5 Ocak 2010 Salı

YÜKSEK SESLE DÜŞÜNMEK - 06.01.2010

Yargıç Kadir Kayan, yargının yeşil ışık yakmasıyla Seferberlik Tetkik Kurulu Ankara Bölge Başkanlığı’ndaki incelemelerini sürdürüyor. Sayın yargıcın araştırma/inceleme sonuçlarını büyük olasılıkla “devlet sırrı” kapsamına sokulacağı için biz sokaktaki yurttaşlar öğrenemeyeceğiz. Bu doğal, çünkü başka ülkelerde de “devlet sırrı” bağlamında bir saydamlık söz konusu olmuyor. Öyleyse bu konu bizi neden böylesine yakından ilgileniyoruz?

İlkin bir saptama yapalım; günümüz dünyasında olduğu gibi Türkiye’de de askeri darbelerin nesnel koşulları mevcut değil. Dolayısıyla “askeri darbe” söylemi bir “siyasal tehdit” olmaktan öte bir anlam ifade etmiyor, bu açıdan bakıldığında Ergenekon Davası adı verilen süreç de büyük ölçüde “şişirilmiş bir balon” ya da “hukuk skandalı” gibi tanımlamaları hak ediyor. Süreç uzadıkça aylardır Silivri Cezaevi’nde tutuklu bulunan arkadaşımız Mustafa Balbay, Prof. Mehmet Haberal, Doğu Perinçek gibi gazetecilerin, aydınların, parti liderlerinin suçsuzluğuna inananların sayısı da giderek artıyor.

“Ergenekon” üst başlığı altında çok sayıda dava yürüyor. Bu davalarda yargılanan sanıkların tümü için “sütten çıkmış ak kaşık” diyebilir miyiz? Bu sanıklardan bir bölümünün geçmişte ne tür karanlık işler çevirdikleri yıllardır yazılıp çiziliyor, dolayısıyla da bunların karşı işledikleri suçlardan yargılanarak hak ettikleri cezalara çarptırılmaları toplumun ortak beklentisi. Ne var ki bunlarla salt düşündükleri, konuştukları, yazdıkları için suçlu gösterilmek istenen insanların aynı kefeye konularak yargı önüne çıkarılmaları hukuku zedeliyor, inandırıcılığı yitirmesine neden oluyor.

***

Bir süredir ise “irticaı eylem planı belgesi”, “AKP Genel Başkan Yardımcısı Bülent Arınç’a suikast girişimi” , “Yargıç Kadir Kayan’ın askeri araçlarla izlenmesi” gibi senaryolaştırılmış dehşet oyunlarıyla haşır neşir oluyoruz. Bu savları aklı başında kimse ciddiye almasa da olaylar toplumun bir kesiminde Türk Silahlı Kuvvetleri’ne karşı bir “saldırı” olarak değerlendiriliyor.

Ben bu değerlendirmelere katılmıyorum, çünkü hükümet ile TSK arasında orduyu “antidemokratik eğilimli unsurlardan arındırma” konusunda bir uzlaşmaya varıldığını, bu senaryoların da bu arındırma işine meşruiyet kazandırma/yol açma nedeniyle sahnelendiğini düşünüyorum. Eğer TSK içinde bu eğilimde unsurlar varsa bile sayıları hükümete yakın medyanın varsaydığı ölçüde fazla olmamalı, çünkü TSK kendi rutin işleyişiyle bu unsurları bünyesinden çıkartıyor. Kalan unsurlar ise geçmişte görevleri olmadığı halde toplum mühendisliğine soyunan yüksek rütbeli bir takım subayların günümüze uzantılarıdır. Söz konusu yüksek rütbeli subayların bir bölümü TSK’ne 12 Eylül Darbesi döneminde katılmışlar ve ülkemiz demokrasisinin canına okuyan darbeciler tarafından eğitildiği bir gerçektir ve bir askerin üstleri tarafından nasıl eğitilmişse astlarını da öyle eğiteceği gözden uzak tutulmamalıdır.

***

Her TSK mensubunun tüm yurttaşlar gibi ülke sorunları üzerinde düşünmeye, düşündüklerini de özgürce açıklamaya hakkı olmalı, fakat bu hak sorunları silah zoruyla çözmeyi denemek olarak anlaşılmamalıdır. Geçmişte kendisinde bu hakkı gören askerleri tanıdık ve kendilerine verilen ülkeyi ve toplumu dış düşmanlara karşı savunma/koruma görevini “iç düşmanlar” yaratmak, güçlerini “iç düşmanlar” üzerinde yoğunlaştırmak olarak anlayıp uyguladıklarını gördük.

