5 Ocak 2010 Salı

YAŞAMA SEVİNCİ - 04.01.2010

Üçü “klasik”, biri “postmodern” olmak üzere 50 yılda dört askeri müdahale yaşamış bir ülkede insanları korkutup sindirmenin yollarından biri, hatta en etkilisi kuşkusuz ki “darbe tehdidi”dir. Ben, başından beri bu tehdidin geçerliliğine inanmadım, son olaylardan sonra hiç inanmıyorum. Tam tersine iktidarın toplumu korkutup sindirmeyi, toplumun yaşama sevincini boğmayı iyice kafasına koymuş olduğunu ve bu hedefe uygun bir senaryo sahnelediğini düşünüyorum. Uygulama marangoz, elektrikçi, berber gibi mesleklerden erleri taşıyan askeri araçların peşine polis takma gibi noktalara geldikçe en uyku sever insanlarımız bile gözlerini açıp “Ne oluyor?” diye sormaya, yandaş medyanın tüm çabalarına karşı aymaya, sözü edilen darbenin bir askeri tehdit olmayıp iktidardan kaynaklanan bir sivil tehdit olduğunun ayırtına varmaya başlıyor. Bu doğal ki sahnelenen senaryonun amaçlarına ters düşen bir süreç ve derhal kırılması gerekiyor, o zaman gelsin ek senaryolar. Hemen yeni “suikast planları” çıkarılıveriyor ortaya.

Her zaman “yüce Türk” önadıyla sözü edilen yargı da bir tuhaf, önünde insan boyunu aşan “belge tepeleri”, elinde Türk hukuk tarihinin en kapsamlı iddianameleri, karşısında ise “şüpheli kişiler” savıyla içeri atılmış çok sayıda sanık var. Kimi bir yılı aşkındır, kimi 12, 11 ya da 10 aydır parmaklıklar ardında çile çeken bu insanlardan üçünü, beşini “Suçlular işte bunlardır!” diye gösteremiyor. Anlaşılan odur ki “Geciken adalet, adalet değildir” yaklaşımını bizim yargımız pek benimsememiş, benimsemiyor. Böyle olunca toplumda yargıya karşı belirgin ölçüde bir güven yitiminin gözlemleniyor olması doğal değil mi? İktidar doğrusu bu alanda da başarılı son güven kaleleri de yıkılınca insanlar boşluğa düşüveriyorlar.

***

İnsanları önce boşluğa düşürme, yaşama sevinçlerini boğma, sonra da korkutup sindirerek edilgenleştirmek her baskıcı rejimin başvurduğu yöntemlerdir. AKP iktidarı bu yöntemleri “askeri müdahale tehdidi” üzerinden kullanıyor.

Şimdi bana, “Ne oldu, daha dün Özel Harp Dairesini eleştiriyordun, düşüncelerin mi değişti?” diye sorabilirsiniz. Doğal ki değişmedi, değişeme de. Çünkü Özel Harp Dairesi ya da bilinen adıyla “kontrgerilla” benim kuşağımın karşısına belleklerimizden çıkamayacak ölçüde sıklıkla çıktı. 6-7 Eylül 1955 Olaylarından başlayarak kanlı provokasyonlar düzenledi, çok canlar aldı, darbeler tezgâhladı, on binlerce insan gözaltına alındı, binlercesi işkencelerden geçti, tutuklandı, askeri mahkemeler ağır hapis cezaları ve idam kararları verdi, arkadaşlarımız asıldılar. Partiler, sendikalar, dernekler kapatıldı, gazeteler, dergiler yasaklandı, demokrasimiz iğdiş edildi, ülkemiz ve toplumumuzun bugün yaşanan kahırlı günlere getirilmesinde Özel Harp Dairesi/Kontrgerilla önemli bir rol oynadı. Türkiye, 12 Mart ve 12 Eylül darbeleriyle emperyalizmin avlağına dönüştürüldü.

Bu ülkede hiçbir yurtsever Türk Silahlı Kuvvetlerinin saygınlığını yitirmesini istemez, arzulamaz. “Kozmik İşler” yazımda da belirttiğim gibi TSK keşke 12 Mart ve 12 Eylül darbelerini onaylamadığını açıklasa, işlevinin son yıllarda değiştiği söylenen Özel Harp Dairesi’nin geçmişte toplumumuzun en ilerici kesimlerine karşı uyguladığı şiddeti eleştirse örnek bir davranış sergilerdi düşüncesindeyim. Bu davranışın herkesten önce Türk Silahlı Kuvvetleri’ni “sürekli darbeci üreten bir mekanizma” olarak göstermek isteyen kesimlere karşı güçlü bir yanıt olacağı inancını taşıyorum.

***

AKP iktidarının oyunlarına gelmeyelim, edilgenleşmeyelim. Her şeyden önce yaşama sevincimizi yitirmeyelim, tam tersine kuvvetle sarılalım hayata. Nükleer enerjiye şiddetle karşı çıkalım, sözgelimi; İstanbul Boğazına saplanacak yeni hançere, 3. köprüye karşı duralım. 12.000 Tekel işçisiyle, İstanbul’un itfaiyecileriyle dayanışalım. Birbirimizi sevelim, sayalım. Bakın o zaman her şey nasıl başka olacak.

Hiç yorum yok: