5 Ocak 2010 Salı

KARAMSARLIK - 28.12.2009

İstanbul hayran olunacak güzel bir kent, hayatın her gün 24 saat sürdüğü, çeşitli yönleriyle albenisi olan renkli bir metropol. Bu kente gelen yabancılar, burada yaşamanın bir şans olduğunu söylüyorlar. Tümü doğru bu yargıların, fakat İstanbul’un insanı karamsarlaştıran bir yanı da var ve bu yan giderek ağır basmaya başlıyor.

Kentleri canlı kılan insanlarıdır; İstanbul’da da 12 milyonun üzerinde insan yaşıyor. Kimi zaman İstanbul’dan çok daha az nüfusa sahip kentleri düşünüyorum, Madrid’i, Berlin’i, Roma’yı sözgelimi. Kalabalıklar canlanıyor gözümde; Madrid’de bir milyon insan yürüyor ülkede barış için, Berlin’de, Roma’da yüz binlerce işçi sokaklara dökülüp hak arıyor, Kopenhag’da on binlerce çevreci daha yaşanabilir bir dünya için alanları dolduruyor.

İstanbul’un insanları ise sessiz, suskun, duyarsız; oysa ilk kurtarılması gereken bizim iç barışımız, sokak aralarında insanlarımız birbirine girerken, otobüslerde çocuklar yakılırken, İstanbullular sokağa dökülmüyor, yüz binler, milyonlar olup barış için haykırmıyorlar. Televizyon görüntülerini izleyip ah-vah çekmekle yetiniyorlar. Tekel işçileri analarının ak sütü gibi helal hakları için Ankara’da direnirken İstanbul’un işçileri alanları doldurup onlarla dayanışmıyor. Sendikalar bir saatlik iş bırakımıyla kendilerini tatmin ediyorlar. İstanbul yıllardır sayısız çevre felaketi yaşıyor, yanlış yapılaşmalar, yanlış yerleşimler, belediye hatalarıyla güçlü bir yağmur onlarca canı alıp götürüyor. Buna da duyarsız bu kentin insanları.

Bunları düşündükçe İstanbul’un o hayran olunacak güzellikleri perdeleniyor, perde kalınlaştıkça insan karamsarlığa kapılıyor.

Ülkece, toplumca çok karanlık bir dönemden geçiyoruz. Hayatın her alanını, her anını umursamamız gereken bir dönem bu; bir ışık aramak, bulmak, içimizi yeniden aydınlatmak zorundayız. Bulduğumuz ışığa doğru yürümek, yürürken çoğalmak zorundayız. Üzerimize çöken karanlıktan kurtulabilmemizin başka yolu yok.

***

İki gün önce Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği’nin çağrılısı olarak Çanakkale’deydim. “Medya ve Topluma Etkileri” konulu bir konuşma yaptım kalabalık bir salonda. Konu bizim basınımız, bizim televizyonlarımız, bizim radyolarımız olunca “iyi şeyler” söylemek olası değil, çünkü bizim medyamız çok önemli bir bölümüyle üzerimize çöken karanlıkta pay sahibi; okurlarını, izleyenlerini, dinleyenlerini çarpıtılmış haberlerle, güdümlü bilgilerle, yalanlarla yıllardır uyutuyor, korkutuyor, sindiriyor. Varsıldan yana, yoksula karşı; karanlıktan yana, aydınlığa karşı bir aygıta dönüşmüş, maskeli patronlarıyla, kiralık kalemleriyle, gizli haber alma ağlarıyla ucubeleşmiş.

Bir ucubeden söz ederken karamsar bir tablo çizmemek olası mı? Hele o maskeli patronların doyumsuzluğunu, sayıları giderek azalan demokrat medyadan yeni parçalar koparmak için ne dalavereler çevirdiklerini bilince “iyi şeylerden” söz etmek nasıl olası olabilir?

Fakat konuşurken salondaki insanların yüzlerine baktım; anlattıklarımı onaylıyorlar, ama karamsarlığımı paylaşmıyorlardı. Hem konuşuyor hem de koşullanmışlığımla hesaplaşıyordum. Karşımdakiler aydınlık yüzlü, gözlerinde umut ışıkları parıldayan “farklı” insanlardı. İçlerinde yeşeren umutları birbirlerine ortak kılmışlar, çoğalmışlardı. İstanbul’un karamsarlığını Çanakkale’ye taşımak Çanakkalelilere, ÇYDD’lilere haksızlıktı.

O gözlerinde umut ışıkları parıldayan insanlara bakarken içimin ısındığını duyumsadım. Onca olumsuzluk içinde büyük işler başarmışlardı. Yirmi yıl önce yola çıkmışlar, on binlerce öğrenci okutmuşlar, topluma erdemli, doğru, bu ülkeyi güzel yarınlara taşıyacak iyi insanlar kazandırmışlardı. Yurtlar, okullar açmışlardı. Burs verdikleri öğrenci sayısı 40.000’e, açtıkları şube sayısı 98’e ulaşmıştı. Bıkmadan, usanmadan, yorulmadan, yılmadan bildikleri yolda yürüyorlardı.

Bu ülkede karamsarlığı da, karanlığı da yırtan toplum gönüllüleriydi ÇYDD’liler.

Onlara kocaman bir teşekkür borçluyum, yüreğimi ısıtıp içimi aydınlattıkları için.

Hiç yorum yok: