4 Temmuz 2008 Cuma

SİVİL SİYASET - 20.01.2008

Anımsamakta yarar vardır: tek parti dönemindeki CHP iktidarının en büyük basiretsizliklerinden biri Türkiye’yi yarı-feodal üretim ilişkilerinden kurtaracak bir toprak reformunu gerçekleştirememesidir. Böyle bir reformu öngören 4753 sayılı ‘Çiftçiyi Topraklandırma Kanunu’ 11 Haziran 1945 günü TBMM’de kabul edilip Resmi Gazete’de yayımlanmış olmasına karşın CHP içinde başını Adnan Menderes’in çektiği toprak ağaları/mütegalibe koalisyonunun direnci karşısında uygulamaya sokulamamış, aynı çıkar koalisyonunun kurduğu ve 14 Mayıs 1950 seçimleriyle işbaşına gelen DP iktidarının ilk işlerinden biri de bu yasayı kaldırmak olmuştur.

Bugün büyük kentlerimizi her türden sosyal patlamalara hazır, gerek yerleşik kentliler, gerekse göçerler açısından yaşanamaz duruma getiren iç göçler gibi Güneydoğu’da 30 yıldır süren kanlı terör hareketlerinin de başlıca nedenlerinden biri özellikle Doğu ve Güneydoğu Anadolu’daki toprak mülkiyetinin adaletsiz dağılımıdır. Güçlerini toprak mülkiyetinden alan büyük toprak sahiplerine, ağalara, aşiret reislerine bağımlı yoksul, yarı-köle durumundaki köylülük ekonomik açıdan özgür olmadığı gibi siyasal açıdan da özgür değildir, hayatın hiçbir alanında kendi özgür iradesini oluşturup kullanamamaktadır. Dolayısıyla Anadolu köylüsünün geniş kesimlerinin, uygulamaları açısından kendi ekonomik ve sosyal çıkarlarına ters düşen siyasal partilere oy vermesinin şaşılacak bir yanı yoktur. Yukarıda belirtilen bölgelerde, toprak üzerindeki üretim ilişkileri ile belirleyici bir üst yapı kurumu olan Sünni İslam birbiriyle örtüşmektedir. Bugünkü konumuyla (yarı-feodal) köylülük Türkiye’nin yakın geleceği açısından umut olmaktan uzaktır, diyebiliriz.

80’li yılların sonuna kadar 20. yüzyıl tarihi, kıta Avrupa’sı için faşist ya da ‘reel sosyalist’ diktatörlükler, dünyanın geri kalmış bölgeleri için de askeri darbelerin tarihidir. Bu dönemde Asya’nın, Afrika’nın ve Latin Amerika’nın birçok ülkesi amaçları farklı her renkten askeri darbeye tanık olmuştur. Avrupa’daki diktatörlükler, mevcut düzeni geliştirip güçlendirmek (Örn.: Portekiz), sol’a karşı korumak (Örn.: Almanya, İtalya) yada kökünden değiştirmek (Örn.: II. Dünya Savaşı sonrasında Doğu Avrupa’da/Sovyet İşgal Bölgesinde kurulan ‘reel sosyalist’ rejimler) amacıyla gelişme düzeyleri farklılıklar gösterse de tümü kapitalist olan ülkelerde işbaşına gelirken, Avrupa dışındaki ülkelerde iç savaşlar, bağımsızlık savaşları ya da askeri darbeler sonucu kurulan diktatörlükler kapitalistleşme sürecinin henüz başında bulunan, feodal ve yarı-feodal üretim ilişkilerinin egemen olduğu ya sömürge durumunda (Örn.: Mozambik, Angola) ya da emperyalizme bağımlı (Örn.: Latin Amerika ülkeleri) veya Sovyetler Birliği (Örn.: Suriye) ile Çin Halk Cumhuriyeti (Örn.: Kamboçya) destekli geri kalmış ülkelerde gerçekleşmiştir.

1940’ların ikinci yarısından itibaren Amerikan emperyalizminin güdümüne giren Türkiye, 1980’lere kadar nüfusunun büyük çoğunluğu toprağa bağlı, sanayileşme sürecinin oldukça yavaş işlediği yarı-feodal bir ülke görünümündedir. 27 Mayıs 1960 Darbesi/Devrimi özü itibariyle ‘burjuva-demokratik’ amaçlı Jakoben bir müdahaleyken, 12 Mart 1971 ve 12 Eylül 1980 darbeleri ülkenin emperyalizmle bağlarını pekiştiren, ‘sol’u tüm kurum, kuruluş ve kişileriyle ezerek işbirlikçi kapitalizmin önünü açmayı amaçlayan faşizan/faşist müdahalelerdir.

Türkiye, 1980’lerle birlikte hızlı bir kapitalistleşme dönemine girmiştir, işbaşına gelen iktidarlar bir yandan IMF, Dünya Bankası gibi dış güçlerin zorlamaları, bir yandan da özel sektörün istemleri doğrultusunda verdikleri teşvikler, özelleştirmeler vb. önlemlerle bu süreci daha da hızlandırmışlardır. Türkiye Cumhuriyeti alt yapısında belli bölgesel yarı-feodal ilişkiler barındırmasına rağmen emperyalizme bağımlı kapitalist bir devlettir. Kapitalistleşme süreci hızlandıkça devletin kurumları da kapitalist düzenin parçaları durumuna gelmektedir. Bu açıdan değerlendirildiğinde dış tehditlere karşı ulusumuzun en büyük güvencesi olan Türk Silahlı Kuvvetleri de başta laiklik olmak üzere Cumhuriyet’in kuruluş devrimleri konusunda siyasal iktidardan farklı düşünse bile ‘nesnel açıdan’ kurulu düzenin bir parçasıdır. 12 Mart 1971 ve 12 Eylül 1980 darbeleri TSK’nın bu konumunu açık olarak ortaya koymuştur. Dolayısıyla geleceği kapitalizmde değil de emekten yana bir düzende düşleyenlerin TSK’nın işlevini değerlendirirken bu gerçeği mutlaka görmeleri gerekmektedir.

Umut insandadır. Demokrasiyi kendi benliğinde özümsemiş, özgürlüğü ekmek kadar, su kadar yaşamsal ve vazgeçilemez gören, sahip olduğu hakları gözünün bebeği gibi koruyan, kişilik haklarından hangi koşul altında olursa olsun ödün vermeyi aklına bile getirmeyen, insanı ve insanın emeğini en yüce değer olarak değerlendiren, kendinde olanı başkasında da hak gören, dayanışmacı, paylaşımcı, yurttaşlık bilincine sahip bireylerde, bu bireylerin oluşturacakları savaşımcı, ortak iradededir.

Hiç yorum yok: