30 Temmuz 2008 Çarşamba

KARAR VE OLASI SONUÇLARI - 03.08.2008

Anayasa Mahkemesi’nin 11 üyesinden 10’unun ‘laiklik karşıtı eylemlerin odağı’ olduğu görüşünde birleşmelerine rağmen Adalet ve Kalkınma Partisi kapatılmadı, badireyi alacağı hazine yardımının yarıya indirilmesiyle atlattı . Bana, kararı nasıl bulduğumu soracak olursanız, yanıtım, “Böylesi iyi oldu,” biçiminde olacaktır. Çünkü gördüğüm kadarıyla toplumun çoğunluğu oluşturan geniş kesimleri, bir yandan içinde bulunduğumuz ekonomik krizin sonuçlarıyla, işsizlikle, yoksullukla boğuşur, gelecek korkusuyla yaşarken, öbür yandan da Ergenekon Davası’nın yol açtığı gerilimle madden ve manen yeni bir krizi taşıyamayacak ölçüde güçten düşmüştür.

Bu değin zor koşullarda, özellikle de okulluluk ortalaması 4 yılın altında olan toplumumuz, kendi geleceği söz konusu olsa bile genel seçimler gibi belirleyici bir dönemeçte rasyonel/akılcı bir karar veremeyecekti. Bu düşüncelerimin çoğu zaman ‘hoş’ karşılanmadığını, okuyan ya da dinleyenlerin beni ‘halkı küçümsemekle’, ‘seçkinci davranmakla’ suçladıklarını biliyorum. Ne var ki devekuşu gibi başımızı kuma sokmak, gerçeklerin üstünü örtmek, kendimizi kandırarak içimizi rahatlatmaktan öte bize bir yarar sağlamıyor.

Anayasa Mahkemesi AKP’yi kapatma kararı verse ve genel seçimlere gidilseydi, siyaset yapmaları yasaklanacak 71 kişinin dışındaki AKP kadrolarıyla kurulacak yeni parti, emanetçi lideri kim olursa olsun, oynayacağı mağdur rolünün de etkisiyle yine birinci parti olacak ve çok büyük bir olasılıkla hükümeti tek başına kuracaktı. Yakın tarihimiz, toplumumuzun, kapatılan partilerin mağduriyetini her zaman kendi mağduriyetlerinin üzerinde gördüğünü çeşitli örneklerle göstermiştir. Toplumun eğitim düzeyi yükselmedikçe ve rasyonalizm/akılcılık bireylerin siyasal seçimlerini yönlendirmedikçe bu ‘tersine davranış’ hep varolacaktır.

Kapatmayla sonuçlanmasa da Anayasa Mahkemesi’nin AKP’nin ‘laiklik karşıtı eylemlerin odağı olduğu’ yolundaki kararı, bu partiye yönelik ‘kesin’ bir uyarı olması nedeniyle önemlidir. AKP eğer Yargıtay Başsavcılığı’nın dikkatinin üzerinde olduğu bilinciyle hareket edip kendisine çeki düzen vermeyi başarabilirse bu her şeyden önce Türkiye için yararlı olacaktır.

Burada bir gerçeği dile getirmek gerekmektedir. Laikliği korumakla yükümlü yargı ile laiklik karşıtı eylemlerde odak olma ilişkisinde AKP’nin zayıf karnı Sayın Recep Tayyip Erdoğan’dır.

Sayın Erdoğan belli iç ve dış çevrelerin tüm şişirmelerine karşılık gerek yetiştiği sosyal çevre gerek aldığı eğitim gerekse de uzun yıllardır merkezinde bulunduğu siyasal/kültürel ilişkiler nedeniyle ufkunu Türkiye’yi yönetecek ölçüde genişletememiş yerel, popülist bir politikacıdır. Konuşmaktan düşünmeye zaman ayıramayan bir kişiliktir. Bu nedenle de hem kendini hem de partisini ‘Ziya Gökalp şiiri’ ve ‘İspanya’daki -…velev ki ile başlayan- konuşması’ gibi örneklerde görüldüğü gibi yasal sınırların eşiğine getirmektedir.

AKP, nevzuhur liberal çevrelerin savlarının tersine demokrasiyi içseleştirememiş bir partidir. Kadroları ve tabanına dincilik egemen olduğu sürece AKP’nin demokratik bir yapıya kavuşmasına nesnel olarak olanak yoktur. Buzla ateş nasıl bir arada düşünülemezse dinle demokrasi de bir arada düşünülemez. İslam, değiştirilemez bir ‘dogma’, demokrasi ise sürekliliği olan bir açılımdır.

AKP, önümüzdeki dönemde ‘dogma’ ile temeli ‘değişebilirlik’ olan demokrasi arasındaki hassas dengeye azami özen göstermek zorundadır.

Bu süreçte Cumhuriyet Halk Partisi’ne de görevler düşmektedir. Erken seçim olasılığı ortadan kalktığına göre CHP, bir an önce kendine çeki düzen vermeli, özellikle Anayasa değişikliği ve 301. madde konusundaki düşüncelerini gözden geçirmeli, ‘1930’ların partisi gibi olma’ görüntüsünden kendini kurtarmalıdır.
Tabii hâlâ sosyal demokrat bir parti olmak gibi bir iddiası varsa.

BİREYİN ÖZGÜRLEŞMESİ SOSYALİZMİN SORUNUDUR - 30.07.2008




Kendilerini solcu liberal/liberal sol olarak tanımlayan bir kesim, Marksist sosyalistleri insanların bireyselleşme, dolayısıyla bireysel özgürlük taleplerini es geçmiş olmakla/geçmekle eleştiriyor. Bu saptama doğru mudur, bir bakmak da yarar var.

Bireysellik, bilindiği gibi anahatlarıyla bireyin onuruna saygıyı, bireyin bağımsızlığını ve bireyin özgelişim özgürlüğünü amaçlar.

Bu doğru bir tanımsa o halde bireyselliğe ilişkin talepler salt hukuk içinde mi değerlendirilmelidir? Eğer böyleyse, örneğin, 14 nisan 1912 günü New York Proctor’s Theatre’da gerçekleşen bir tartışmada Amerikalı sosyalist lider Daniel De Leon’un New York Başsavcısı Thomas F. Carmody’ye söylediği şu cümle ne anlama gelmektedir? “Biz, kapitalizmi bireyselliği yıkmakla suçluyoruz!”

De Leon’un suçlaması kaynağını Aydınlanmacılığın en önemli düşünürlerinden olan, özgürlüğü her şeyin üzerinde bir değer olarak gören ve bunu her hukuk sisteminin hedefi olarak değerlendiren Jean-Jacques Rousseau’dan almaktadır. Rousseau, Toplum Sözleşmesi’nde eşitliği özgürlüğün yanına koyar ve “Özgürlük onsuz var olamaz!” der.

Rousseau’ya göre büyük ekonomik eşitsizlikler özgürlükle bağdaşmaz. Eşitsizlik ekonomik bağımlılığa yol açar ve toplumda var olduğu sürece insan yaşayabilmek için kendisini başkalarına satmak zorunda kalır. Varsıl yoksulu kendi çıkarı doğrultusunda sömürür, özgürlük yoksul için artık söz konusu değildir. Özetle insanın bağımlılığına, sömürüsüne dayanan ve onun özgürlüğünü yok eden eşitsizlikçi toplum, içinde güçlü, uzlaşmaz çelişkiler barındırır.

Kapitalizmin mülksüzü dışlayan, özgürlüğünü elinden alan, onu bir sömürü nesnesi olarak gören niteliği 200 yıl önce ne idiyse bugün de odur, hiç değişmemiştir. Siyasal liberalizm, salt burjuvazinin sömürdüğü sınıflar üzerindeki egemenliğinin/sömürü özgürlüğünün sınırlarını genişletmek amacıyla ortaya çıkmış bir ideolojidir.

Örneğin, liberalizmin önde gelen düşünürlerinden John Stuart Mill, ‘Özgürlük Üzerine’ başlıklı makalesinde bireyin sınırsız düşünce ve tartışma özgürlüğünü, toplumda çoğulculuğu savunur; bugün ‘mahalle baskısı’ olarak tanımlayabileceğimiz ‘uyum baskısı’na, ‘kitle ve kamuoyu tiranlığı’na karşı çıkar, salt bu noktayla sınırlı olmak üzere ‘devlet müdahalesi’ne cevaz verir. Mill’in bu yaklaşımı esas olarak egemen sınıfların özgürlüğünü korur niteliktedir.

Sınıflı toplumlarda, -ki, sınıflı olmayanı henüz yoktur-, birey hak ve özgürlüklerinin sınırını, ezen sınıfla ezilen sınıf arasındaki farkın boyutları belirler.

Ezen sınıflarla ezilen sınıflar arasındaki farkı ortadan kaldırmayı hedefleyen Marksizm ise emekçi sınıflar adına liberalizme verilmiş bir yanıt ve toplumun geneline sunulmuş bir özgürleşme seçeneğidir.

Tarihsel gelişim içinde liberalizm ile Marksizm birbirlerini kaçınılmaz olarak etkilemişlerdir. Bugün ‘sosyal liberalizm’ ya da ‘demokratik sosyalizm’ gibi kavramlardan söz ediliyorsa bu, sözü edilen karşılıklı etkileşimin sonucudur. Ne var ki sosyal etkilenme kapitalizmin temel niteliği olan emeğin sömürülmesi gerçeğini değiştirmediği gibi liberal etkilenme de sosyalizmin emekten yana temel niteliğini ortadan kaldırmaz.

Ülkemizde son dönemde ortaya çıkan ve AKP iktidarına yakın medyada köşebaşlarını tutan bir grup ‘liberal’, bir yandan “Hâlâ sosyalistiz!” diyerek, bir yandan da ‘özgürlük’ ve ‘demokrasi’ kavramlarını topyekün burjuvaziye mal ederek, katı dogmatik bir dille sosyalistlere saldırıyor. Ne var ki bu tür saldırılar sosyalistleri etkilemiyor, etkilemeyecektir.
Çünkü onlar 21. yüzyılın demokrasi, özgürlük ve insan hakları yüzyılı olacağını, bunun da güvencesinin kendileri olduğunu biliyorlar.






26 Temmuz 2008 Cumartesi

FETHİ NACİ'NİN ARDINDAN - 27.07.2008


Sonun yaklaştığını, aramızdan ayrılacağı ânın çok uzakta olmadığını biliyorduk. Bizi hüzne boğan ayrılışı uzun zaman önce, adına ‘alzheimer’ denen kurtuluşsuz hastalığa yakalanmasıyla başlamıştı aslında. Beklenen yalnızca o ‘an’dı, geldi. Edebiyatımızın gelmiş geçmiş en büyük eleştirmenini 23 temmuz Çarşamba sabahı yitirdik.
İçtenlikle ‘abi’ dediğim az sayıdaki insanlardan biriydi Fethi Naci.

Dokuz yıl önce son kitabı ‘Dönüp Baktığımda…’ üzerine yazdığım bir yazıda onu Yunan düşünürü Sokrates’e benzetmiştim. Dövüşkenliği, dayanıklılığı, yürekliliğiyle de ün kazanmış düşünür soylu olmadığı gibi varlıklı da değildi. İÖ 403’te yeniden iktidara gelen ‘demokratlar’, tiranlar arasında birçok öğrencisi bulunduğu için Sokrates’i suçlayarak mahkeme önüne çıkarmışlar, onu ‘gençleri yoldan çıkarmak’ ve ‘devletin tanrılarını yok sayarak yeni tanrılar uydurmakla’ suçlamışlardı.

Sokrates, bu suçlamaları hafife almış, bir tür ‘itiraf’ gibi de sayılabilecek bir savunma yaptıktan sonra suçlu bulunmuştu. Yasal hakkı gereğince kendisine bir ceza biçme sırası gelince, aslında büyük bir hayır işlemiş sayılması gerektiği


ni öne sürerek devlete hizmet edenlerin bedava yemek yediği Pithaion’da karnının doyurulmasını istemişti. Egemenlerle alay ediyordu. Bu davranışı Atina mahkemesinin üyelerini daha da öfkelendirmiş, çoğunluğun oylarıyla ölüme mahkûm edilmişti. Kararı izleyen son konuşmasında kendisine ‘beraat’ oyu verenlere seslenerek onlardan oğullarını, ‘onurlu bir yaşam sürmezlerse, kendisinin herkesi uyardığı gibi uyarmalarını’ istemişti. Onun ünlü, “İncelenmemiş bir yaşam, insan için yaşamaya değmez!” sözü de bu konuşmasında geçmiştir.

Bende Sokrates’i çağrıştıran Naci Abi’nin kitabının arka kapağında yer alan kısa tanıtma yazısı oldu. “Dönüp Baktığımda, zaman içinde yavaş yavaş oluşan, oluşumunu tamamlayıp tamamlamadığı pek de belli olmayan bir kitap. 1962’de yazdıklarım da var bu kitapta, 1988’de yazdıklarım da. Günümüzde yayımlanan anı kitapları, daha çok, başkalarını anlatıyor, ben de zaman zaman dostlarımdan söz ettim, ama daha çok kendimi anlattım. İlhan Selçuk, 1960 başlarında Cumhuriyet’te yazdığı bir köşe yazısında, vazgeçemediği mizahi bakışıyla, ‘Fethi Naci, kötü örnek oluyor’ demişti. Evet, bu kitapta, Karadeniz’in küçük bir kentindeki karpuz sergisinden gelen, karpuzcu Fethi Aga’nın oğlunun güçlüklerle dolu yaşamını okuyacaksınız; bu güçlükleri, Can Yücel’in deyişiyle, nasıl ‘seke seke’ aştığını da, ‘kötü örnek’ olmayı nasıl başardığını da…”
‘İnsan Tükenmez’, ‘Gerçek Saygısı’, ‘Az Gelişmiş Ülkeler Ve Sosyalizm’, ‘Emperyalizm Nedir’, ‘Kompradorsuz Türkiye’, ‘Az Gelişmiş Ülkelerde Askeri Darbeler Ve Demokrasi’, ‘Atatürk’ün Temel Görüşleri’ gibi kitaplarını okuyanlar, onun ‘kötü örnek’ olma yolundaki çabalarını bilirler. Naci Abi gerçekten de özellikle genç insanları ‘doğru yoldan saptırmayı’ kafasına koymuş bir sosyalistti. Kapitalizme, gericiliğe karşı duruşu hiç değişmedi; 1951’de Sultanahmet Cezaevi’nde neyse, 1999’da Giresun’da sosyalist bildiri dağıtırken de oydu. Bundan daha iyi ‘kötü örnek’ mi olur?


1965 yılında, ‘bir patrona bağlı’ son işi olan ‘murahhas aza yardımcılığı ve personel şefliğinden’ ayrılışını şöyle anlatır. “Bir gün Murahhas Aza beni çağırdı, durumu anlattı… ‘Seçmeniz gerekiyor. Ya yazıları bırakır (Vatan Gazetesi, Sosyal Adalet Dergisi) burada çalışırsınız, önünüzde iyi bir gelecek olur ya da buradan ayrılırsınız’ dedi. Ben de Murahhas Aza’nın önündeki kâğıtlardan birini çektim, istifamı yazmaya başladım…” Bu istifa ülkemiz yayıncılığına ‘Gerçek Yayınevi’ni, ‘100 Soruda Dizisi’ni ve yukarıda saydığım ‘yoldan çıkarıcı’ kitapları kazandırdı. Daha sonra onu Türk edebiyatının eleştirmenlik zirvesine oturtan, birbirinden önemli kaynak kitaplar geldi. Hâlâ, “Ben yıllarca iyi bir Marksist olmaya çalıştım,” diyecek kadar alçakgönüllüydü.





Onu çok özleyeceğim. Sevgisini, coşkusunu, rakısını, küfürlerini, yalınlığını…
Çok özleyeceğim.

21 Temmuz 2008 Pazartesi

DARBE, DEMOKRASİ VE SOL ÜZERİNE - 23.07.2008

Ergenekon davası, AKP iktidarına yakın kesimler tarafından toplumu ‘demokratlar’ ve ‘darbeciler’ olarak ikiye bölmek doğrultusunda başarılı bir biçimde kullanılıyor Öyle ki, siyasal yaşama demokrasi dışı hiçbir müdahaleyi hiçbir zaman düşünmemiş, fakat soruşturma sürecinde kamuoyuna yansıyan uygulama, önlem ve yöntemleri çeşitli açılardan içine sindiremeyen, eleştiren insanlar ‘darbecilik çamuru’ üzerlerine sıçrar korkusundan suskun kalıyorlar.

Son haftalarda sosyalistler de bu demokrasi-darbe ikilemine çekilmek isteniyor. Oysa sosyalistlerin, temel amacı kapitalist düzeni egemenler adına güvenceye almak olan bir askeri darbeye yandaş olabileceklerini düşünmenin akıldışı bir davranış olduğunu medyadaki en geri zekâlı AKP sözcüleri de biliyorlar. Fakat amaçları, sosyalizmi farklı bir yoldan bu ikileme çekmek olduğundan sosyalistlerin laiklik konusundaki duyarlıklarına yükleniyorlar. Ne var ki tüm bunlar sonuçsuz kalmaya mahkûmdur, çünkü laikliğin ‘demokrasinin olmazsa olmazı’ olduğunu bilen hiçbir sosyalist, eğer aklını yitirmemişse ya da yoldan çıkmamışsa, AKP’nin yanında saf tutmaz. Bundan, “Sosyalistlerin darbecileri desteklediği anlamı çıkar mı?” sorusuna yanıtımız ‘hayır’dır.

Bu ülkede askeri darbelerin en büyük mağdurları solcular olmuştur. 12 Mart, 12 Eylül zindanlarında en yoğun işkenceleri onlar görmüşler, en yaygın tutuklamaları onlar yaşamışlar, en uzun hapis cezalarına onlar çarptırılmışlar, en fazla canı da onlar yitirmişlerdir. AKP sözcülerinin ileri sürdüklerinin tam tersine darbelere en kesin kararlılıkla karşı çıkanlar onlardır.

Dolayısıyla sosyalistleri darbecilerin yanında göstermeye çalışmak boş bir çabadır.

Türkiye’de darbe olasılıklarının kökünün kazınmasını en fazla arzu edenler sosyalistlerdir. Susurluk Olayı’na ilişkin olarak ‘Aydınlık İçin Bir Dakika Karanlık’ gibi yaygın kampanyalar başlatanlar da yine onlar olmuştur. Ne var ki birkaç polis cezalandırılarak olayın üstü örtülmüş, esas suçluların üzerine gidilmemiştir.

12 Eylül darbecilerinin yargı önüne çıkarılmalarını mümkün kılacak anayasa değişikliği talebi de sosyalistlerden gelmiştir. Ne var ki bugün ‘demokrasi havarisi’ kesilen AKP iktidarı anayasa değişikliği konusunda toplumu aylarca oyalamış, sonunda dağ fare doğurmuştur. Doğan farenin de ömrü uzun olmamış, çıkartılan ‘türban



yasası’ Anayasa Mahkemesi’nden geri dönmüş, anayasayı baştan sona değiştirme düşüncesi uyumaya bırakılmıştır.

Tek başına bu olay bile AKP iktidarının demokrasi konusundaki samimiyetsizliğini ortaya koymaktadır.

Bu hay huy içinde kendisini ‘liberal’ olarak tanımlayan bir kesimin giderek AKP iktidarına daha fazla yakınlaştığı görülüyor. Bu kesimden salt liberallerin davranışlarını anlayabiliyorum. Fakat bir de “Biz hâlâ sosyalistiz!” diyen, izledikleri liberal çizgiyi sol/sosyalist sözcükleriyle tanımlayan bir kesim daha var. Bunların ise bu süreçte neden çağcıl Marksist eleştirel düşünürlerden ya da sosyalist siyasetçilerden değil de, önerileri toplumun geneli için her zaman sınırlı kalmaya mahkûm burjuva düşünürlerden esinlendiklerini anlamakta zorlanıyorum.


Bu konu üzerinde daha ayrıntılı duracağız, şimdilik ABD Komünist Partisi Başkanı Sam Webb’ten bir cümle alıntılamakla yetinelim: “Bizim sosyalizm vizyonumuz değer ve ölçüler açısından temel birikimleri içermelidir. Bunların en önemlileri sosyal dayanışma, eşitlik, barışçılık, ekonomik adalet, sömürünün ortadan kaldırılması, demokrasi, başkalarına saygı, bireysel özgürlükler ve yurttaş hakları, kararlılık ve enternasyonalizmdir. Bu değerler gelişigüzel seçilmiş olmayıp çalışan insanların savaşımlarından ve sosyal gelişimin gereksinimlerinden ortaya çıkmıştır.”

Demek istediğimiz sosyalizmde ‘demokrasi’ ve ‘bireysel özgürlük’ kavramlarının bizim ‘solcu liberallerimizin’ ya da ‘liberal solcularımızın’ özgün buluşları olmadığıdır.

19 Temmuz 2008 Cumartesi

GÜNLÜKLER - 20.07.2008

Almanya’nın ünlü Stern Dergisi’nin 25 nisan 1983 günü düzenlediği uluslararası basın toplantısına dünyanın her yerinden yüzlerce gazeteci ve sayısız televizyon kanalı gelmişti. Dergi, ‘Hitler’in Günlükleri’ni ele geçirmiş, satışı tavan yapan 23 nisan tarihli sayısında ilk pasajları yayımlanmıştı. Avrupa’nın yakın tarihinin belki de yeniden yazılmasına neden olacak önemde bir gazetecilik başarısıydı söz konusu olan.
Derginin ‘yıldız’ yazarlarından Gerd Heidemann’ın, elinde ‘Hitler’in Günlükleri’nin birinci cildini havaya kaldırarak verdiği ‘zafer pozu’ ertesi gün gazetelerin ilk sayfalarında yayımlandı. Televizyon söyleşileri birbirini izliyordu. ‘Başarı’nın gerçek mimarı oydu, ‘hazine’nin Konrad Kujau adında bir antikacıda olduğunu öğrenmiş, antikacıyı tanıyan bir sanayiciyi araya sokarak dergi yönetimi adına pazarlığa oturmuştu. Bulgunun önemi nedeniyle görüşmeler gizli yürütülüyordu, yazı işlerine bile bilgi verilmemişti. Derginin Genel Yayın Yönetmeni Peter Koch olan bitenden ancak 13 mayıs günü haberdar olmuştu; ne var ki artık çok geçti, çünkü 5 mayıs günü günlüklerin sahte olduğu anlaşılmış, fakat bu arada da Konrad Kujau’ya 62 cilt için 9 milyon 300 bin Mark/8 milyon 974 bin YTL ödenmişti.
Der Spiegel Dergisi soruyor: Günlükler gerçek mi, sahte mi?


Konrad Kujau hem cin gibi akıllı hem de üstün yetenekli bir kaligraf ve ressamdı, ama aynı zamanda da açgözlüydü. Stern ile önce üç cilt için anlaşmış, ama karşısındakilerin ısrarcılığını görünce önlerine önemli bir bölümünü o günlerde kaleme aldığı 58 cilt daha sürmüştü. Stern yetkililerinde kuşku uyandıran da bu yeni ciltler olmuş, ‘mal’ı inceletmek için çeşitli kuruluşlara başvurmuşlardı. Kujau’un çalışması öyle başarılıydı ki Federal Arşiv de, Rheinland-Pfalz Eyaleti Kriminal Dairesi de günlüklerin özgünlüğünden kuşku duymadılar. Günlükler için ‘sahtedir’ diyen ilk kuruluş Federal Materyal Araştırma ve İnceleme Kurumu oldu. Yapılan incelemede ciltlerdeki yapıştırıcının II. Dünya Savaşı’ndan, kâğıtlardaki beyazlatıcının ise 1950’den sonra kullanılmaya başlandığı ortaya çıkmıştı.

Konrad Kujau ve Gerd Heidemann Hamburg’da yargılandılar, dava 1985 yılında sonuçlandı. Kujau, sahtekârlıktan 4 yıl 6 ay hapse mahkûm oldu. Heidemann da Kujau’ya ödemesi gereken paradan 2 milyon Markı cebine indirdiğinden aynı cezayı aldı ve cezasını sonuna kadar çekti. Kujau, gırtlak kanserine yakalanması nedeniyle 3 yıl yattıktan sonra çıktı ve sahtekârlığı ‘yasal bir meslek’ olarak sürdürdü. Popüler bir ‘sanatçı’ olarak bir atölye açtı, büyük ustaların yapıtlarını kopyalayıp arkalarına ‘orijinal Kujau kopyasıdır’ notunu düşerek pazara sürdü, iyi de satış yaptı.
İlginç bir adamdı, 1996 yılı yerel seçimlerinde Stuttgart belediye başkanlığına aday oldu ve 901 oy aldı! 2000 yılında kanserden öldü.

Olan, doğal ki Stern’e oldu, uzunca bir süre kendi neden olduğu rezalet batağında debelendi. Bir dönem tirajı yerlerde sürünecek ölçüde azaldı. Yeniden toparlanana kadar okurlarından özür üstüne özür diledi. Yazıişleri, doğrudan bir suçu olmamasına rağmen toptan istifa etmek zorunda kaldı.



Dergi için belki de en vahimi 1992 yılında çevrilen ve sahte Hitler Günlükleri’nden hareketle Stern Dergisi’ni konu alan ‘Schtonk!’ adlı sinema filmiydi. Film o kadar başarılıydı ki yabancı filmler dalında Oscar Ödülü’ne aday oldu.

Şimdi bana, ‘Dam üstünde saksağan, vur beline kazmayı!’ misali bu konu da nereden çıktı, diye sorabilirsiniz.

Hiç… Birdenbire aklıma geliverdi, ben de yazdım. Hepsi bu.

16 Temmuz 2008 Çarşamba

HALİL BERKTAY VE ENGELS'İN SAKALLARI - 16.07.2008


1960’lı yılların sonunda ortaya çıkan Aydınlık hareketinin önderlerinden eski bir Marksist-Leninist’tir Halil Berktay. Lisansüstü eğitimini Yale Üniversitesi’nde tamamlamış, doktorasını Birmingham Üniversitesi’nden almış bir entelektüeldir. Bir süredir Taraf Gazetesi’nde yazıyor.

10 temmuz tarihli ‘Marx’ın Bıyıklarında Debelenmek’ başlığıyla kaleme aldığı yazısında Marx’ın demokrasiye yaklaşımını eleştiriyor: “(Marx) özetle, ‘burjuva’ demokrasisini iflâh olmaz saydı. Zaten aynı bağlamdadır ki, o ‘burjuva’ demokrasisini ‘burjuva diktatörlüğü’ne eşitledi; karşısına ise ‘proletarya diktatörlüğü’nü dikti ve işçi sınıfı, daha genel olarak bütün emekçi halk için gerçek demokrasi anlamına geleceğini varsaydı. Onun için, başlı başına bir demokrasi projesi yoktur.”

Karl Marx’ın Fransa’da Sınıf Mücadeleleri 1848-1850, Louis Bonaparte’ın 18 Brumaire’i, Fransa’da İç Savaş ve Kapital C. 1 adlı yapıtlarındaki görüşlerine dayandırarak vardığı sonuçta, özellikle son cümleye takıldım.

“Onun için, başlı başına bir demokrasi projesi yoktur,” derken Berktay’ın neyi kastettiğini anlamadım. Eğer demokrasinin başlı başına bir proje olduğunu kabul edeceksek o zaman Marx’ın ‘burjuva demokrasisinin’ karşına koyduğu ‘proleterya diktatörlüğünü’, -benimseyelim ya da benimsemeyelim-, onun kendi bakış açısından bir ‘demokrasi projesi’ olarak değerlendirilmesi gerekmez mi? Ya da sınıflı toplumlarda sınıflarüstü bir demokrasi projesinden söz etmek olası mıdır? Böyle bir ‘reel örnek’ var mıdır yeryüzünde?

Sanırım Berktay ‘iflâh olabilir’ bir burjuva demokrasisinden söz ediyor ve bundan hareketle sosyalistlerin, özellikle birey hak ve özgürlükleri konusunda liberal demokrasiden ‘bir şeyler’ öğrenmelerini öneriyor.
Şimdi Marx’ın bıyıklarında debelenmeyi bırakıp Friedrich Engels’in sakallarına geçelim, demokrasi konusunda o ne diyor, bir bakalım. 1847 yılında kaleme aldığı ‘Komünistler ve Karl Heinzen’ başlıklı makalesinde, komünistlerin, o günün koşullarında demokratlarla yararsız tartışmaların çok uzağında bulunduklarının altını çizer. Ona göre, “demokrasi elde edilmediği ve demokratların çıkarları komünistlerinkiyle örtüştüğü sürece komünistler ve demokratlar birlikte savaşım vereceklerdir. O zamana kadar taraflar arasındaki farklılıklar salt kuramsal niteliktedir ve ortak eylem zarar görmeksizin kuramsal olarak gayet güzel tartışılabilir. Hatta demokrasi elde edildikten hemen sonra ezilen sınıfların çıkarları doğrultusunda alınacak kimi önlemler üzerinde de anlaşmaya varılabilir.” (Friedrich Engels, Komünistler ve Karl Heinzen (1847), Marx-Engels Bütün Eserleri (Almanca basım) C. 4, S. 317, Dietz Verlag, Berlin 1972)

Engels’in bu sözleri yeterince açık değil midir? Ya da, “burjuvaziyi, kendi kendisine sadık kaldığı sürece, tüm gerici unsurlara karşı desteklemek işçinin çıkarınadır,” derken. (Friedrich Engels, Prusya Askeri Sorunu (1865), age. C. 16, S. 76)

“Kırk yıldan beri Marx ve ben, bıktırana kadar, demokratik cumhuriyetin (abç) bizim için, işçi sınıfı ile kapitalist sınıf arasındaki savaşımın önce genel bir karakter kazanacağı, sonra da proleteryanın belirleyici zaferiyle tamamlanacağı biricik siyasal biçim olduğunu yineledik.” (Friedrich Engels, Çarlığın Dış Politikası (1889), age. C. 22, S. 280) Engels’in Komünist Manifesto’nun yayımlanışından 41 sonra da aynı düşünceleri savunuyor olması üzerinde durmaya değmez mi?

Yukarıdaki alıntılardan da anlaşılabileceği gibi, -bir kesimi dışında-, sosyalistlerin demokratik cumhuriyeti yadsımaları diye bir durum söz konusu olmadığı gibi, onu kurma aşamasında işçi sınıfına, dolayısıyla yandaşlarına demokrasi savaşımında burjuvaziye destek vermelerini öneriyorlar. Burada doğal ki Engels’in altını çizdiği, burjuvazinin kendi kendisine sadık kaldığı sürece cümlesi önem kazanıyor.

Zurnanın ‘zırt’ dediği yer de burası değil midir zaten; burjuvazinin nerede ve ne zaman kendi kendisine sadık kalmış olduğu sorusunun sorulacağı yer, yani…



13 Temmuz 2008 Pazar

BU MUDUR? - 12.07.2008

İstenen, özlenen bu mudur?
Bu ülkenin insanlarının yüreklerine korku salmak, Türkiye’yi bir ‘korku cumhuriyeti’ne dönüştürmek!
Bu mudur?
İnsanları tutuklamak, insanları ne için tutuklandıklarını bilmeden aylarca demir parmaklıklar ardında tutmak, taş duvarlar arasında ölüme terketmek!
Bu mudur?
Bu mudur, ‘hukukun üstünlüğü’nden anladığınız sizin?


Adam suçlu değil sanık, kansere yakalanmış, ölüyor, değil ‘delil karartmak’, yürüyecek, elini kolunu hareket ettirecek, konuşacak, düşünecek durumda bile değil artık, yine de ‘içerde’ tutmakta direnmek!
Bu mudur?
Bu mudur, ‘insan hakları’ndan anladığınız sizin?

Haftalardır iktidar yanlısı basına ‘birileri’ tarafından bilgi/belge servisi yapılıyor. Bunlara dayanarak yandaş basın dehşet senaryoları üretiyor. Henüz iddianamesi bile ortada olmayan bir davanın sanıkları peşinen suçlu ilan ediliyor.
Bu mudur?
Bu mudur, ‘basın ahlakı’ndan anladığınız sizin?


Ali Bayramoğlu, 8 temmuz 2008 tarihli Yeni Şafak’ta, “Kimi gazeteciler attıkları ve attırdıkları ‘Genç subaylar rahatsız’ gibi manşetlerle ordu içindeki müdahaleci grubun ‘lojistik-medyatik destek kolu’ gibi faaliyet gösteriyorlardı,” diye yazıyor.
Manşet, gazetemiz Cumhuriyet’in, manşeti attıran da arkadaşımız Mustafa Balbay. Bayramoğlu, ‘teröristlik’ten gözaltına alınan Balbay’ın serbest bırakılmasını içine sindirememiş, yazıyor.
Bu mudur?
Bu mudur, ‘gazetecilik’ten anladığınız sizin?
İktidara şakşakçılık, savcılara muhbirlik yapmak!
Bu mudur?

İlhan Selçuk gözaltına alınıyor, bunlarda bir sevinç, Mustafa Balbay ‘terör’ suçlamasıyla gözaltına alınıyor, bir alkış, salıverildiklerinde de öyle bir öfkeleniyorlar ki, sormayın…
Bu mudur?


İnsan, Cumhuriyet Gazetesi’ne, Cumhuriyet'çilere sataşmadan önce bir durup düşünür,
onca yazarını, Uğur Mumcu’sunu, Ahmet Taner Kışlalı’sını, Bahriye Üçok’unu, Cavit Orhan Tütengil’ini Muammer Aksoy’unu teröre kurban vermiş bir gazete terör yandaşı olabilir mi, onca yazarı darbe dönemlerinin askeri mahkemelerince tutuklanmış, işkence görmüş, ceza almış, hapis yatmış, sürgün yaşamış bir gazetenin yazarları darbeye, darbecilere destek verirler mi, diye

Sanrılar mı görüyorsunuz? Yanılsamalarla mı sarmalanmışsınız?


Sizin köşe yazarlığından, ‘düşün adamı’ olmaktan anladığınız iktidar odaklarına sırtınızı dayayıp Cumhuriyet’e, Cumhuriyet’in özgürlükçü, laik, demokrat, yurtsever yazarlarına karşı yalanlar üretmek, kin kusmak mıdır?


Bu mudur?


Ne kadar süreceği bilinmez, ama bu devir mutlaka bir yerde sona erecektir. O gün geldiğinde bu müfteriler, muhbirler hangi yüzle insan içine çıkacaklardır?


Bir merak konusudur.


















7 Temmuz 2008 Pazartesi

YETER ARTIK - 08.07.2008

Prof. Fr. Süheyl Batum’un perşembeyi cumaya bağlayan geceki Siyaset Meydanı’nda, “Artık yeter!” dediğinde saat 02.00’yi gösteriyordu. Tepkisi, karşısında oturan, konuşulan konu, ‘Ergenekon soruşturmasına ilişkin hukuk ihlalleri’ iken söyleyeceği sözü olmadığından ikide bir, “27 Mayıs bir darbe midir, değil midir? Söyleyin!” diyen konuşmacıyaydı. Kadrosunun bir bölümü eski solculardan devşirilmiş, sağda solda bedava dağıtılan gazetelerden birinin ‘laikçilik’ sözcüğünden yeni bir ‘ideoloji’ yaratıldığı gibi tuhaf düşünceler savunan yazarına tepki duymamak için insanın sinir sisteminin çelikten olması gerekirdi.

Ali Kırca bunu hep yapıyor, bilgi cüceleriyle bilgi devlerini programında karşı karşıya getirip vuruşturuyor, kendisi de olan biteni ‘müstehzi’ bir gülümsemeyle izliyordu.

Prof. Batum da hukuk öğrenimini Paris, Sorbonne Üniversitesi’nde tamamlamış, ‘Siyasal Katılma Aracı Olarak Referandum’ konulu teziyle İstanbul Üniversitesi’nde doktor, ‘Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi ve Türk Anayasal Sistemine Etkileri’ konulu çalışmasıyla doçent, ‘Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi ve Türkiye Üzerine Etkileri’ başlıklı teziyle de profesör ünvanını almıştı. Önce Galatasaray Üniversitesi İletişim Fakültesi’nin, sonra Bahçeşehir Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nin dekanlıklarında bulunmuş, daha sonra Bahçeşehir Üniversitesi Rektörlüğü yapmış değerli bir bilim adamıydı. Karşısındaki konuşmacı ise şurdan burdan topladığı bilgi kırıntılarıyla gele gele ancak “Fettullah Gülen Türkiye’dir!” noktasına gelebilmiş, bunu ‘demokratik anlayış’ sanan bir garip âdemdi.

Ne çare ki insan kimi koşullarda kerametleri kendilerinden menkul bu tiplerle bir arada olmak durumunda kalıyor. Oysa bunların hangi konuda ne söyleyecekleri yada ne söyleyebilecekleri daha başından biliniyor. Ne konuşuluyorsa o konuda daha önce de yazıp söylediklerini temcit pilavı gibi ortaya sürüyorlar.

Kendi geliştirdikleri ortak bir terminolojileri var ve olabildiğince sık ‘demokrasi’, ‘özgürlük’, ‘insan hakları’, ‘faşizm’, ‘militarizm’, ‘laikçilik’, ‘ötekileştirme’, ‘modernite’ vb sözcükleri kullanarak izleyenlere, ‘çağını anlamış bilge kişi’ görüntüsü vermeye çalışıyorlar.

Ortak hareket noktaları ülkenin antiemperyalist ve sosyalist güçlerine şiddetle karşı çıkmak; ‘yurtseverlik’, ‘ulusallık’, ‘sosyalizm’ gibi kavramlar karşısında çılgına dönüyorlar. İçlerindeki soldan devşirmeler, bırakın Lenin’i, Rosa Luxemburg’u ya da Antonio Gramsci’yi, liberalizm adına Ernst Bloch, Louis P. Althusser, Georg Lukacs, Fredric Jameson gibi çağcıl Marksçılara da çarpık bakıyorlar.

Mustafa Kemal Atatürk’ün salt adı bile sinir sistemlerinin altüst olmasına, öyle ki, her olayın kendi tarihsel koşullarında, zamanı ve mekânı gözeterek iredelenmesi gerektiği gerçeğini unutuyorlar, “Ama niçin demokrasi getirmedi?” Atatürk’e saldırıyorlar.

Bunlar için ulusallık, yurtseverlik diyen herkes ‘gözünü kan bürümüş milliyetçi’, Atatürk diyen herkes ‘taşkafa Kemalist’, her sosyalistim diyen ‘Stalinci Bolşevik’, şeriat tehlikesine karşı çıkan herkes de ‘laikçi’; istedikleri kadar entelektüel demokrat havalara bürünsünler, ardındaki yetkeci-topyeküncü kafa hemen kendini gösteriyor.

Bir de ‘Müslümanım’ diyen insanların hayatlarına, hayatlarının her alanına müdahil olma hakkını kendinde gören İslam ile demokrasiyi bağdaştırma çabaları var ki, akıllara seza! Bunun nasıl olacağı, bir dogmalar bütünü olan din ile demokrasi, özgürlük, çoğulculuk ve insan haklarının bağdaşmasının nasıl mümkün olacağı kendilerine sorulduğunda, öfkeleniyorlar, ‘Bu laikçilik işte!” diyerek hiddetleniyorlar.
Bunlarla ne konuşulur, ne tarışılır? Süheyl Batum haklı, gerçekten yeter artık!

5 Temmuz 2008 Cumartesi

DANGALAKLIĞIN DANİSKASI - 06.07.2008


Devlet içinde çeteler, çeteleşmeler olduğu çok uzun yıllardan beri en yetkili ağızlar tarafından söylendi, söyleniyor. Susurluk da bir çeteleşme olayının adıydı, ve lüks bir otomobille bir kamyonun çarpışması sonucunda ortaya çıktı. Ne var ki kamuoyunu tatmin edecek ölçüde aydınlatılmadı, unutturuldu.

‘Ergenekon’ adı verilen soruşturmanın da hedefinin devletin içinde yuvalanmış bir çeteleşmeyi açığa çıkarmak, çete üyelerini yargı önüne çıkarmak olduğu söyleniyor. Buna demokrasi, özgürlük ve insan haklarından yana hiç kimsenin karşı çıkması olası değil, nitekim çıkılmıyor da. Fakat darbeci/çeteci olmak suçlamasıyla gözaltına alınanların, tutuklananların aralarındaki siyasal/ideolojik kimlik bağdaşmazlıkları kafalarda kuşku yaratıyor. Tutuklananlar arasında öyle kişiler var ki, değil birlikte darbe yapmak, birbirlerine sokakta rastladıklarında selamlaşmaları bile olanak dışında.

Adamlar, ülkede karışıklık çıksın, bir darbe ortamı oluşsun diye Cumhuriyet Gazetesi’ne bomba attıracaklar, aynı zamanda da Cumhuriyet Gazetesi’nin imtiyaz sahibi ve başyazarı İlhan Selçuk ile Ankara temsilcisi Mustafa Balbay o adamlarla aynı yapılanmanın içinde yer alacaklar!

Ya da 35 kişilik Türk-Ortodoks cemaati sözcüsü Sevgi Erenerol ile eski Jandarma Genel Komutanı Em. Orgeneral Şener Eruygur bir terör örgütlenmesinde bir araya gelecekler!

Bu türden biraradalıkları ‘talihin cilvesi’ diye görmek bile mantığın kabul edebileceği bir durum değildir. Savcılar da bu konuda zorlanıyor olmalılar ki, bir yılı aşkın zamandır iddianameyi tamamlayamıyorlar. Çok sayıda insan, darbeci/çeteci suçlamasıyla iddianamesi olmayan suçlar aylardır demir parmaklıklar ardında tutuluyor, bu durum hukuka olan inancını yitirmemiş demokrat kamuoyunun vicdanını rahatsız ediyor.

***

Ne yazık ki, uzunca bir süredir yazılı ve görsel medyada bir grup yazar ve yorumcu gözle görülür bir kimlik bunalımı yaşıyor; asal işlevlerini bir yana bırakıp iktidar tetikçiliğine soyunuyorlar. Saklandıkları ‘demokrasi’ ve ‘özgürlük’ kavramlarının arkasından yalanlar üretip muhbirlik, kışkırtıcılık yapıyorlar.

Oysa demokrat olmanın da, özgür olmanın da önkoşulu kişinin bağımsızlığıdır. Kendini bir çıkar grubuna teslim etmiş, önüne sürülen nimetleri bağımsızlığına yeğlemiş bir ‘gazeteci’ ne demokrat ne de özgür olabilir. Kendileri de bunu biliyorlar, kimi zaman hezeyana varan bunalımlarının temel nedeni de budur. En çok da Cumhuriyet gazetesine saldırıyorlar. Çünkü Cumhuriyet, onlar gibi olmayanların en sağlam kalesidir, bu kaleyi yıkmak istiyorlar. Bu kaleyi ‘bizdenleştirememek’ onları çıldırtıyor. Ne var ki yalan kusmaktan başka bir şey gelmiyor ellerinden.

