılardan merkeze doğru ilerledikçe yoğunlaşıyor.

***

İnsanlar kısa süreliğine de olsa karanlıktan kaçıp özgür kıyı beldelerinde soluklanıyorlar. İnsana layık renkli hayatlara karışarak, ayrı kaldıkları, uzak bırakıldıkları mutluluğu yeniden yaşıyorlar. Çoluk çocuk, eş dost, geziyorlar, gülüyorlar, eğleniyorlar. Hayatın tadını çıkarıyorlar.

Festivaller konserleriyle, söyleşileriyle, sergileriyle bu özgür hayata başka güzellikler katıyor. Bu güzellikler aynı zamanda karanlığa karşı direnişin de simgeleri. Edirne’den başlayarak tüm Ege ve Akdeniz kıyıları, -Hayat talihsizliği dışında-, karanlığın temsilcilerini yerel yönetimlere getirmiyor.

Kısacası güneşin tüm kavuruculuğuna karşın yüreğim Burhaniye’de, aydınlık yüzlü insanlarının arasında serin mi serin.

Yazımı noktaladıktan sonra Cuma akşamı Ören’de açılışı yapılan, Mustafa Kulkul’un yapıtı Pegasus Anıtının önünde arkadaşlarla bir fotoğraf çektireceğim. Bilindiği gibi Kanatlı At Pegasus, 3500 yıl önce, 300 yıl kadar o zamanki adı Adramyttion olan Ören’in koruyucu simgesiydi. Bu da Burhaniyelilerin topraklarının geçmişine ilişkin kutlanası bir kadirşinaslık örneği.


8 Temmuz 2009 Çarşamba

ÖZGÜRLÜK VE ÖZGÜRLEŞME - 08.07.2009

Özgürlük, kişinin kendi mutluluğunu, kendini mutluluğa götürecek yolu dilediğince seçebilme hakkıdır. Akılcılık akımının önde gelen adlarından olan Alman düşünürü Immanuel Kant (1724-1804), anayasal bir ilke olarak bireyin özgürlüğünü, “hiç kimse benim mutluluğumun kendi anlayışına göre olması konusunda beni zorlayamaz, herkes kendi mutluluğunu başkalarının özgürlüğünü sınırlamadığı ölçüde dilediği şekilde seçer,” tümcesiyle özetliyor.

Amerika Birleşik Devletleri’nin 3. Başkanı ve aynı zamanda “Bağımsızlık Bildirisi”nin düşün babası olan Thomas Jefferson da özgürlüğü, “mutluluk” ile ilişkilendiriyor. “Bütün insanlar eşit yaratılmışlardır. Yaradanları tarafından vazgeçilmez haklara sahip kılınmışlardır. Bu haklar yaşam, özgürlük ve mutluluğa ulaşma hakkıdır.”

Özgürlüğün, bireyin mutluluğunun güvencesi olduğu görüşü evrensel boyutlarda kabul görmüştür. Bu kabullenme aynı zamanda “devlet”in varlık nedenini de belirlemektedir. Hollandalı düşünür Benedictus de Spinoza’nın (1632-1677) daha 17. yüzyılda ileri sürdüğü gibi “devlet yönetiminin amacı özgürlüktür.”

***

Devlet yönetiminin başvuru kitabı ise anayasadır. Anayasalar, toplumların ve o toplumların bireylerinin özgürlük sınırlarını belirler. Anayasalar, bu sınırların genişliği ya da darlığına bakılarak değerlendirilir.

Bizim anayasamız toplumun ve bireylerinin özgürlük alanlarını olabildiğince daraltan çağdışı bir anayasadır; 12 Eylül darbecilerinin sivil işbirlikçileri tarafından vesayet altında hazırlanmış gerici, baskıcı hükümler içeren bir metindir. Silahların gölgesinde, göstermelik bir halkoylamasıyla topluma sunulmuş, karşı propagandanın yasaklandığı koşullarda yüzde 92’lik bir çoğunlukla onaylanmıştır.

Yürürlüğe girdiği 1982 yılından bu yana üzerinde çok sayıda değişiklik yapılmasına karşın otoriter/totaliter ruhunu korumaktadır. Bu ruhtaki bir anayasa ile yönetilen bir devletin demokratikleşmesi de, toplumun özgürleşmesi de olası değildir. Dolaysıyla 1982 Anayasası tümüyle ortadan kaldırılmalı, “toplumsal uzlaşma temelinde” 21. yüzyıl insanının “nesnel” gereksinimlerini ve istemlerini karşılayacak çağdaş, demokratik, özgürlükçü yeni bir anayasa hazırlanmalıdır.

***

Türkiye toplumunun büyük çoğunluğu özgürlük kavramıyla kişisel bağ kuramayan ya da bu bağın nasıl kurulacağını bilemeyen bireylerden oluşmaktadır. Çoğunluk, evrensel genel geçer olan kişi temel hak ve özgürlüklerini yaşamının vazgeçilmezleri arasında görmemektedir. Örneğin, vazgeçilemez gereksinimlere ilişkin yapılan sosyolojik soruşturmalarda bireylerin aklına “özgürlük” hemen hiç gelmemektedir. Toplum, kendisini mutluluğa ulaştıracak yolun özgürlükten geçeceğinin bilincinde değildir. Dolayısıyla, bireyler 12 Eylül Anayasası’nın ortadan kaldırılarak yerine kendilerinin mutluluk seçimlerini güvence altına alacak özgürlükçü bir anayasanın hazırlanması doğrultusunda savaşımcı bir görünüm sergilememektedirler.

Özgürlük, bireylerin zihninde doğup geliştikten sonra siyasal isteme dönüşen, sürece bağlı bir kavramdır. Günümüzde aydınların görevi özgürlük bağlamında bireylerin, dolayısıyla toplumun bilinçlendirilmesinde, bilinçlenme sürecinin yaşama geçirilip hızlandırılmasında motor işlevini üstlenmektir.

Ne var ki toplumun özgürleşmesi yolunda motor işlevini üstlenecek aydınların önce kendilerini özgürleştirmeleri, dayatmacı, yetkeci davranış biçimlerinden kendilerini kurtarmaları gerekmektedir. Toplumun geniş kesimleriyle gerekli bağların kurulması da bu kurtuluşa bağlıdır.

Bu ülkenin emekten, demokrasiden, özgürlükten, barıştan yana yurtsever insanlarının iktidarın birbiri ardınca kurduğu gündem tuzaklarına düşmeyip kendi gündemlerini oluşturmalarının zamanı çoktan gelmiştir, geçmektedir.



5 Temmuz 2009 Pazar

NİKOTİN YASAĞINA 13 GÜN KALDI - 06.07.2009

13 gün sonra lokanta, meyhane, bar, diskotek, kahvehane, nargile evi gibi kapalı mekânlarda nikotin kullanım yasağı yürürlüğe giriyor. “Nikotin” diyorum, çünkü yasak sigara, pipo, puro, tömbeki gibi tüm nikotin içeren maddelerin kullanımını kapsıyor.

Nikotin yasağı bir Türk buluşu değil, yıllar önce Amerika Birleşik Devletleri ve Kanada’da, 2007 yılından itibaren de Avrupa Birliği ülkelerinde uygulanmaya başlayan “yasak”ın Türkiye’ye uyarlanması.

Sağlık Bakanlığı uzunca bir süredir özellikle televizyonlarda “dumansız hava sahası” başlıklı bir kampanya ile toplumu bu yasağa hazırlıyor.

Nikotin kullanımının insan sağlığına olan zararını tartışmaya gerek yok, yol açtığı sağlık sorunları en ince ayrıntılarına kadar biliniyor. Bu açıdan, insan sağlığı açısından bakıldığında alınan yasak kararını eleştirmek kolay değil; hele dumanın nikotin kullanmayanlar üzerindeki olumsuz etkileri bilindiğine göre hiç kolay değil.

Ne var ki işin bir de bireysel özgürlük yanı var ki, bu yan nikotin kullanım yasağının yürürlükte olduğu ülkelerde de başından beri tartışılıyor. Nitekim kimi ülkelerde anaya mahkemelerinin parlamentolarca alınan yasak kararlarının yeniden gözden geçirilmesi konusunda kararlar aldıkları biliniyor.

***

Nikotin yasağı özellikle içki servisi yapılan mekânları etkileyecek, birçok işyeri kapanmak zorunda kalacaktır. AKP iktidarı bu yasakla bir taşla iki kuş vuracağını düşünüyor; yasağın kapsamına bakıldığında bu açıkça görülüyor, çünkü birçok ülkede kurallar bizde planlandığı ölçüde katı değildir. Örneğin, Belçika, Hollanda, Almanya gibi ülkelerde nikotin kullanıcılarına da özgür alanlar bırakılmıştır.

Türkiye’de nikotin yasağını çiğnemek şikâyete bağlı bir suç olmayıp kabahatler yasasına göre işlem yapılan bir edimdir. Zabıta, yasağı çiğneyene 62 TL ceza keserken, yasağın çiğnendiği mekânın sahibini 5.000 TL ile cezalandırıyor. Dolayısıyla yasağın denetimi mekân sahibine bırakılmış. Ceza yemekten korkan mekân sahibinin nikotin kullanımına izin vermeyeceği düşünülüyor.

Öte 19.05.2008 günü yürürlüğe giren ”Tütün Ürünlerinin Zararlarının Önlenmesi ve Kontrolü Hakkında Kanun”un stadyumlarda nasıl uygulandığını, şeref tribünlerinde kodamanların purolarını tüttürerek valilerle, emniyet müdürleriyle sohbet ettiklerine, haklarında hiçbir işlem uygulanmadığına birçok kez tanık olduk.

19 temmuz günü kapsamı genişletilerek yukarıda saydığımız eğlence yerlerini de içine alacak olan yasanın çoğunlukla küçük ve orta ölçekli işyerlerinin sonunu getireceğini söylemek için medyum olmaya gerek yok sanırım.

***

Son zamanlarda bu tür işyeri sahipleri ve işletmecileriyle konuşuyorum, “Ne yapacaksınız?” diye soruyorum. Geleceklerinden korkuyorlar, fakat hiçbir karşı hazırlık yapmıyorlar. Çoğu, “Burası Türkiye, bu yasağı da delmenin bir yolu bulunur elbet,” anlayışındalar.

Oysa Almanya’da yasağın daha ilk tartışılmaya başlandığı günlerden başlayarak ülke genelinde “Nikotin Sevenler” ve/veya benzer adlar altında yüzlerce dernek kurulmuş, bu derneklerin adres olarak gösterdikleri mekânlarda, tüm müşterilerin “dernek üyesi” olmaları koşuluyla nikotin yasağı uygulanamaz olmuştu.

Federal Anayasa Mahkemesi’ne yasak kararının değiştirilmesi doğrultusunda başvuranlar da bu dernekler ve bu derneklerin destekledikleri işyeri sahipleriydi. Bugün Almanya’da eğlence yerlerinin özel bölümlerinde ve 75 metrekarenin altındaki mekânlarda, -kapıya, burada nikotin kullanımı serbesttir-, yazısını asmak koşuluyla-, tütün ürünleri kullanımı mümkündür.

Bu yazı, nikotin tüketimini teşvik amacıyla kaleme alınmamıştır. Amaç AKP iktidarının yürürlüğe soktuğu yasağın ardında saklı olanı göstermektir.



MUTSUZ LİBERALLER - 05.07.2009

Sivil yargı-askeri yargı tartışmaları tüm hızıyla sürerken kulaklar da Çankaya’da; Cumhurbaşkanı AKP milletvekillerinin gece yarısı yasasını onaylayacak mı, yoksa TBMM’ne geri mi gönderecek? Hayatımızın geri kalanı güllük gülistan olduğundan böyle şeylerle zaman öldürüyoruz toplumca; ha, toplum deyince aklıma geldi, birbirinden güzel, birbirinden heyecanlı diziler, izdivaç programları, yemek yarışmaları falan günde ortalama 5 saat televizyon izlerken, yılda yalnızca 6 saat kitap okuyormuşuz. Kafalarımız kabak gibi yani, bir yere toslayacak olsak içinden çekirdekler dökülecek. Yılda 6 saatlik kitap okumayla en ufak hücreleri bile dolmayan boş kafalarımızı bu yılın ilk üç ayında yüzde 13,8 küçülen ekonomimize yoracak hâlimiz yok ya, hem yoracak olsak ne yazacak? Bırakalım başkaları yorsun!

Tanrı’nın bir lütfu işte, “iyi eğitimli” liberallerimiz var; onlar her şeyden anlıyorlar, her konuda düşünüyorlar ve her konuda konuşuyorlar. Topluma yol gösteriyorlar. Şu sıralar yoğunlaştıkları ilgi alanı yargı, yargının topyekûn sivilleşmesini istiyorlar. Aslında askeri yargının görev alanının askerlerin işlediği sivil suçlar dışındaki fiillerle sınırlanmasını biz de istiyoruz, ama bunların topyekûnculuğunu görünce içimize bir kurt düşüyor. “Acaba bunun ardında bir kaşkariko mu var?” diye düşünüyoruz. Düşünmekte haksız değiliz, çünkü bunların bu konudaki çıkış noktası yargının bağımsızlığıydı, askeri yargının hiyerarşik bir yapı içinde bağımsız olamayacağını, sivil yargının ise bunun tersine bağımsız davranacağını, davranabileceğini ileri sürüyorlardı. Fakat şimdi ağızbirliğiyle İstanbul 14. Ağır Ceza Mahkemesi’nin sanık Dr. Dz. Kurmay Albay Dursun Çiçek hakkında verdiği tahliye kararını eleştiriyorlar.

Örneğin, Murat Belge, “asker vesayetinin” burada da kendini gösterdiğine işaretle, “mahkemenin albayı tutuklaması, mahkemeye bir üye ekleme kararı, bu üyeyle yeniden toplanan mahkemenin bu sefer tahliye kararına varması, bu doksan yıllık senaryoyu tanımlaması zor bir ‘vuzuh’, bir aydınlık içinde, olması gerektiği ve beklendiği şeklinde adım adım devam ettiriyor,” diyor. (Taraf Gazetesi, 3.7.2009)

Halil Berktay ise Genelkurmay Başkanı’nın son basın toplantısında darbe konusunda verdiği güvenceye inanmadığını belirttiği yazısında Albay Dursun Çiçek’le ilgili bir pazarlık yapıldığı kuşkusunu dile getiriyor. “Sormazlar mı,” diyor, “ 12 Haziran’dan sonraki iki hafta içinde, aslında araştırma mı, pazarlık mı yapıldığını? Perde arkasında ‘teslim etsek de mi temizlensek, teslim etmesek de mi temizlensek’ tartışmasının yürüyüp yürümediğini? Kriminal-forensik kanıt mı, politik çare mi arandığını?” (Taraf Gazetesi, 4.7.2009)

Albay Dursun Çiçek’le ilgili verdiği tahliye kararından Mehmet Altan da hoşnut değil. Aynı mahkeme ‘312. Madde’den’ tutukladığı birine... Bir üye değişince ‘delil yetersizliğinden’ dolayı nasıl tahliye kararı verir?” diye soruyor. (Star Gazetesi, 4.7.2009)

“Susma Hakkımı Kullanıyorum” başlıklı yazısında Gülay Göktürk önce olayı özetlemiş. Albay Çiçek salı gecesi tutuklandı. Bu arada İstanbul Adalet Komisyonu Başkanlığı 14. Ağır Ceza Mahkemesi'ne yeni bir üye görevlendirdi. Hâkim Faik Saban, 14. Ağır Ceza Mahkemesi'ne geçici görevle atandı. Bu atama gerçekleşir gerçekleşmez Çiçek'in avukatları tutukluluk kararına itiraz etti. 14. Ağır Ceza Mahkemesi, bir gün önce Çiçek'in tutuklanmasını isteyen üyenin izne ayrılması üzerine geçici görevle getirilen Faik Saban'ın katılımıyla Çiçek'in avukatlarının itiraz başvurusunu görüştü. 18 saat önce 2'ye 1 tutuklama kararı veren mahkeme, Üye Hâkim Faik Saban'ın katıldığı oturumda bu kez Dursun Çiçek'i 2'ye 1 tahliye etti. Yazısının devamından Göktürk’ün, Mehmet Altan’ın yukarıdaki sorusunun yanıtını bildiğini anlıyoruz, fakat açıklamaktan çekiniyor. “Çünkü açık konuşursam; her zamanki gibi yazmam gerekenleri net bir şekilde yazarsam suç işlemek zorundayım. O yüzden de bu olayda yorumu size bırakıyor ve ‘susma hakkımı’ kullanıyorum” diye yazıyor. (Bugün Gazetesi, 3.7.2009)

Yukarıdaki örneklerden görüldüğü gibi bu liberalleri mutlu etmek kolay değil. Bu somut olayda pek de haksız sayılmazlar hani, öyle ya ellerine bir fotokopi geçirmişler, “Genelkurmay karargâhında bir Ergenekon sanığı” demişler, bir Albay’ı tutuklatmışlar. Ama önce askeri, sonra da sivil yargı tahliye etmiş Albay’ı. Bence en iyisi kendi mahkemelerini kendilerinin kurmaları, savcısı da, yargıcı da, avukatı da kendileri olurlar. Onlar mutlu olunca biz de dizilerimize döneriz.

İzdivaç programlarını da aksatmadan tabii.

1 Temmuz 2009 Çarşamba

DAYAK ARSIZI OLMAK - 01.07.2009

Mahalleye yeni taşınmıştı, biz yaşlarda, çelimsiz, suratı çilli bir oğlandı. Şu sıralar bir inşaat alanı olan Cihangir Parkı’nın toprak zeminli futbol sahası olduğu 1950’li yılların başında, mahallenin abiilerinden nasılsa bir fırsat bulup 6’şardan top koşturduğumuz soğuk, ıslak bir sonbahar gününde tanımıştık onu. Cihanspor’un minikleri olarak Tayfunsporlulara karşı mutlaka kazanmamız gerektiğine inandığımız bir maçın son dakikalarını oynuyorduk. Durum 4:4’tü ve biz atakta, karşı kalenin önündeydik. Maçı berberimiz Niko düzenlemişti, kazanan takımın oyuncularına bir sonraki hafta sonu oynanacak Galatasaray-Fenerbahçe karşılaşması için birer “duhuliye” bileti verecekti. Havyar Sokaktaki dükkânına mahallenin çocuklarını çekmek için arada bir bu tür “promosyon etkinlikleri” düzenleyen akıllı bir adamdı.

İşte tam o sırada görmüştük 10-11 yaşlarındaki, yaşıtımız olan o sevimsiz oğlanı. Karşı kalenin yanından sahaya girmiş, önüne yuvarlanan topa bir tekme savurmuştu. Hepimiz bir an donup kalmış, sonra hep birlikte oğlanın üzerine çullanmıştık. Atılan penaltılar sonrası maçı 7:5 kaybettiğimiz o gün bizden ilk dayağını yemişti Yavuz.

Çok geçmeden onun bir “dayak arsızı” olduğunu anlamıştık. Sopa yemek için elinden geleni yapıyordu; dayak yiyor, salya sümük eve gidiyor, evde de, “Bıktım senin bu hallerinden!” diyen öfkeli yargıç babası tarafından sopalanıyordu. Zaman gelmiş, sokakta, evde, okulda sopa yemeden duramayan bu “dayak delisi” çocuğa acır olmuştuk.

Durumu anlattığımız ailelerimiz hemen tanı koymuşlardı; “Dikkat çekmek için yapıyor,” diyorlardı. Hangi nedenle olursa olsun her Allah’ın günü her yerde ve herkesten dayak yemek için sürekli kaşınmak o yaşlarda anlayabileceğim bir davranış değildi.

***

Aradan geçen yıllarda insanları tanıdıkça ve tanıdığım insanların sayısı arttıkça dayak arsızlığının ya da deliliğinin sık rastlanır bir ruhsal bozukluk olduğunu somut örneklerini görerek anlamaya başladım. Ailelerimizin zamanında söyledikleri gibi “dikkat çekmek”, “dikkatleri üzerinde toplamak” saplantısı bu yaygın ruh bozukluğunun başlıca nedenlerinden biriydi. Yaşlarından, cinsiyetlerinden, eğitim durumlarından, mesleklerinden bağımsız olarak bu hastalığa yakalanmış insanlar sopalanmak, dayak yemek için ellerinden geleni yapıyorlardı. Bunlar, en şiddet karşıtı, en uysal, en halim selim insanı bile çileden çıkartmayı başarabilecek ölçüde yetenekliydiler.

Bir, üç, beş, on… insanı çıldırtıyorlardı. Çıldırma raddesine getirdikleri insanın bir sopa kapıp, “Ulan, yer misin, yemez misin?” diye üzerlerine saldırması ya da tekme-tokat girişmesi en mutlu oldukları andı. Ne var ki mutlulukları çok kısa sürüyor, yeniden kaşınmaya başlıyorlardı.

***

Şu sıralar, özellikle de medyada bu türden ruh bozukluklarına oldukça sık rastlanıyor. Kimileri var, “Darbe, darbe” diye tutturmuşlar. Her taşın altında “darbeci” arıyorlar. “Yok,” deniyor, “bu ülkede artık darbe falan olmaz,” deniyor. Onlarsa direniyorlar. Cumhuriyet tarihinde ilk kez bir Genelkurmay Başkanı basının karşısına çıkıyor, bir buçuk saat anlatıyor, “Bünyemizde darbecileri de, darbe eğilimli kişileri de barındırmayız,” diyor, güvence veriyor. Bunlar yine direniyorlar. Öyle ki gerçekten bir darbe olsa, derin bir soluk alıp rahatlayacaklar. Kaşınıyorlar.

Kimileri var, hastalıkları dillerine vurmuş, bu ülkenin devrimcilerine, devrimci geçmişine, devrimci ruhuna en ağza alınmayacak küfürlerle saldırıyorlar. Akılları sıra dikkat çekecekler, çok okunacaklar, “Vay be, ne adam…” denecekler. Aranıyorlar.

Fakat zaman içinde iplikleri öylesine pazara çıkmış ki artık pek aldıran olmuyor bunlara. Ama yine de kötü bir durum. Ülkemizde bu kadar çok sayıda ruh hastasının var olduğunu bilmek bile bir üzüntü nedeni, çünkü ne zamandır kendilerini mutlu edecek dayakçı bulamayan o dayak delileri de bizim insanlarımız sonuçta. Öyle değil mi?



İNTİHAR ETMESİN - 29.06.2009

Abidin Dino denince çoğumuzun aklına Nâzım Hikmet’in, “Mutluluğun resmini yapabilir misin Abidin?” dizesi gelir. Kenan Evren denince de benim aklıma, -ağzından insani duygular yansıtan başka bir söz duymadığımdan olacak-, onun, “Vücudun tam resimlik olmuş, Sibel,” sözleri geliyor. Söz ve davranışlarına bakıldığında zekâ düzeyinin pek yüksek olmadığı görülen, çalıştığı kadarıyla kafası iyiden çok kötüye işleyen, hırsı aklının üç beş adım önünde giden bir adamdır o.

Balık hafızalı bir toplum, yufka yürekli insanlar olduğumuzu bildiğinden şimdi de aklınca “İntihar ederim!” şantajıyla 12 Eylül darbecilerine yargı yolunu kapatan Anayasanın 15. Maddesinin kaldırılma olasılığının önünü kesmek istiyor. Doğal ki şantajının ciddiye alınacak bir yanı yok, çünkü yasalar, yargılanıp işledikleri insanlık suçlarının karşılığında ömür boyu hapis cezasına çarptırılsalar bile 90’lık hükümlülere cezaevi yolunu kapatıyor.

