5 Ocak 2010 Salı

YÜKSEK SESLE DÜŞÜNMEK - 06.01.2010

Yargıç Kadir Kayan, yargının yeşil ışık yakmasıyla Seferberlik Tetkik Kurulu Ankara Bölge Başkanlığı’ndaki incelemelerini sürdürüyor. Sayın yargıcın araştırma/inceleme sonuçlarını büyük olasılıkla “devlet sırrı” kapsamına sokulacağı için biz sokaktaki yurttaşlar öğrenemeyeceğiz. Bu doğal, çünkü başka ülkelerde de “devlet sırrı” bağlamında bir saydamlık söz konusu olmuyor. Öyleyse bu konu bizi neden böylesine yakından ilgileniyoruz?

İlkin bir saptama yapalım; günümüz dünyasında olduğu gibi Türkiye’de de askeri darbelerin nesnel koşulları mevcut değil. Dolayısıyla “askeri darbe” söylemi bir “siyasal tehdit” olmaktan öte bir anlam ifade etmiyor, bu açıdan bakıldığında Ergenekon Davası adı verilen süreç de büyük ölçüde “şişirilmiş bir balon” ya da “hukuk skandalı” gibi tanımlamaları hak ediyor. Süreç uzadıkça aylardır Silivri Cezaevi’nde tutuklu bulunan arkadaşımız Mustafa Balbay, Prof. Mehmet Haberal, Doğu Perinçek gibi gazetecilerin, aydınların, parti liderlerinin suçsuzluğuna inananların sayısı da giderek artıyor.

“Ergenekon” üst başlığı altında çok sayıda dava yürüyor. Bu davalarda yargılanan sanıkların tümü için “sütten çıkmış ak kaşık” diyebilir miyiz? Bu sanıklardan bir bölümünün geçmişte ne tür karanlık işler çevirdikleri yıllardır yazılıp çiziliyor, dolayısıyla da bunların karşı işledikleri suçlardan yargılanarak hak ettikleri cezalara çarptırılmaları toplumun ortak beklentisi. Ne var ki bunlarla salt düşündükleri, konuştukları, yazdıkları için suçlu gösterilmek istenen insanların aynı kefeye konularak yargı önüne çıkarılmaları hukuku zedeliyor, inandırıcılığı yitirmesine neden oluyor.

***

Bir süredir ise “irticaı eylem planı belgesi”, “AKP Genel Başkan Yardımcısı Bülent Arınç’a suikast girişimi” , “Yargıç Kadir Kayan’ın askeri araçlarla izlenmesi” gibi senaryolaştırılmış dehşet oyunlarıyla haşır neşir oluyoruz. Bu savları aklı başında kimse ciddiye almasa da olaylar toplumun bir kesiminde Türk Silahlı Kuvvetleri’ne karşı bir “saldırı” olarak değerlendiriliyor.

Ben bu değerlendirmelere katılmıyorum, çünkü hükümet ile TSK arasında orduyu “antidemokratik eğilimli unsurlardan arındırma” konusunda bir uzlaşmaya varıldığını, bu senaryoların da bu arındırma işine meşruiyet kazandırma/yol açma nedeniyle sahnelendiğini düşünüyorum. Eğer TSK içinde bu eğilimde unsurlar varsa bile sayıları hükümete yakın medyanın varsaydığı ölçüde fazla olmamalı, çünkü TSK kendi rutin işleyişiyle bu unsurları bünyesinden çıkartıyor. Kalan unsurlar ise geçmişte görevleri olmadığı halde toplum mühendisliğine soyunan yüksek rütbeli bir takım subayların günümüze uzantılarıdır. Söz konusu yüksek rütbeli subayların bir bölümü TSK’ne 12 Eylül Darbesi döneminde katılmışlar ve ülkemiz demokrasisinin canına okuyan darbeciler tarafından eğitildiği bir gerçektir ve bir askerin üstleri tarafından nasıl eğitilmişse astlarını da öyle eğiteceği gözden uzak tutulmamalıdır.

***

Her TSK mensubunun tüm yurttaşlar gibi ülke sorunları üzerinde düşünmeye, düşündüklerini de özgürce açıklamaya hakkı olmalı, fakat bu hak sorunları silah zoruyla çözmeyi denemek olarak anlaşılmamalıdır. Geçmişte kendisinde bu hakkı gören askerleri tanıdık ve kendilerine verilen ülkeyi ve toplumu dış düşmanlara karşı savunma/koruma görevini “iç düşmanlar” yaratmak, güçlerini “iç düşmanlar” üzerinde yoğunlaştırmak olarak anlayıp uyguladıklarını gördük.

12 Eylül döneminde 634.000 kişi gözaltına alındı. Binlercesi işkenceden geçti, tutuklandı. Aileleriyle birlikte yaklaşık 2.500.000 insanımız mağdur oldu.

Bu zihniyette olan, kendi halkını “düşman” gören darbecilerin gözlerinin yaşına bakılmadan yargılanmaları, cezalandırılmaları gerekmez miydi?

Olmadı, yapılmadı. Neden?

Düşünelim, derim.

1 yorum:

ali zafer sapci dedi ki...

Düşüncelerinizi paylaştığınız için teşekkürler.