Sayıları fazla değil, 15’i, 20’yi geçmiyor. Televizyon ekranlarında sürekli boy gösterenler de onlar ve hep aynı şeyleri söylüyorlar, ‘sahibinin sesi’ rolünü hakkını vererek oynuyorlar. Ortak özellikleri, soldan çark etmiş olmalarının yanı sıra kurtuluş ve kuruluş tarihimizi, Cumhuriyet devrimlerini yadsımaları, eleştirmeleri. İçlerinde öyleleri var ki bir zamanlar insana, ‘bu kadarı da olmaz’ dedirten koyulukta Kemalist söylemlerin altına imzalarını atmışlar. Şimdi, bir uçtan tam ters uca savrulmuş insanların o dayanılmaz bunalımlarını yaşıyorlar.

Her biri ayrı bir trajedi, elimizden ‘Tanrı yardımcıları olsun’ demekten başka bir şey gelmiyor.

*Uğur Mumcu ve İlhan Selçuk
12 Mart 'ta Askeri Mahkeme Önünde

Cumhuriyet yazarlarına ‘darbeci’ iftirası atmak yalancılığın ötesinde bir ‘daniska’ durumudur. Gazetemizin çok sayıda yazarı 12 Mart ve 12 Eylül’ün gözaltı, tutuklanma, işkence, mahkûmiyet, sürgün gibi her türden acısını yaşamıştır, darbenin sonunun nereye varacağını da en iyi onlar bilir.

Dolayısıyla Cumhuriyet yazarlarını satır aralarında darbe özlemcisi olarak göstermek dangalaklığın daniskasıdır.

YÜZÜNÜZ KIZARIYOR, YÜREĞİNİZ DARALIYOR MU? - 02.07.2008

Dilekçe:

Sivas Katliamı veya Sivas Madımak Olayı, 2 Temmuz 1993 tarihinde Sivas’ta Pir Sultan Abdal Şenlikleri sırasında Madımak Oteli’nin kuşatılıp yakılması ve dolaysıyla şehirde bulunan 33 Alevi yazar, ozan ve aydının yakılarak katledilmesi ve oteli ateşe verenlerden de ikisinin hayatını kaybetmesiyle sonuçlanan olaylar zinciridir. (…)

Ankara 1 No.lu DGM tarafından 28 Kasım 1997’de açıklanan kararla, 33 sanık Türk Ceza Yasası’nın 146/1. maddesine göre idama ve 14 sanık 15 yıla kadar değişen hapis cezasına mahkum edildi. Yargıtay 9. Ceza Dairesi 24 Aralık 1998’de hapis cezalarını onadı, 33 idam cezasını ise usul noksanlıkları nedeniyle bozdu. Şubat 1999’da usul eksikliklerinin giderilmesi için başlayan yargılama sonucunda 16 Haziran 2000’de 33 sanık Devlet Güvenlik Mahkemesi’nce yeniden idam cezasına çarptırıldı. 2002 yılında idam cezasının yürürlükten kaldırılmasıyla idam cezası hükümlülerinin cezaları müebbet ağır hapis cezasına çevrildi.

Türkiye Cumhuriyeti tarihinin gelmiş geçmiş en korkunç olaylarından birisi olan Madımak Oteli katliamının 15. yılında, bu ülkeyi seven bir yurttaş sıfatıyla, çok üzülüyorum ve içim yanıyor.

Olay, yargıya intikal etmiş ve karar verilmiştir. Ancak, bu utanç verici olayın organizatörleri ve göz yuman devlet yetkilileri maalesef hesap vermemişlerdir. Toplumun vicdanında mahkûm edilmişlerdir. Ama, katliamın meydana geldiği Madımak Oteli; öldürülenlerin ve olayın anısını yaşatan bir müze, kütüphane, kültür merkezi ve benzeri bir sosyal amaçla kullanılması gerekirken hâlâ kebapçı dükkânı olarak işletilmektedir.

Bu utanç verici durum karşısında her gün yeniden yakılıyor, yeniden öldürülüyoruz.

Bu durum karşısında boynum bükülüyor, yüzüm kızarıyor, yüreğim kanıyor ve ülkemin geleceğine ilişkin tüm umutlarımı yitiriyorum.

Siz, sayın yetkililer; tüm bu olup bitenler ve ‘kebapçı dükkânı’ karşısında ne hissediyorsunuz?

Yüzünüz kızarıyor, yüreğiniz daralıyor mu?

Madımak Oteli daha ne kadar süreyle kebapçı dükkânı olarak işletilecek?

T.C. Devletinin, katliama uğrayanların aileleri ve yakınlarına karşı olan özür borcu, nasıl ve ne zaman yerine getirilecek.

Dilekçeme cevap bekliyorum.

***

30 Haziran 2008 tarihini taşıyan bu dilekçeyi İzmir Barosu avukatlarından Noyan Özkan kaleme alarak Cumhurbaşkanı Sayın Abdullah Gül’e, TBMM Başkanı Sayın Köksal Toptan’a, Başbakan Sayın Tayyip Erdoğan’a, Kültür ve Turizm Bakanı Sayın Ertuğrul Günay’a, Sivas Valisi Sayın Veysel Dalmaz’a ve Sivas Belediye Başkanı Sayın Sami Aydın’a göndermiş.

Şimdi bu sayın zevattan bir yanıt bekliyor.

Onunla birlikte biz de bekliyoruz, çünkü alacağı yanıtı bu köşede yayımlayacağız.

Umarız bir yanıt verirler.

***

Umuyoruz, çünkü yurdumuzun bu güzel kentini eskiden olduğu gibi Sivas Kongresi, Âşık Veysel, Pir Sultan Abdal, yakın bir gelecekte Süper Lig şampiyonu olacağına inandığımız Sivasspor, benzersiz Kangal köpekleri ile İlhanlılardan, Mengücek Oğullarından, Selçuklulardan, Osmanlılardan kalan kültür mirası camileri, türbeleri, kervansarayları, hanları, köprüleri ve yiğit insanlarıyla anmak istiyoruz.

İnternetteki arama motoru google’dan ‘Sivas+katliam’ sözcükleri birlikte çağrıldığında yaklaşık 411.000 bilgiye ulaşılıyor.

Eğer niyet ederse, devlet için bir otel binasını satın alıp bir kültür merkezine dönüştürerek toplumu bir utançtan kurtarmak mesele değildir; mesele olmamalıdır.

Katliamla anılmaya Sivas da, Sivaslı da layık değildir.

2 TEMMUZ UTANÇ GÜNÜ - 29.06.2008

Yarından sonra takvimler 2 Temmuz 2008’i gösterecek.

15 yıl önce o gün Sivas’ta, Madımak Oteli’nde 33 aydın insanımız, gözü dönmüş bir cani güruhu tarafından Müslümanlık adına ateşe verildi. Ülkemizin yüz akı ozanlarımız, yazarlarımız güvenlik güçlerinin, hükümetin gözleri önünde cayır cayır yakıldılar.

***

2 Temmuz,yakın tarihimizde bir utanç günüdür.

Bu utancı;

ulus olarak, alnımıza kocaman bir kara leke çalan bu kıyımla yüzleşmediğimiz, yüzleşmekten korktuğumuz için;

bu kıyımın Alevi yurttaşlarımıza karşı önceden planlanarak, ayrıntıları düşünülerek düzenlenmiş bir toplu cinayet olduğu gerçeğini kabul etmekte zorlandığımız, kendimizi aldatarak üzerimizdeki yükten kurtulmanın yollarını aradığımız için;

bu toplu cinayeti yalnızca polisiye bir olay gibi göstermek isteyen güçlere karşı sesimizi yeterince yükseltmediğimiz, yükseltemediğimiz için;

sanıkların birçoğunun hâlâ yakalanıp yargı önüne çıkarılmadığını bilmemize rağmen suskun kaldığımız, kalabildiğimiz için;

33 canımızın diri diri yakıldığı otelde acımızla alay edercesine açılan ‘kebap’ lokantasının varlığına tahammül etiğimiz, edebildiğimiz için;

Sivas’ta, yakılan insanlarımızın anısını canlı tutacak görkemli bir anıtın yapımı için bir sivil girişim oluşturacak gücü kendimizde görmediğimiz, göremediğimiz için;

duyuyoruz.

***

Bizler, duyduğumuz bu ve benzer utançlarla yaşamaya razı olduğumuz sürece geçmiş hükümetler gibi AKP hükümeti de, -hatta geçmiştekilerden çok daha kararlı olarak-, Alevi yurttaşlarımızın inanç ve ibadet haklarıyla, özgürlükleriyle ilgili olarak parmağını dahi oynatmayacaktır.

Kamuoyunu ‘Alevi açılımı’ gibi içi boş sözlerle oyalayacak, ağızlara çalınan ‘bal’ çok geçmeden acıyacak, biberleşecektir. Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın, yardımcısı Nazım Ekrem tarafından geçen hafta medyaya yansıyan görüşleri ibret vericidir: “Bütün Müslümanların ortak ibadet yeri camidir. İslam tarihinin hiçbir döneminde kendisini İslam içinde görüp de camiye alternatif başka bir ibadethane kuran mezhep ve tarikat olmamıştır. Buna ilişkin düzenleme uygun görülmemiştir.”

Söylenenleri doğru anlayacak olursak, ‘eğer Aleviler kendilerini Müslümanlık içinde görüyorlarsa, Sünniler gibi ibadetlerini camide yapacaklardır’, ama ille de ‘biz ibadetimizi cemevinde yapacağız diyorlarsa, Müslümanlık dışı bir inanca sahip olduklarını ortaya koymuş olacaklardır’. Bu durumda, yani sürüden ayrılma durumunda insanın başına neler gelebileceğini tarihimiz sayısız örnekle göstermektedir.

***

AKP’nin din ve ibadete ilişkin özgürlük anlayışı da, laiklik anlayışı da budur! Neresinde ve ne uzaklıkta olursan ol, eğer ‘Müslümanım’ diyorsan, Sünni egemenliğinin koyduğu, uyguladığı kurallara uyacaksın! Yoksa vay hâline!

İran’da da durum benzer değil midir? Şii şeriat devletinde dinsel azınlıklar, Katolikler, Protestanlar, Museviler ibadetlerini kiliselerde, sinagoglarda özgürce yerine getirirlerken, üzerlerinde her türlü baskı uygulananlar kendilerine ‘Müslümanım’ diyenlerdir.

‘İranlaşma’ denilen olgu da özünde bundan başka bir şey değildir. Avrupa Konseyi Parlamenterler Meclisi milletvekillerinin andavallıklarının da, bizim sonradan görme liberallerimizin de göremedikleri, çoğu kez de görmek istemedikleri gerçek budur.

2 temmuz günü Sivas’ta yitirdiğimiz 33 canı anarken laikliğin Türkiye için önemini yüksek sesle vurgulayalım.

Omuzlarımıza yeni utançlar yüklememek için.

CUMHURİYET YAZARI OLMANIN AYRICALIĞI - 26.06.2008


Cumhuriyet’te yayımlanan ilk yazım, ‘Susma, Sustukça Sıra Sana Gelecek!’ başlığını taşıyordu. Çocukluğumdan beri gün sektirmeden okuduğum, ailemizin vazgeçilmezi olan bir gazetede yazımı basılmış görmek hayatımın en büyük mutluluklarından biri oldu. Ne daha önce iki yıl kadar Milliyet’in Avrupa baskılarındaki köşe yazarlığım, ne de günlük Aydınlık Gazetesi’nde yayımlanan haftalık yazılarım beni Cumhuriyet yazarlığım kadar gönendirmedi. Gazetemizde bir yıl kadar sayfalar arasında dolanan yazılarım bir süre sonra ‘Görüş’ üst başlığıyla bulmaca sayfasına yerleşti, sonunda da ‘PANO’ adıyla düzenli köşe yazılarına dönüştü.

Bir gazete yazarının en temel gereksinimi hiç kuşkusuz ki düşüncelerini dilediğince açıklayabilme, yazıya dökebilme özgürlüğüdür. Sürekli elden ele geçen, belli ekonomik çıkar gruplarının medyadaki sesi olan gazetelerde çalışan meslektaşlarımın tersine, köşemde, kimi zaman okur tepkilerine de yol açan, çoğunluğun düşüncelerine aykırı düşen birçok yazımın yer almış olmasına rağmen bugüne kadar gazete yönetiminin hiçbir müdahalesiyle karşılaşmadım.

Hiçbir yazar dünyada olan biten her şeyin sırrına ermiş, her şeyi bilen, her soruna doğru çözüm önerileri sunan bir ‘allâme-i cihan’ değildir. Ne kadar özen gösterirse göstersin yanılgılar, yanlışlar her insan gibi bir yazar için de kaçınılmazdır. Fakat belirleyici olan, yazarın, düştüğü yanılgılarından, yaptığı yanlışlarından çok, onun bunlardan öğrenerek ‘doğru’yu bulma yolunda verdiği çabalardır. Cumhuriyet yazarı olmanın bir ayrıcalığı da, gazetesinin sağladığı özgürlük ortamının yanı sıra okurları tarafından sürekli olarak araştırmaya, sorgulamaya, düşüncelerini gözden geçirmeye, yeniden üretmeye teşvik edilmesidir. Okuru, onun ‘doğru’yu bulmada en önemli destekçisidir.

12 yıl içinde okurlarımdan, -tümünü sakladığım-, büyük bölümü olumlu tepkilerden oluşan 1.957 mektup, e-posta iletisi, kısa mesaj aldım. Okurlarımın olumlu ya da olumsuz tepkileri yeni bilgiler edinmemde, düşüncelerimi pekiştirmem veya revize etmemde bana katkı sağladığı gibi yanlışlarımı düzeltmemde yardımcı oldu. Okurlarıma büyük teşekkür borçluyum.

***

Son aldığım okur mektubu 22 Haziran 2008 tarihli; Sayın Ersan Uysal aynı tarihli ‘Yurtseverlik Üzerine’ başlıklı yazıma ilişkin olarak Nâzım Hikmet’in ‘Şeyh Bedrettin Destanı’na ek olarak yazdığı ‘Milli Gurur’ (1936) adlı kitapçıktaki sözlerini aktarmış.

“-Evet, biraz da MİLLÎ BİR GURUR duyuyorum. Tarihinde Bedrettin hareketi gibi bir destan söyleyebilmiş her milletin şuurlu proleteri bundan MİLLÎ BİR GURUR duyar. Evet, Bedrettin hareketi aynı zamanda benim millî gururumdur. MİLLÎ GURUR! Sözlerden ürkme! İki kelimenin yan yana gelmesi seni korkutmasın. Lenin’i hatırla. HANGİMİZ LENİN KADAR BEYNELMİLEL OLDUĞUMUZU İDDİA EDEBİLİRİZ? Lenin, yirminci asırda beynelmilel proleteryanın, dünya emekçi kitlelerinin, beynelmilel proleter demokrasisinin en büyük rehberi, 1914 senesinde ‘Sosyal Demokrat’ın 35’nci numarasında ne yazmıştı? (...) ‘…Biz şuurlu Rus proleterleri millî şuur duygusuna yabancı mıyız? Elbette hayır! Biz dilimizi ve yurdumuzu severiz, onun emekçi kitlelerini (yani nüfusunun 9/10'unu) şuurlu bir demokrat ve sosyalist yaşayışına yükseltebilmek için herkesten çok çalışan biziz. (...) ‘...Biz millî gurur duygusuyla meşbuuz (ağzına kadar dolu). Çünkü Rus milleti de beşeriyete yalnız büyük katliamların, sıra sıra darağaçlarının, sürgünlerin, büyük açlıkların, çarlara, pomesçiklere, kapitalistlere zilletle (alçakça) boyun eğişlerin numunelerini göstermekle kalmadı; hürriyet ve sosyalizm uğrunda büyük kavgalara girişebilmek istidadında olduğunu da ispat etti.’ “

Bir de düzeltisi var değerli okurumun; söz konusu yazımda iki ayrı kaynağa dayanarak Bernard Shaw’a mal ettiğim “Yurtseverlik alçakların son sığınağıdır!” sözü İngiliz düşünür ve oyun yazarı Samuel Johnson’a (1709-1784) aitmiş. Sayın Uysal, buna ilişkin olarak kendisinin dublaj yönetmenliğini yaptığı ‘Zafer Yolları’ adlı filmden orijinal diyalogları da göndermiş:

“Gen. Mireau: Now, who was this man?

Col. Dax: Samuel Johnson, sir.

Gen. Mireau: All right, now what did have to say about patriotism?

Gen. Dax: He said it was the last refuge of a scoundrel, sir. I am sorry, I meant nothing personal.”

Cumhuriyet yazarı olmanın ayrıcalığına bundan daha somut bir örnek olabilir mi?

YURTSEVERLİK ÜZERİNE - 22.06.2008

Murat Belge, Türkiye’de Marksizm’i de, sosyalizmi de, sosyalizm tarihini de derinliğine bilen az sayıda insandan biridir; 14 Haziran 2008 tarihli Taraf’ta yayımlanan ‘Sosyalizm: Milli? Ulusal? Nasyonal?’ başlıklı, milliyetçiliği eleştirdiği yazısında şöyle bir cümle kullanmış:“Jaurés’den laf eğip bükerek enternasyonalizmin yolunun milliyetçilikten geçtiğini anlatan ‘ağabey’ler, ‘deneyimli devrimciler’ çıktı.”

Jean Jaurés (1859-1914) yaşamını sosyalizme vakfetmiş, enternasyonalizmi savunduğu kadar yurtseverliği/yurtçuluğu da (patriotisme) savunmuş bir aydındır. Yaşamının, özellikle son dönemi milliyetçiliğe karşı savaşımla geçmiş, 31 Temmuz 1914 günü, milliyetçilerin tahrikine kapılan Raove Villain adında bir serseri tarafından öldürülmüştür. Şu sözler Jaurés’ye aittir: “Yurtseverliğin azı enternasyonalizmi zayıflatır, yurtseverliğin çoğu enternasyonalizmi güçlendirir. Enternasyonalizmin azı yurtseverliği zayıflatır, enternasyonalizmin çoğu yurtseverliği güçlendirir. Bu sözler ‘eğilip bükülemeyecek’ kadar açık değil midir? Velev ki birileri milliyetçilik adına Jaurés’nin sözlerini eğip bükmüş olsunlar, bunun sosyalistler açısından bir değeri olabilir mi?

***

Ne var ki son zamanlarda yurtseverliğe vurmak moda olmuştur, Söylenen sözler çarpıtılmakta, zaman-mekân kavramı göz ardı edilmektedir. Aynen Karl Marx’ın “Proleteryanın vatanı yoktur”, Fabiancı İrlandalı sosyalist Bernard Shaw’un “Yurtseverlik alçakların son sığınağıdır” sözlerine yerli yersiz başvurulduğu gibi.

Karl Marx o sözü 1848 yılında yayımlanan Komünist Manifesto’da kullanmıştır, ‘vatan’ kavramının bugün içerdiği anlamla 160 yıl önceki anlamının ‘aynı’ olduğu düşünülebilir mi?

Bernard Shaw ise 1914 yılında, milliyetçi rüzgârların fırtınaya dönüştüğü I. Dünya Savaşı koşullarında İngiltere ve Almanya’yı barış masasına oturtmak amacıyla yazdığı uzun bir makalesinde savaş şahinlerinin ‘kör’ yurtseverliğini eleştirmiştir. Kendisinin yurtseverlik tanımı şöyledir: Yurtseverlik, kişinin salt orada doğduğu için ülkesinin başka ülkelerden daha üstün olduğuna dair inancıdır. Günümüze kadar hem Nobel, hem de Oscar ödülünü almayı başaran tek edebiyatçı olma özelliğini koruyan Shaw, konusu 1885 yılında, Bulgaristan’ın küçük bir kasabasında geçen ‚Arms and the Man’ oyununda olduğu gibi çeşitli yapıtlarında ‘kendi anladığı anlamdaki’ yurtseverliği eleştirmiştir.

Jean Jaurés’nin yukarıda alıntıladığımız sözleri bugün bize ‘abartılı’ da gelebilir, fakat bu sözlerin yine I. Dünya Savaşı öncesi koşullarında Fransa’ya Alman saldırısının beklendiği günlerde söylendiği unutulmamalıdır.

1914 yılında Alman parlamentosunda (Reichstag) iktidardaki Merkez Partisi tarafından talep edilen savaş ödeneklerine ilişkin karara Almanya Sosyaldemokrat Partisi (SPD) milletvekillerinin çoğunluğunun milliyetçi kaygılarla ‘evet’ oyu verdiklerini, böylece I. Dünya Savaşı’nın patlamasında katkısının olduğunu da anımsayalım. Tabii bu karara katılmayan kimi SPD milletvekillerinin partilerinden ayrılarak Almanya Komünist Partisi’nin kurulmasına öncülük ettiklerini de.

Eğer kendi tezlerimizi güçlendirmek için önemli gördüğümüz kişiliklerin sözlerini kullanacaksak önce bu sözlerin ne zaman ve ne tür koşullarda söylendiklerine dikkat etmemiz gerekir. Koşullar değiştiğinde, o koşullara ilişkin söylenmiş sözlerin çoğu zaman içleri boşalır, zamanında ve belli koşullarda doğru olan sözler değişimlere bağlı olarak yanlışa dönüşürler. Yanlışa dönüşmüş sözleri kullanarak, o sözlere sarılarak sürdürülen güncel tartışmaların kafa karıştırmaktan başka hiçbir öğretici, aydınlatıcı yanı yoktur.

21. yüzyıldan sekiz yıl almışız, hâlâ ‘yurtseverlik’ nedir, ‘milliyetçilik’ nedir, ‘laiklik’ nedir, ‘Kemalizm’ nedir, bunları tartışıyoruz.

Enerjimizi, birbirimize laf anlatmakla tüketiyoruz. Bizler lafa boğulurken bu arada atı alan birileri de Üsküdar’ı geçiyor.



‘MÜHİM ŞAHSİYET’ OLMAK - 18.06.2008


14 Haziran 2008 tarihli Hürriyet’te o fotoğrafı görmeseydi Zonguldak’ın, Devrek ilçesine bağlı Çaydeğirmeni adlı bir beldesi olduğunu bilemeyecektim. Şimdi biliyorum. 2004 yerel seçimlerinden bu yana AKP tarafından yönetilen, yaklaşık 3.800 nüfuslu bir yer. Yerel seçimlerdeki oy dağılımı bana oldukça ilginç geldi. Kullanılan toplam 2.392 oyun 1.317’si AKP’ye, 1.004’ü de Doğru Yol Partisi’ne giderken CHP yalnızca 34 oy alabilmiş. Sol’a kapalı bu beldenin başkanı Satılmış Gebeş 43 yaşında, yüksekokul mezunu bir yerel politikacı; internet sitesinden aldığım bilgilere göre çalışkan biri olmalı. Beldedeki son etkinliklerinden biri de Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanı Sayın Köksal Toptan’ın adının verildiği parkın açılışı; yazımıza konu olan da bu etkinlikte çekilmiş o fotoğraf.

Göre göre, tanık ola ola artık iyice biliyoruz ki ülkemizde ‘yüksek’ bir makama seçilen ya da atanan herkes o andan itibaren ‘mühim şahsiyet’ konumuna geçiyor, dolayısıyla ‘mühim şahsiyetler kategorisinden’ protokol adı verilen özel bir muamele görüyor.

Türkiye koşullarının yerel ve genelinde protokol düzenleyicilerinin dikkat ettikleri en önemli husus mühim şahsiyetlere oturma düzenlerinde ‘normal’ insanlardan farklı bir muamele uygulanması; bu muamele bize mühim şahsiyetlerin altlarına sürülen koltuklarla yansıyor. Açılışlarda, temel atma törenlerinde, konserlerde sabit sıralarda, sandalyelerde oturan ‘normal’ insanların ön-ortasına yerleştirilmiş rahat koltuklarda oturanları görünce “İşte bunlar mühim şahsiyetler!” diyoruz. Kimi protokol düzenleyicileri bununla da yetinmeyerek koltukların önüne, üzerinde içme suyu, su bardağı, küçük bir vazo içinde taze çiçek bulunan sehpalar koyuyorlar. Bu da o önemli şahsiyetin önemini biraz daha arttırıyor.

***

Doğrusu, eskiden ‘önemli’ diye insanların kendilerine ‘sakat kalçalı’ muamelesi yapılmasına itiraz etmemelerine şaşar, aynı etkinliği paylaştığı insanlardan altlarına sürülen özel koltuklar aracılığıyla ‘iyot gibi’ soyutlanmalarına nasıl razı olduklarını anlayamazdım.

Artık şaşmıyorum, bu mühim şahsiyetlerin davranışlarını anlamaya çalışıyorum. Öyle ya, kim bilir bulundukları makamlara gelene kadar hangi zor yollardan geçmişler, nelere katlanmışlar, neler yaşamışlar? Çocukluk yıllarında yaşanan düş kırıklıkları, üstesinden kolay gelinememiş ergenlik sorunları, bastırılmış duygularla tükenmiş bir gençlik, geçim zorlukları, itilip kakılmalar, inanmadan boyun eğmeler, ve daha birçok talihsiz yaşanmışlık… Bilemeyiz ki?

Fakat insan öyle durumlara tanık oluyor ki, şaşmak değil de üzülmeden edemiyor. Arka sıralarda Türkiye’nin yüz akı bir fizik profesörü, uluslararası bir bilim adamı, önden üçüncü sıranın sol ucuna ilişmiş dünyaca ünlü bir keman virtüözü, sağ uçta bir heykeltıraş, tümü de sahip oldukları önemi kendi emekleriyle elde etmiş çok değerli kişilikler… En önde, ortada, rahat koltuklarda oturan siyasi seçilmişlerle atanmış bürokratlar! İnsan ister istemez, “Bu ne biçim protokol?” diye sormadan edemiyor.

***

Gelelim o park açılışında Doğan Haber Ajansı’ndan Ersin Ercan’ın çektiği fotoğrafa… Ortada yine iki rahat, geniş dirseklikli iki koltuk; birinde Sayın Köksal Toptan, öbüründe de Zonguldak Valisi Sayın Erdal Ata oturuyor. “Yaz ortasında bir park açılışı nasıl bir mantıkla oturma düzeninde yapılır?” sorusu bir yana buraya kadar olan alışılageldik bir görüntü. Fakat Sayın Toptan’ın koltuğunun yanına çekilmiş bir sandalyede eşi Sayın Saime Toptan oturuyor. Bayan Toptan, avukatlık, Cumhuriyet Savcı Yardımcılığı, Adalet Bakanlığı Ceza İşleri Genel Müdürlüğü, Yargıtay Hukuk Dairesi Yargıçlığı görevlerinde bulunmuş saygın bir hukukçu. Engelliler ve kadın eğitimi konularında faaliyet gösteren çeşitli vakıfların, derneklerin kurucuları ya da üyeleri arasında yer alan, bilimsel toplantılarda bildiriler sunan, dergilerde makaleleri yayımlanan bir sivil toplum gönüllüsü. Bayan Toptan’ın bir de ‘Şiirde Yaşamak’ adlı yayımlanmış bir kitabı var.

Sayın TBMM Başkanı farklı bir refleksle kalkıp yerini eşine verse, kadının toplumumuzda ikincileştirilmesine karşı çıktığını gösteren bir davranış sergileyecek. Böylece yalnızca Çaydeğirmeni halkına değil Türkiye kamuoyuna da önemli bir mesaj vermiş olacak. Bunu yapmıyor. Belki de yapamıyor, bilemiyorum.

Keşke yapabilseydi.


DÜZEYSİZLİKLER, AHMAKLIKLAR - 15.06.2008

Bizim tartışma kültürümüz karşımızdakini ‘yok etme’ anlayışı üzerine kurulmuş. Taraflar, hangi konuda olursa olsun, tartışmaya, karşısındakinin düşüncesinin daha başında değersiz, boş, yok sayılmayı hak ettiği önyargısıyla başlıyorlar. Uzlaşma, peşinen bir zafiyet olarak anlaşıldığından hiç kimse kendi kafasındakinden farklı düşünceleri değil benimsemek, dinlemek bile istemiyor. Oysa ‘bir ben bilirim’, ‘tek doğru benim doğrumdur’ yaklaşımı insanî zaafların en zararlılarından biri olduğu kadar, aynı zamanda insanda bastırılmış aşağılık duygularının dışavurumudur.

Haftalardır siyasette olsun, medyada olsun düzeysizliğin en sefil örnekleri sergileniyor. Düzeysizliği, mahalle kabadayılığını, saldırganlığı ‘politika yapmak’ sanan siyasetçileri anlayabiliyorum, çünkü onları bulundukları yerlere ortalama okulluluk düzeyleri 3.7 yıl olan kitleler taşımışlar, fakat kimi medya gruplarının iç bulandırıcı düzeysizliklerini anlamakta zorlanıyorum.

***

Doğrudur, yanlıştır, fakat hiçbir uygar ülkede mahkeme kararları Türkiye’de tanık olduğumuz düzeyde tartışılmaz. Hukuka saldırmak ancak hiçbir zaman hukuka gereksinim duymayacaklarını sanan ahmakların davranışıdır.

Ve ne yazık ki uzunca bir süredir bu ülkeye ahmaklık egemendir.

Nedeni ise oldukça basittir, çünkü Türkiye’de ‘burjuva’ olarak adlandırılan ‘varsıllar sınıfı’, -bir avuç gerçek burjuva dışarıda tutulacak olursa-, devlet eliyle, ihale peşkeşçiliğiyle, hayali ihracatla, döviz kaçakçılığıyla, kaçak inşaatla, rüşvetçilikle, teşvik dolandırıcılığıyla, banka hortumculuğuyla, kıyı yağmasıyla, yerel yönetim yolsuzluklarıyla, Avrupa’da çalışan emekçileri dolandırarak oluşmuş bir zümredir. Pratik zekâlı, fakat zekâlarını kötüye kullanan insanların oluşturduğu bir kalabalıktır.

Belli bir disiplin altına alınamayan pratik zekâ hırsla üst üste binince sonunda kaçınılmaz olarak ahmaklığa dönüşür. Bu dönüşümün ülkemizde de, dünyada da sayısız örnekleri vardır.

Yaşadığımız süreçte bu düzenin karşısında ciddi bir seçeneğin oluşamaması ise bir talihsizlik olmakla birlikte anlaşılabilir bir durumdur.

Toplumda her olgunun kendi karşıtını yaratması diyalektik bir sonuç olduğuna göre yukarıda oluşumunu sıraladığımız olgunun yaratacağı karşıtı doğal olarak ‘amorf/ucube’ bir seçenek olacaktır. Bugün, ‘alternatifsizlik’ dediğimiz şey de içinde bulunduğumuz bu durumun tanımı değil midir?

***

Hayatın birçok alanında bize yaşatılan düzeysizlikleri, bu düzeysizliklerin taşıyıcısı ahmak politikacıları, besleme medyayı, işyerindeki işçi ölümleriyle alay eden gözü kararmış işverenleri hak edecek ölçüde büyük suçlar işlediğimizi söylersek kendimize haksızlık etmiş oluruz. Tek suçumuz duyduklarımıza, bize anlatılanlara hiç sorgulamadan kanmış olmamızdır.

Politikacılar tarafından, besleme medya tarafından, 12 Mart’ın, 12 Eylül’ün darbecileri tarafından, sürekli kandırıldık, kandırılıyoruz.

Benzetme belki biraz ağır kaçacak ama farkında olmadan koyunlaştırıldık, koyunlaştırılıyoruz

Beyinlerimiz safsatalarla, hurafelerle dolduruluyor. Cumhuriyetimizin 85 yılda geldiği noktada türban takmayı özgürleşmeyle eş gören, İmam Humeyni’ye âşık genç kızlar, ‘vatanın selametini’ Ermeni asıllı gazetecilere pusu kurmak, Katolik papazları öldürmek, Hıristiyan misyonerleri boğazlamak sanan gençler yetiştiriyoruz.

1 Mayıs Emek ve Dayanışma günlerinde işçilerle dayanışan gençleri tazyikli sulara boğuyor, copluyor, saçlarından tutup yerlerde sürüklüyoruz; tazyikli sulu, biber gazlı, coplu, telekulaklı hayatı ‘demokrasi’, ortaçağ yaşamını ‘özgürleşme’, Amerikan emperyalizmine payandalığı da ‘uygarlaşma’ sanıyoruz.

Düzeysizlikler yeni düzeysizlikler, ahmaklıklar yeni ahmaklıklar üretiyor.

Bir nokta geliyor, insan ne diyeceğini bilemiyor.

Sanırım o noktadayız.

İKTİDAR ZOR DURUMDA – 11.06.2008

Adalet ve Kalkınma Partisi iktidarı, Anayasa Mahkemesi’nin üniversitelerde türbanı serbest bırakan Anayasa değişikliğini iptal etmesini bir türlü içine sindiremiyor.

İktidarın işi gerçekten zor; adamlar genel seçimlerde oyların yüzde 47’sini alıp tek başlarına iktidar olmuşlar, yine de diledikleri bir yasayı çıkartamıyorlar. Üstelik de çıkarmak istedikleri, herhangi bir yasa değil, ‘ille de’ diyerek tabanlarına güvence verdikleri ‘türban yasası’.

Anayasa Mahkemesi tekerlerine çomak sokmasa Müslüman kızlar üniversitelerde derslere başları kapalı girerek özgürleşebilecekler. Böylece, -en azından üniversite ve yüksek okullarda özlenen ‘adalet’ ve ‘müsavat’ gerçekleşmiş olacak.

Ama olmuyor, olamıyor. Anayasa Mahkemesi geçit vermiyor.

Dinci medya bu işe çok öfkeli, kararı bir ‘sivil darbe’ olarak adlandırıyor. ‘Kuvvetler ayrılığı tamam da yargıya bu kadar söz düşmese’ yollu ‘akademik’ muhabbetlerin tadına doyum olmuyor. Kimi kalem erbabı da hızını alamayıp ‘sivil toplumu’ direnişe çağırıyor.

***

İktidar olup da ‘muktedir’ olamamak herkesin kolay kaldırabileceği bir ‘hâl’ değil, nitekim şu sıralar başta Başbakan, hükümet üyelerinin yüzünden düşen bin parça oluyor. Oysa dincilik bu topraklarda sonu henüz görünmeyen altın çağını yaşıyor. İslami sermaye gün be gün güçleniyor, Anadolu’da Sanayi ve Ticaret Odalarının yönetimleri artan bir hızla dinci kesimlerin ellerine geçiyor. AKP, 81 ilin sekseninden en az bir milletvekilini Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne sokmayı başarmış. Ülke genelinde yerel yönetimlerin çoğunluğu AKP’li. Dinciler yeni TV kanalı ve gazete alımlarıyla medya dünyasındaki ağırlıklarını hissedilir ölçüde arttırıyorlar.

Anadolu kentlerine Suudi Arabistan, İran görüntüleri egemen oluyor. Lise öğrencileri dersten kaçıp okul çatılarında namaza duruyorlar, namaz saatlerinde okul laboratuvarları, derslikler, koridorlar mescide dönüşüyor.

Ne var ki koşullar bu değin elverişliyken siyasal iktidar tabanına verdiği sözü tutup üniversitelere türbanı sokamıyor. İktidar sahiplerinin yerinde olup da sinirlenmemek elde değil.

Ben olsam hiç bozuntuya vermeden yeni bir fırsat kollarım. Türkiye bir fırsatlar ülkesi olduğuna göre bugün olmazsa yarın, yarın olmazsa öbür gün yeni bir olanak mutlaka çıkar.

***

14 Mayıs 1950 günü Demokrat Parti’nin iktidar olmasıyla birlikte başlayan ‘büyük beyaz devrim’ süreci 58 yılda Türkiye’yi öyle bir noktaya getirdi ki dinciler için bundan iyisi Şam’da kayısı…

İki gün önce duyurdu basın, 2007 sonu itibariyle ekonomimiz dünyanın en büyük 15. ekonomisi konumuna yükselmiş. Bu arada da halkımız dünya refah sıralamasında 68’incilikten 82’nciliğe düşmüş, okulluluk ortalamamız ise hâlâ 3.4 yıl düzeyinde seyrediyor. Demek oluyor ki 58 yılda ekonomide büyük atılımlar gerçekleştirilirken, toplumun büyük çoğunluğunun ‘yoksul’, ‘okulsuz’ ve ‘mesleksiz’ bırakılması başarılmış. Dinci partilerin iktidarlarını kalıcılaştırması için yoksulluğun, okulsuzluğun ve mesleksizliğin içiçeliğinden daha elverişli bir ortam olabilir mi?

Geleceğe ilişkin umutlarını yitirmiş, can derdindeki eğitimsiz insanlar dinsel duyguları biraz kaşınınca kendisine öbür dünyada cennet vaadedenlere meylediyor. AKP’nin ‘başarısının’ temel nedeni de bu. Bir de şu Anayasa Mahkemesi olmasa, Şam’daki kayısının tadı ikiye katlanacak.

***

İslamcı ve islamcılıktan beslenen sermaye, varlıkları dincileşme sürecine bağlı politikacılar, din üzerinden palazlanan medya ağız birliğiyle Cumhuriyet’i Cumhuriyet yapan güçler ayrılığı ilkesine saldırıyorlar.

Oysa yasama, yürütme ve yargı güçleri arasındaki denge özgürlüğümüzün, demokrasimizin, laik düzenimizin, insanca yaşama hakkımızın güvencesi ve içinde yaşadığımız koşullarda giderek daha büyük önem kazanıyor.


“VELEV Kİ SİYASAL SİMGE…” - 08.06.2008

Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın İspanya ziyareti sırasında türbana ilişkin olarak söylediği “Velev ki siyasal simge…” sözü, Anayasa Mahkemesi’nin üniversitelerde türban serbestisini iptal kararına gerekçe olabilecek belirleyici bir söylemdir. Bu cümlenin sonunu farklı sözcüklerle getirdiğinizde sonuç üç aşağı beş yukarı aynı kapıya çıkmaktadır; bu söylem özü itibariyle laiklik ilkesine karşı bir meydan okumadır.

Uzunca bir süredir görülmektedir ki, AKP iktidarının ‘zayıf karnı’ nesnel olarak olması gerekenin tam tersi bir biçimde 2007 genel seçimlerde aldığı yüzde 47’lik oydur. İktidar aldığı yüksek oy oranına ve TBMM’deki çoğunluğuna dayanarak her aklına eseni dilediğince uygulayabileceğini sanmak gibi tehlikeli bir kuruntuya kapılmıştır. Oysa Türkiye’nin tarihten gelen gerçekleri, iktidarın görmek istediklerinden çok farklıdır; bu gerçekler, iktidarların güç kuruntularını tersyüz edecek ölçüde serttir.

***

Daha güne kadar Türkiye’nin bir ‘hukuk devleti’ olduğunu, ‘hukukun üstünlüğü’nü dilerinden düşürmeyen iktidar sahipleri ve onların medyadaki yandaşları bugün ağızbirliğiyle yargıya veryansın etmektedirler. İktidar ve yandaşları, parlamento çoğunluğunun ‘meşruiyet’ için her zaman tek başına yeterli olmadığını, toplumu yakından ilgilendiren önemli kararların alınmasından önce tasarlananların muhalefet partileri ve sivil toplumu temsil eden kuruluşlarla tartışılarak bir uzlaşma zemini aranması gerektiğini kavramalıdırlar.

Aksi durumda, son örnekte olduğu gibi parlamento çoğunluğuna dayanarak çıkardıkları yasalar ‘hukuk duvarı’na çarpıp geri döndüğünde yakınmaların, bağırıp çağırmaların toplumu germenin, bölmenin ötesinde kimseye bir yararı yoktur.

Hükümet, türbanı bir Anayasa sorununa dönüştürerek önemli bir yanlış yapmıştır. Toplumda hiç kuşkusuz türbanı içtenlikle salt üniversite ve yüksek okullarda kız öğrencilerin öğrenim özgürlüğü bağlamında bir ‘giysi sorunu’ olarak görenler vardır. Bu görüşte olanların istemleri kişi temel hakları ve öğrenim özgürlüğü kapsamında desteklenebilir de, nitekim üniversite ve yüksek okullarda ‘türban’, AKP tarafından siyasallaştırılmadan çok önce bir sorun olmaktan çıkma ve çözülme sürecine girmişti. Bu açıdan bakldığında AKP’nin sorunu siyasallaştırarak en büyük kötülüğü türbanlı öğrencilere yaptığı görülmektedir.

***

AKP’nin, Anayasa’yı değiştirerek üniversite ve yüksek okullarda türbanın yolunu açma girişimi topluma karşı kurduğu ve Anayasaya Mahkemesi tarafından bozulan bir ‘tuzak’tır. Toplum bir genel Anayasa değişikliği beklerken AKP-MHP işbirliği tarafından tezgâhlanan emrivaki ile karşı karşıya kalmıştır.

Görülmüştür ki, bir akademisyen kurul tarafından hazırlanan ve oyalanması için kamuoyuna sızdırılan Anayasaya değişikliği tasarısı, düzenlenen gizemli özel Anayasa toplantıları ve benzer hükümet etkinlikleri söz konusu tuzağın ön hazırlıklarıdır.

Oysa toplum, 12 Eylül darbecileri tarafından dayatılan, halka silah zoruyla onaylattırılan yürürlükteki Anayasa’nın baştan sona elden geçirilmesini ve çağımızın koşullarına uygun duruma getirilmesini istemektedir. İstenen özgürlükçü, demokrat, çoğulcu, hukukun üstünlüğünü ve laikliği gözeten bir Anayasa’dır.

AKP hükümeti ise toplumun bu istemini gözardı etmesi bir yana, Anayasa’nın değiştirilemez 2. maddesini çiğneyerek, özel bir ‘türban yasası’nın çıkartılmasına öncülük etmiş, genel Anayasa değişikliğini rafa kaldırmıştır.

AKP’ye ilişkin kapatma davası nasıl sonuçlanır, bilemeyiz, fakat AKP her durumda aklını başına devşirmeli, insanlara, toplumun geneline hizmet etme kararlılığında olduğu güvencesini vermelidir. Türbanın siyasal bir simgeden yeniden salt bir ‘giysi seçimi’ konumuna getirilmesi de AKP’nin söz konusu kararlılığının bir adımı olarak değerlendirilecektir. Bu konuda Hayrünnisa, Emine ve Zeynep hanımlar ne düşünürler, sanırım bu hep bir muamma olarak kalacaktır.