12 Eylül döneminde 634.000 kişi gözaltına alındı. Binlercesi işkenceden geçti, tutuklandı. Aileleriyle birlikte yaklaşık 2.500.000 insanımız mağdur oldu.

Bu zihniyette olan, kendi halkını “düşman” gören darbecilerin gözlerinin yaşına bakılmadan yargılanmaları, cezalandırılmaları gerekmez miydi?

Olmadı, yapılmadı. Neden?

Düşünelim, derim.

YAŞAMA SEVİNCİ - 04.01.2010

Üçü “klasik”, biri “postmodern” olmak üzere 50 yılda dört askeri müdahale yaşamış bir ülkede insanları korkutup sindirmenin yollarından biri, hatta en etkilisi kuşkusuz ki “darbe tehdidi”dir. Ben, başından beri bu tehdidin geçerliliğine inanmadım, son olaylardan sonra hiç inanmıyorum. Tam tersine iktidarın toplumu korkutup sindirmeyi, toplumun yaşama sevincini boğmayı iyice kafasına koymuş olduğunu ve bu hedefe uygun bir senaryo sahnelediğini düşünüyorum. Uygulama marangoz, elektrikçi, berber gibi mesleklerden erleri taşıyan askeri araçların peşine polis takma gibi noktalara geldikçe en uyku sever insanlarımız bile gözlerini açıp “Ne oluyor?” diye sormaya, yandaş medyanın tüm çabalarına karşı aymaya, sözü edilen darbenin bir askeri tehdit olmayıp iktidardan kaynaklanan bir sivil tehdit olduğunun ayırtına varmaya başlıyor. Bu doğal ki sahnelenen senaryonun amaçlarına ters düşen bir süreç ve derhal kırılması gerekiyor, o zaman gelsin ek senaryolar. Hemen yeni “suikast planları” çıkarılıveriyor ortaya.

Her zaman “yüce Türk” önadıyla sözü edilen yargı da bir tuhaf, önünde insan boyunu aşan “belge tepeleri”, elinde Türk hukuk tarihinin en kapsamlı iddianameleri, karşısında ise “şüpheli kişiler” savıyla içeri atılmış çok sayıda sanık var. Kimi bir yılı aşkındır, kimi 12, 11 ya da 10 aydır parmaklıklar ardında çile çeken bu insanlardan üçünü, beşini “Suçlular işte bunlardır!” diye gösteremiyor. Anlaşılan odur ki “Geciken adalet, adalet değildir” yaklaşımını bizim yargımız pek benimsememiş, benimsemiyor. Böyle olunca toplumda yargıya karşı belirgin ölçüde bir güven yitiminin gözlemleniyor olması doğal değil mi? İktidar doğrusu bu alanda da başarılı son güven kaleleri de yıkılınca insanlar boşluğa düşüveriyorlar.

***

İnsanları önce boşluğa düşürme, yaşama sevinçlerini boğma, sonra da korkutup sindirerek edilgenleştirmek her baskıcı rejimin başvurduğu yöntemlerdir. AKP iktidarı bu yöntemleri “askeri müdahale tehdidi” üzerinden kullanıyor.

Şimdi bana, “Ne oldu, daha dün Özel Harp Dairesini eleştiriyordun, düşüncelerin mi değişti?” diye sorabilirsiniz. Doğal ki değişmedi, değişeme de. Çünkü Özel Harp Dairesi ya da bilinen adıyla “kontrgerilla” benim kuşağımın karşısına belleklerimizden çıkamayacak ölçüde sıklıkla çıktı. 6-7 Eylül 1955 Olaylarından başlayarak kanlı provokasyonlar düzenledi, çok canlar aldı, darbeler tezgâhladı, on binlerce insan gözaltına alındı, binlercesi işkencelerden geçti, tutuklandı, askeri mahkemeler ağır hapis cezaları ve idam kararları verdi, arkadaşlarımız asıldılar. Partiler, sendikalar, dernekler kapatıldı, gazeteler, dergiler yasaklandı, demokrasimiz iğdiş edildi, ülkemiz ve toplumumuzun bugün yaşanan kahırlı günlere getirilmesinde Özel Harp Dairesi/Kontrgerilla önemli bir rol oynadı. Türkiye, 12 Mart ve 12 Eylül darbeleriyle emperyalizmin avlağına dönüştürüldü.

Bu ülkede hiçbir yurtsever Türk Silahlı Kuvvetlerinin saygınlığını yitirmesini istemez, arzulamaz. “Kozmik İşler” yazımda da belirttiğim gibi TSK keşke 12 Mart ve 12 Eylül darbelerini onaylamadığını açıklasa, işlevinin son yıllarda değiştiği söylenen Özel Harp Dairesi’nin geçmişte toplumumuzun en ilerici kesimlerine karşı uyguladığı şiddeti eleştirse örnek bir davranış sergilerdi düşüncesindeyim. Bu davranışın herkesten önce Türk Silahlı Kuvvetleri’ni “sürekli darbeci üreten bir mekanizma” olarak göstermek isteyen kesimlere karşı güçlü bir yanıt olacağı inancını taşıyorum.

***

AKP iktidarının oyunlarına gelmeyelim, edilgenleşmeyelim. Her şeyden önce yaşama sevincimizi yitirmeyelim, tam tersine kuvvetle sarılalım hayata. Nükleer enerjiye şiddetle karşı çıkalım, sözgelimi; İstanbul Boğazına saplanacak yeni hançere, 3. köprüye karşı duralım. 12.000 Tekel işçisiyle, İstanbul’un itfaiyecileriyle dayanışalım. Birbirimizi sevelim, sayalım. Bakın o zaman her şey nasıl başka olacak.

2010’UN İLK YAZISI - 03.01.2010

Yeni yılın bu ilk yazısını Gölköy’de, “kış” nedeniyle kapalı bir otelin denize bakan bahçesinde yazıyorum. Oteli bekleyen genç arkadaşlar benim için bir masa çıkardılar dışarıya; önce sade bir Türk kahvesi, ardından iki demli çay… Hava güneşli mi güneşli, ara sıra serin bir rüzgâr esiyor, hafif mi hafif. Gölköy, yeşille kaplı tepelerle çevrelenmiş güzel bir koy. Buraya bu mevsimde ilk gelişim; görüntüsü sıcak aylardan öylesine farklı ki. Yıl boyunca burada yaşayan bir avuç büyük-kentliden başka kimse yok çevrede. Deniz, insanda eğilip de avuç avuç içme duygusu uyandıracak kadar temiz.

Bir ara eşim Sevgi geliyor yanıma, yürüyüşe çıkmış, gözü denizde, “Yüzeceğim,” diyor, yüzünde kararlı bir anlatımla. “O kadar da değil, üşür hasta olursun,” diyorum, belki caydırabilirim düşüncesiyle. Umursamıyor söylediklerimi, üzerindeki kalınca yeleği, altındaki eşofmanı çıkarıveriyor, tek parça mayosuyla kalıyor. Hazırlıklı gelmiş zaten. Bir koşuda kendisini otelin önündeki beton rıhtımın ucundan kendisini denize bırakıyor. Yüzünde gülücükler, suyun içinden el sallıyor bana, ne yalan söyleyeyim onu kıskanıyorum. İçeride çay içen çocuklardan biri, “Havlusu var mı yengenin?” diye soruyor. “Yok,” diyorum. Bir havlu bulup getiriyor.

Eşimle bir süre kıyı boyunca yürüyoruz, dost bakışlı köpekler çıkıyor karşımıza, başlarını okşuyoruz, kuyruklarını sallayarak peşimizden geliyorlar. Yaz aylarının o görgüsüz “beach”leri tahta iskelelere dönüşüp doğallaşmışlar. Üzerlerine çıkıyoruz. Uzaklardan saatlerini şaşırmış horozların ötüşleri duyuluyor. Dönüp yeniden bilgisayarımın başına oturuyorum.

***

Böyle bir günde, yeşilliklerle, maviliklerle, güneş pırıltılarıyla, köpek havlamaları, horoz sesleri ve iyi insanlarla sarıp sarmalanmış bir ortamda siyasete ilişkin tek satır bile yazmak gelmiyor içimden. Ama buraya gelmezden bir gün önce özel gösterimini izlediğim, Fatih Akın’ın son filmi “Soul Kitchen”den (Ruh Mutfağı) söz edebilirim size. Fatih, delişmen bir genç adam, filmleri de öyle; son yıllarda “Duvara Karşı” ya da “Yaşamın Kıyısında” gibi her filminin ödüllendirilmesi bir rastlantı değil. İzleyiciye her an yaşanabilir hayatlardan kesitler sunuyor Fatih. Son Venedik Festivali’nden Jüri Özel Ödülü’ne layık görülen, depodan bozma ucuz bir lokantada dönen/gelişen olayları ve “insan hallerini” konu alan Ruh Mutfağı da böyle bir film. Öbürlerinden farkı hüznün ve mizahın coşkulu biraradalığı. Filmi çok beğendim; hızlı bir müzik gibi, rock’n roll gibi örneğin, akıp gidiyor. Düşündürüyor da. Mutlaka bir kez daha izleyeceğim.

Fatih’in filmlerine bakışım olumlu anlamda önyargılı, bunu itiraf etmeliyim. Nedenine gelince: O, benim uzun yıllar yaşadığım Hamburg’da doğup büyümüş bir genç adam. “Mahallemizin çocuğu” yani. Filmlerinde anlattığı öykülerin hiçbirine yabancı değilim. “Ruh Mutfağı” ise benim için çok özel. İki erkek başrol oyuncusundan Moritz Blebtreu oğlum Emek’in 32 yıldır kankası, birlikte büyüdüler. Başrol kadın oyuncusu Anna Bederke de Emek’in kız arkadaşı. Filmin en göze çarpan renklerinden biri olan “Sokrat” rolündeki Demir Gökgöl ise can dostum. Hatta oğlum bile bir yerinde göründü filmin. O halde her izleyen zevk alırken, benim iki kat zevk almış olmam doğal değil mi?

***

Yeni yılın ülkemize huzur ve barış, tüm okurlarıma da mutluluk, esenlik ve başarı getirmesini diliyorum.

KOZMİK İŞLER - 30.12.2009

Sivil yargıç ve savcıların Seferberlik Tetkik Kurulu Karargâhında yaptıkları onlarca saat süren incelemeler kamuoyunun dikkatinin bilinen adıyla Özel Harp Dairesi’ne yönelmesine neden oldu. Bu birim ne zaman ve hangi amaçla kurulu, anımsayalım.

Dünkü Cumhuriyet’te de yer aldığı gibi, “Bu birim Soğuk Savaş döneminde Türkiye’nin olası bir Sovyet işgaline karşı, işgal altında direnişin gerçekleştirilmesi amacıyla ABD’nin önerisiyle kuruldu. Kurulduğu dönemde 14 ayrı bölgede Seferberlik Tetkik Kurulu olarak teşkilatlandırılan birim, daha sonra sayısı 22’ye çıkarılarak Seferberlik Bölge Başkanlıkları’na dönüştürüldü. Yoğun olarak etnik çeşitliliğin bulunduğu ve yabancı istismarına açık bölgelerde konuşlandırılan birimlerin görev tanımında da değişiklik yapıldı. Bir önceki Genelkurmay Başkanı Yaşar Büyükanıt döneminde yapılan değişiklikle, ‘olası bir düşman işgaline karşı gayri nizami harp tekniklerini planlamak ve savaş zamanında bunları uygulamak’ olan görev tanımı, ‘psikolojik, siyasi ve ekonomik iç ve dış savaş tehdidini’ de kapsayacak şekilde genişletildi.”

1950’li yıllarda günümüzdeki Milli Güvenlik Kurulu’nun işlevininkine benzer işlevler yüklenmiş olan Yüksek Savunma Kurulu’nun aldığı bir karar çerçevesinde, 27 Eylül 1952'de Milli Avcı Birlikleri’nin bir şubesi olarak kurulan birim şimdiki Özel Kuvvetler Komutanlığı içinde bir oluşum olarak faaliyete başladı. 1948 yılında ABD'ye “özel harp stratejileri eğitimi” için 1948 yılında Amerika Birleşik Devletleri’ne gönderilmiş 16 subay bu birimin çekirdeğini oluşturdu. Bu subaylar arasında yer alan Ahmet Yıldız, Alparslan Türkeş ve Faruk Ateşdağlı’yı 27 Mayıs 1960 darbesini gerçekleştiren subaylardan olduklarını, Turgut Sunalp’ın ise 12 Eylül 1980 sonrası kurulan “darbe yandaşı” Milliyetçi Demokrasi Partisi’nin kurucusu ve genel başkanı olduğunu biliyoruz.

***

Kamuoyunda Özel Harp Dairesi olarak bilinen bu birimin ilk eyleminin ülkemiz için bir yüz karası olan 6-7 Eylül 1955 Olayları’nın planlayıcısı olduğunu bu birimde o dönem üsteğmen olarak görev yapan, yıllar sonra da Kurmay Başkanlığına getirilen Milli Güvenlik Kurulu eski Genel Sekreteri Em. Orgeneral Sabri Yirmibeşoğlu’ndan öğreniyoruz: “6-7 Eylül de bir Özel Harp işidir. Muhteşem bir örgütlenmeydi. Amacına da ulaştı.”

1978'de Bülent Ecevit, başbakan olarak Sarıkamış'a gittiğinde Tümen Komutanı olan Sabri Yirmibeşoğlu Orduevi'nde kendisine ve eşine bir yemek vermişti. Ecevit, Özel Harp Dairesi’ne bağlı “sivil örgütte” görev alan bazı kişilerin terör olaylarında yer aldığından kuşkuluydu. Bu nedenle Komutandan bilgi almaya çalışıyordu. Yirmibeşoğlu "Kuşkularınız yersiz" deyince Ecevit şunu sordu: "Farz-ı muhal, buradaki MHP il başkanı, aynı zamanda Özel Harp Dairesi'nin sivil uzantısındaki gizli elemanlardan biri olamaz mı?" Yirmibeşoğlu bu soruyu doğruladı: "Evet, öyledir ama kendisi çok güvenilir, vatansever bir arkadaşımızdır." (Bülent Ecevit, DSP, 1991, s. 43)

Sevgili okurlar, Em. Orgeneral Sabri Yirmibeşoğlu’nun bu “kurumsal vatansever” arkadaşının kim olduğunu sanırım merak etmişsinizdir. Bir ipucu vereyim: Bu “vatansever”in adına Abdi İpekçi’nin öldürülmesi ve Mehmet Ali Ağca’nın cezaevinden kaçırılması olaylarında rastladık; o dönem “Doğu’nun Başbuğu” olarak anılıyordu. Altı yıl cezaevinde kaldı. Daha ayrıntılı bilgi Süleyman Genç’in “Kuşatılan Devlet Türkiye” adlı kitabından alınabilir.

***

Kimi dostlar “Türk gladyosu” olarak da anılan Özel Harp Dairesi’nde yapılan arama ve incelemeleri Türk Silahlı Kuvvetleri’ne karşı girişilen bir saldırı olarak değerlendiriyorlar. Keşke bu incelemeler AKP iktidarı öncesi yıllarda yapılabilseydi. Ya da Türk Silahlı Kuvvetleri bu birimin geçmişte demokrasi, özgürlük ve insan hakları karşıtı eylemlerini eleştirel bir anlatımla bizzat açıklayıp bu birimi lağvettiğini kamuoyuna duyurarak, toplumu kuşku ve korkularından, kendisini de de töhmet altında kalmaktan kurtarsaydı. Bizi de 2010’un arifesinde bu kozmik işlerden…





KARAMSARLIK - 28.12.2009

İstanbul hayran olunacak güzel bir kent, hayatın her gün 24 saat sürdüğü, çeşitli yönleriyle albenisi olan renkli bir metropol. Bu kente gelen yabancılar, burada yaşamanın bir şans olduğunu söylüyorlar. Tümü doğru bu yargıların, fakat İstanbul’un insanı karamsarlaştıran bir yanı da var ve bu yan giderek ağır basmaya başlıyor.

Kentleri canlı kılan insanlarıdır; İstanbul’da da 12 milyonun üzerinde insan yaşıyor. Kimi zaman İstanbul’dan çok daha az nüfusa sahip kentleri düşünüyorum, Madrid’i, Berlin’i, Roma’yı sözgelimi. Kalabalıklar canlanıyor gözümde; Madrid’de bir milyon insan yürüyor ülkede barış için, Berlin’de, Roma’da yüz binlerce işçi sokaklara dökülüp hak arıyor, Kopenhag’da on binlerce çevreci daha yaşanabilir bir dünya için alanları dolduruyor.

İstanbul’un insanları ise sessiz, suskun, duyarsız; oysa ilk kurtarılması gereken bizim iç barışımız, sokak aralarında insanlarımız birbirine girerken, otobüslerde çocuklar yakılırken, İstanbullular sokağa dökülmüyor, yüz binler, milyonlar olup barış için haykırmıyorlar. Televizyon görüntülerini izleyip ah-vah çekmekle yetiniyorlar. Tekel işçileri analarının ak sütü gibi helal hakları için Ankara’da direnirken İstanbul’un işçileri alanları doldurup onlarla dayanışmıyor. Sendikalar bir saatlik iş bırakımıyla kendilerini tatmin ediyorlar. İstanbul yıllardır sayısız çevre felaketi yaşıyor, yanlış yapılaşmalar, yanlış yerleşimler, belediye hatalarıyla güçlü bir yağmur onlarca canı alıp götürüyor. Buna da duyarsız bu kentin insanları.

Bunları düşündükçe İstanbul’un o hayran olunacak güzellikleri perdeleniyor, perde kalınlaştıkça insan karamsarlığa kapılıyor.

Ülkece, toplumca çok karanlık bir dönemden geçiyoruz. Hayatın her alanını, her anını umursamamız gereken bir dönem bu; bir ışık aramak, bulmak, içimizi yeniden aydınlatmak zorundayız. Bulduğumuz ışığa doğru yürümek, yürürken çoğalmak zorundayız. Üzerimize çöken karanlıktan kurtulabilmemizin başka yolu yok.

***

İki gün önce Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği’nin çağrılısı olarak Çanakkale’deydim. “Medya ve Topluma Etkileri” konulu bir konuşma yaptım kalabalık bir salonda. Konu bizim basınımız, bizim televizyonlarımız, bizim radyolarımız olunca “iyi şeyler” söylemek olası değil, çünkü bizim medyamız çok önemli bir bölümüyle üzerimize çöken karanlıkta pay sahibi; okurlarını, izleyenlerini, dinleyenlerini çarpıtılmış haberlerle, güdümlü bilgilerle, yalanlarla yıllardır uyutuyor, korkutuyor, sindiriyor. Varsıldan yana, yoksula karşı; karanlıktan yana, aydınlığa karşı bir aygıta dönüşmüş, maskeli patronlarıyla, kiralık kalemleriyle, gizli haber alma ağlarıyla ucubeleşmiş.

Bir ucubeden söz ederken karamsar bir tablo çizmemek olası mı? Hele o maskeli patronların doyumsuzluğunu, sayıları giderek azalan demokrat medyadan yeni parçalar koparmak için ne dalavereler çevirdiklerini bilince “iyi şeylerden” söz etmek nasıl olası olabilir?

Fakat konuşurken salondaki insanların yüzlerine baktım; anlattıklarımı onaylıyorlar, ama karamsarlığımı paylaşmıyorlardı. Hem konuşuyor hem de koşullanmışlığımla hesaplaşıyordum. Karşımdakiler aydınlık yüzlü, gözlerinde umut ışıkları parıldayan “farklı” insanlardı. İçlerinde yeşeren umutları birbirlerine ortak kılmışlar, çoğalmışlardı. İstanbul’un karamsarlığını Çanakkale’ye taşımak Çanakkalelilere, ÇYDD’lilere haksızlıktı.

O gözlerinde umut ışıkları parıldayan insanlara bakarken içimin ısındığını duyumsadım. Onca olumsuzluk içinde büyük işler başarmışlardı. Yirmi yıl önce yola çıkmışlar, on binlerce öğrenci okutmuşlar, topluma erdemli, doğru, bu ülkeyi güzel yarınlara taşıyacak iyi insanlar kazandırmışlardı. Yurtlar, okullar açmışlardı. Burs verdikleri öğrenci sayısı 40.000’e, açtıkları şube sayısı 98’e ulaşmıştı. Bıkmadan, usanmadan, yorulmadan, yılmadan bildikleri yolda yürüyorlardı.

Bu ülkede karamsarlığı da, karanlığı da yırtan toplum gönüllüleriydi ÇYDD’liler.

Onlara kocaman bir teşekkür borçluyum, yüreğimi ısıtıp içimi aydınlattıkları için.

DELİLER EVİNDE HAYAT - 27.12.2009

Yaşadıklarımızı, tanık olduklarımızı düşününce “Yok,” diyorum, “olamaz, bunların hiçbiri gerçek olamaz.” Bilmediğimiz birileri, birtakım bilinmeyen yönetmenler bir oyun sahneye koymuşlar, bize izletiyorlar. Çok oyunculu, uzun ve sonu belirsiz bir oyun; herhalde sonunu izleyenlerdeki gerilim dozu düşmesin, diye belirsizleştirmişler. Ne var ki art arda değişen sahnelerin hızına erişmek neredeyse olanaksız. Olaylar öyle karmaşık, öyle girdi çıktılı ki oyunun bir sahnesini çözdüm derken, aynı anda kendinizi koyu bir bilinmezliğin içinde buluveriyorsunuz. Oysa olaylar zincirinde her sahne öbür sahnelerle dolaylı ya da dolaysız ilintili, dolayısıyla birinin kaçırılması oyunun tümünün kaçırılması anlamına geliyor.

İtiraf edeyim, ben hâlâ oyunun o “yaş mı da kuru mu” sahnesindeyim. Hani bir deniz albayı vardı, “irticaa karşı imha planı” hazırladığı söylenmişti de imzası kuru çıkınca millet mızmızlanmıştı, “Islak imzasız imha planı mı olur?” diye. Mutlaka anımsamışsınızdır, birlikte izledik. Neyse, aradan haftalar geçti, birisi o planın yaş imzalısını gönderdi adi postayla savcılığa. Bu kez de, “Yahu böyle önemli bir belge adi postayla mı yollanır?” fısıltısı yayılıverdi ortalığa. Milletin ağzı torba olmadığından büzülemiyor, böyle olunca da her kafadan bir ses çıkıyor. Diyeceğim, ben hâlâ o sahnedeyim, o sahneyi çözemediğimden yeni sahnelere geçemiyorum. Öte yandan bu arada da köprülerin altından şırıl şakır sular akıyor.

Kısacası Sevgili Dostlar, yardımınızı diliyorum.

Son bildiğim o albayın postadan çıkan yaş imzalı “imha planına rağmen” Cumhuriyet Savcılığınca salıverildiği idi. Sonra ne oldu? Albay yargılanıyor mu, yoksa suçsuzluğu mu kanıtlandı? O yaş imza işin uzmanları tarafından bir kez daha incelenecekti; incelendi mi? Sonuç ne oldu? Bilen var mı? Eğer olayda bir belge sahteciliği söz konusu ise bu sahte belgeyi ortaya sürenler hakkında yargı bir adım attı mı? Merak ediyorum. Yönetmenin kim olduğunu bilsem ona soracağım, ama bilmiyorum.

Bu merakımı gideremeden de yeni merak alanlarına geçemiyorum. Oysa arada kaç sahne değişti, kim bilir?

***

Bana anlatılanlara göre yeni sahneler çok daha müthiş, çok daha heyecanlıymış. Birtakım muvazzaf subaylar ikili suikast timleri oluşturmuşlar, Ankara’da sokakları tarıyorlarmış. Bu ikili timlerden biri yakalanmış, hem de ellerindeki kroki ile birlikte. Tam 007’lik bir olay! Yakalanır yakalanmaz da biri elindeki krokili kâğıdı bir pet şişe kapağına tıkıştırıp saklamak istemiş, fakat başaramamış. Bana doğrusu “binbaşı” rütbesinde, üstelik de Özel Harp Dairesi’nde görevli bir subayın böylesine tehlikeli bir iş için yola çıkmadan önce dört sözcüklü bir adresi ezberleyememiş olması tuhaf geldi. Sanırım bir “reji hatası” olmalı. Yukarıdaki, “Tam 007’lik bir olay!” sözünü bu nedenle geri alıyorum, çünkü James Bond filmlerinin hiçbirinde bu tür tuhaf hatalar yapılmıyor.

Oyunun bu sahnesinde bir de politikacı varmış, “Yakalanan o subaylar beni arıyorlardı, olayın mağduru benim!” diyormuş. Gerilim bu kadarla kalsa gene iyi, subayların üstleri açıklama yapıp, “Biz onları oraya başka bir iş için gönderdik,” demişler. İnandırıcı olmamışlar mı ne, savcılarla polisler subayların Özel Harp Dairesi’ndeki ofislerini basıp bir gece boyu aramışlar. İyi mi?

Sizlerin de yardımlarıyla o “yaş mı da kuru mu” konusunu açıklığa kavuşturabilirsem bu olaya da mutlaka el atmak istiyorum. Daha böyle onlarca, yüzlerce sahne var, fakat tümünü izlemeye, izleyip anlamaya, çözmeye insan ömrü yetmez. Zorunlu olarak bir seçme yapacağım.

Bu olayların benim için “esin kaynağı” olmaları gibi bir yanı var; eğer yeterli malzeme toplayabilirsem bir roman yazmak niyetindeyim. Olaylar romanımın arka planını oluşturacak. Ön planda da sahneler değiştikçe şaşıran, korkan, paranoyaklaşan, sinen, pusan, susan, aynı zamanda da yandaşlaşan insanlar. Bir yanda, “Ne olacaksa olsun artık,” deyip bir şeyler olmasını bekleyenlerle öbür yanda “Bir şeyler olacağı kesin,” deyip bir şeyler olmadıkça düş kırıklığı yaşayanlar… Bunların aralarındaki çatışmalar, çekişmeler. Tam anlamıyla psikolojik öğelerin ağır basacağı bir gerilim romanı yani… Adı ne mi olacak? “Deliler Evinde Hayat”. Aslında adı “Memleketin Birinde Hoptirinam” koymak isterdim, ama romanı Aziz Nesin ustadan yürütmüş deyip, dedikodu yaparlar. Neme lazım…

TIKIR TIKIR İŞLEMEK - 23.12.2009

Bir süredir televizyon kanallarında bir reklam filmi dönüyor; ülkemizin “önde gelen” sanayicileri ekranda belirip Türkiye’nin makinelerinin gibi tıkır tıkır çalıştığını söylüyorlar. Onlar “tıkır tıkır” sözcüklerinde anlatımını bulan makinelerinin “başarılı” işlemesiyle ekonomiye “can” veriyorlar. Söylediklerini şöyle de çevirebiliriz: Can verdikleri ekonomi tıkır tıkır çalışınca yürürlükteki sistem de tıkır tıkır çalışıyor, durum böyle olunca ülkede de her şey tıkırında gidiyor.