Eğer söylediği gibi “halk, onun için ‘yargılansın’ derse, yargıyı beklemeden intihar etmesi” de kuşkusuz bir yol, bir seçenektir, ama bunu bu ülkede Hürriyet ve Hürriyet yazarı Ertuğrul Özkök’ten başka kim ciddiye alabilir ki? Ayrıca “intihar” denen kişinin kendi istenciyle kendi yaşamına son vermesi eylemi alışılmadık bir olay da değildir. Ama ben yine de Sayın Kamer Genç gibi “Edecekse bir an önce etsin!” diyerek kesip atmak istemiyorum.

***

Muğla Üniversitesi’nden Doç. Dr. Nurgün Oktik, Dünya Sağlık Örgütü’nün (WHO) verilerine göre 2000 yılında tüm dünyada yaklaşık bir milyon kişinin intihar sonucu yaşamlarına son verdiğini belirtiyor: “Dünya’da her 40 saniyede 1 kişi intihar ederek ölürken, her 3 saniyede 1 kişi de intihar girişimde bulunmaktadır. Yine Dünya Sağlık Örgütü’ne göre, son 45 yılda, tüm dünyada intihar oranları yüzde 60 artmıştır. İntihar, günümüzde tüm ülkelerdeki ölümlerin ilk 10 nedeni arasında sayılırken; Amerika Birleşik Devletleri’nde 8’inci sırada yer almaktadır. 15-24 yaş arası ölümlerin 5’inci önemli nedeni intiharlardır. Ölüm nedeni olarak intihar, gelişmiş veya gelişmekte olan ülkelerde benzerlik göstermektedir. Geleneksel olarak en yüksek oranlar, hâlâ yetişkin erkeklerde görülmekteyse de 15-34 yaş arası gençlerde artış gösteren intihar oranları, sorunun ciddiyet boyutuna dikkat çekmektedir.”

Bu açıklamada da görüleceği gibi en yüksek intihar oranları yetişkin erkeklerde görülmektedir. Kenan Evren de yaşı itibariyle bu kategoridedir.

Darbeci Paşa, analitik/kuramsal zekâsı her ne kadar parlak olmasa da “ilkel algı” yoluyla sosyal işe yaramazlığının farkına varabilmektedir. Devlet Başkanlığından Cumhurbaşkanlığına, Cumhurbaşkanlığından sivil yaşamına kadar geçen dönemlerde, bu güne kadar tüm söyledikleri irdelenecek olsa bunların, işlediği suçları savunmaktan öte incir çekirdeğini dolduracak bir içerik taşımadığı görülecektir. O “ressamlık” tuhaflıkları, verdiği o abuk sabuk röportajlar, o garip şarkıcı-türkücü hayranlıkları… Tüm bunlar yaşadığı o “yalan hayatın” yansımaları değil midir?

Adının verildiği okullar, bulvarlar, parklar… Tüm bu yalakalıkların kocaman birer yalan olduğunun farkına varıldığında bunlar insan onurunu yaralayan darbeler olarak algılanmaz mı? Bunu algılayacak olan kendini yalanlarla besleyen bir darbeci eskisi de olsa.

***

Olası bir Anayasa değişikliği onun bahanesidir aslında; o şimdi, ölümü yaklaştıkça, güdüleriyle hayatına bir anlam vermeye, geçmişini sorgulamaya çabalamaktadır. Ne var ki bu çabalar gerçeklerle yüzleşmek anlamına gelir ki bu da onun için hiç kolay değildir, dolayısıyla çaresizdir, çaresizliğinin derinliğinden korkmaktadır. Korkusu arttıkça da içinde bir gizilgüç olarak hep var olan, topluma acı, işkence, ölüm olarak yansıyan saldırganlığı kendine yönelmektedir. İntiharı koz olarak ortaya sürecek ölçüde “kendine-saldırganlıktır” bu.

Öyleyse bırakalım yaşasın! Hem de çok uzun yaşasın, çok uzun yaşasın ki o korkuyu artarak duysun içinde! Korkularında debelensin! Hangi korku insanın kendi kendisinden korkması kadar güçlü olabilir ki?