Reklam, bize bir mesaj veriyor. Deniyor ki “Ey insanlar, bizim başarımız ülkenin başarısıdır, siz, siz olun, her şey tıkırında yürürken sakın tekerimize çomak sokmayın!” Yani “Susun!”, “Yazgınıza boyun eğin!”, “Sokaklara dökülmeyin, varsın tencerelerinizde aş yerine taş kaynasın!” Bunu demek istiyorlar.

Söylediklerinden bunları çıkarmasam yazımın ilk tümcesinde tırnak içine aldığım “önde gelen” sözcükleri yerine “büyük” sözcüğünü kullanırdım. Değiller. İşçilerin örgütlenmesine, sendikacılığa karşı çıkan, işyerlerinde örgütlü emekçiye hoşgörü gösteremeyen, işçi haklarına yasakçı bakışla bakan anamalcılar/anaparacılar, bir başka deyişle kapitalistler “büyük” önadına layık olabilirler mi?

Aralarında her ne kadar yaptıkları “hayırsever” hizmetlerle toplumdan aldığını topluma geri veriyor gibi görünenler de olsa tek başına bu, bırakın büyüklüğü, sınıfsal konumlarına uygun düşen “burjuva” sözcüğüyle tanımlanmaları için yeterli midir?

Salt üretim araçlarının sahibi olmak bu tanımlamalar için yeterli değildir. Türkiye’nin anamalcıları/anaparacıları varsıldırlar, zengindirler, servet sahibidirler, fakat ne “büyük” ne de “burjuva”lardır.

***

Türkiye’de toplum, emek-sermaye çelişkisi temelinde hızla ayrışan, varsılın daha varsıllaştığı, yoksulun ise daha yoksullaştığı vahim bir süreç yaşamaktadır. Cumhuriyet tarihinin hiçbir döneminde sınıflar arası uçurum böylesine derinleşmemiştir. Bugün Türkiye’de milyonlarca insan açlık sınırının altında yaşamaktadır. Öyle ki ülkenin en güvenilir devlet kurumlarından biri olması gereken Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK) bile bu utanılacak gerçeği saklayabilmek için insan mantığının kabul etmesine olanak bulunmayan sayılar açıklamaktadır. Örneğin, TÜİK 2008/2009 verilerine göre Türkiye’de dört kişilik bir ailenin açlık sınırını 255 TL olarak açıklamıştır.

Bir simit 0,75 TL’dir. Bir litrelik şişe suyun fiyatı da aynıdır. Buna göre 30 gün çeken bir ayda bir aile üyesi her öğün bir simit yese ve gün boyu iki şişe su içse harcayacağı para 90 simit için 67,50 TL, 60 şişe su içinse 60,00 TL, toplam 127,50 TL’dir. Dolayısıyla yalnızca simit ve su ile beslenen dört kişilik bir ailenin gereksinimi olan aylık gelir 510,00 TL’dir, yani devletin belirlediği açlık sınırının iki katı!

Devleti yönetenlerin, bir devlet kurumu olan TÜİK’in yayımladığı bu sayılar karşında yüzleri kızarmamaktadır, çünkü onlar var olan düzenin bekçileridirler ve bu düzen böyle sürsün diye oradadırlar.

***

Dünya Bankası verilerine göre Türkiye’de nüfusun en varsıl yüzde 10’u gelirden yüzde 34,1 pay alırken, en yoksul yüzde 10’unun payı ise yüzde 2,0’dir. Ekonomi büyüdükçe bu makas da her yıl biraz daha açılıyor. Buna göre ünlü Forbes Dergisi’nin yıllık değerlendirmelerinde dünyanın en zengin 500’ü arasına her seferinde Türkiye’den yeni dolar milyarderlerinin katılması da, çöplüklerde yiyecek arayan yoksul sayısının da artması da olağandışı bir durum değildir.

Resmi ağızlarca kişi başı yıllık gelirin 7.400 dolara yükseldiği söylenen ülkemizde 10 milyonun üzerinde yurttaşımız günde 2 dolarla yaşamını sürdürüyor. Türkiye Avrupa’da gelir dağılımının en çarpık olduğu ülke konumunda; bundan ne devlet, ne de kapitalistlerimiz rahatsızlık duyuyor.

Devlet de, devletin koruyucu kanatları altındaki kapitalistler de bu düzen hep böyle sürsün istiyorlar. Bu nedenle emekçi örgütlenmelerine en ufak hoşgörüleri yok; dolayısıyla genel sendikalaşma oranının ücretlilerde yüzde 6 dolaylarına inmesi, bu oranın özel sektörde yüzde 3’lere kadar düşmesi rastlantı değildir.

Kısacası, tıkır tıkır işleyen bu düzenin tekerine çomak sokmanın günü çoktan geldi, geçiyor.