4 Temmuz 2008 Cuma

TÜRKİYE GERÇEKLERİ - 23.01.2008

Türkiye Cumhuriyeti, yürürlükteki Anayasaya göre ‘laik, demokratik, sosyal hukuk devletidir’. Bu çağdaş tanım demokratik cumhuriyetlerde ‘yasama’, ‘yürütme’ ve ‘yargı’ güçlerinin ayrılığını/bağımsızlığını önkoşul kılar. Şimdi soralım: Bu önkoşul Türkiye’de mevcut mudur, yargı yürütmeden bağımsız mıdır? Bu sorunun yanıtı bellidir: Türkiye’de yargının bağımsızlığı kısıtlıdır. Baştaki siyasal iktidarın, TBMM’deki sandalye çoğunluğunu fırsat bilerek çıkardığı/çıkaracağı kadrolaşma hareketi hızlanarak sürdükçe bir süre sonra yargının bağımsızlığından söz etmek tümüyle olanaksız olacaktır. Güvenilen dağlara kar serpişirmeye başlamıştır. Gelişmeler, orta erimde Yargıtay’ın da, Danıştay’ın da, Anayasa Mahkemesi’nin de siyasal iktidarın buyruk alanına gireceğini göstermektedir.

1960’larda, 1970’lerde solun bir kesimi, o zamanlar yeni palazlanmakta olan kapitalistlere ‘milli/ulusal’ tanımını yakıştırıp bu sınıfı ülkenin demokratikleştirilmesinde olumlu rol oynayacak bir güç olarak değerlendirdiğinde Türkiye’deki demokratik sosyalist hareketin unutulmaz önderi Mehmet Ali Aybar, buna şu sözlerle karşı çıkmıştı: Milli burjuvazimiz, ufuksuz, kültürsüz, kısa görüşlü yakın çıkarlarına yönelmiş bir kurnazlıktan başka hiçbir hasleti olmayan bir sınıftır. Bu tarihsel gelişmesini tam yapamamış ithalatçı, tüccar merhalesinde kalmış olmasının sonucudur. Ne dünya, ne yurdumuz gerçeklerini, hatta kendi öz çıkarı açısından bile, gereği gibi değerlendirecek durumda değildir.”

Aradan kırk yıl geçmiştir, bu süre içinde burjuvazi ithal ikameci yapısını önemli ölçüde koruyarak büyümüş, büyüdükçe de ‘milli/ulusal’ niteliğini aynı ölçüde yitirmiştir. Bugün Türkiye burjuvazisinin metropol kesimi ağırlıklı olarak laik, Adalet ve Kalkınma Partisi’nin payandası olan Anadolu kesimi ise ağırlıklı olarak dincidir, her iki kesim de emperyalizme bağımlı, dolayısıyla ‘gayri milli’dir. İşbirlikçi burjuvazi, çok küçük bir bölümü dışında ufuksuzlukta, kültürsüzlükte, kısa görüşlülükte, dünya ve Türkiye gerçeklerini değerlendirecek durumda olmamakta Mehmet Ali Aybar’ın 40 yıl önceki sözlerini yanlış çıkartacak hiç yol almamış, yalnızca zenginleşmiştir. Metropol burjuvazisinin, demokrasinin olmazsa olmazı olan laiklik anlayışının ise bağımlı oldukları emperyalist odakların icazetleriyle sınırlı olduğunu buraya bir not olarak düşelim.

Burjuvazinin demokratlığının ölçütü, istihdam ettiği emekçilerin sendikalaşmalarına gösterdiği yaklaşımdır. Dünyada olduğu gibi Türkiye’de de kapitalist üretim biçiminin yarattığı bir sosyal sınıf olan burjuvazinin de, bu burjuvazinin egemenliğindeki devletin de sendikal örgütlenmelere yaklaşımı olumsuzdur. Özellikle emperyalist ABD’nin ‘bizim oğlanlar’ diye adlandırdığı, işbirlikçi 12 Eylül darbecilerinin hazırladıkları, bugün de yürürlükteki Anayasanın süngü zoruyla topluma dayatılmasından sonra sendikalaşma hareketinde önemli gerilemeler gerçekleşmiştir. Anayasanın, ‘bireylere ve sivil örgütlenmelere karşı devleti koruyan’ maddelerini ve sendika içi demokrasi yerine otoriter, profesyonel-merkezi sendikacılığı gözeten yasaları fırsat bilen işverenler, işyerlerindeki sendikaları çeşitli yöntemlerle büyük ölçüde budamışlar ya da ‘sarılaştırmışlardır’.

Türkiye-Avrupa Birliği Karma İstişare Komitesi’nin 25.01.2006 sayılarına göre Türk-İş 33 sendika ve 2.092.694 üyeye, DİSK 18 sendika ve 403.152 üyeye, Hak-İş 8 sendika ve 378.095 üyeye, KAMUSEN de 11 sendika ve 400.000 üyeye sahiptir. 3 milyon 273 bin 941 sendikalı sayısı, ‘dünyanın 18. büyük ekonomisi’ olduğu söylenen ve devlet verilerinde Eylül 2007 itibariyle istihdam edilen çalışan sayısının 23 milyon 361 olduğu bir ülkede gerek burjuvazi, gerek onun temsil ettiği kapitalizm, gerekse demokrasi adına utanç verici bir durumdur. Bu durumdan önemli bir pay da hiç kuşku yok ki kendi çıkarlarına aykırı davranmakta direnen emekçi kesimlere düşmektedir.

Medyanın tekelleşmesi de burjuvazinin antidemokratik yaklaşımlarından biridir. 1990’lardan bu yana görsel ve yazılı basın, burjuvazinin ‘laik’ ve ‘dinci’ olmak üzere ‘sözde karşıt’ kanatlarında yer alan büyük sermaye gruplarının elinde tekelleşmektedir. Bankacılıktan petrolcülüğe, müteahhitlikten iletişim operatörlüğüne kadar ekonominin en fazla kâr getiren alanlarında at koşturan dev holdingler ellerindeki gazete, televizyon, radyo ve internet sitelerini yerine göre ya iktidara karşı ‘şantaj aracı’ ya da iktidardan yana ‘alkış efekti’ olarak kullanmaktadırlar. 2000’li yıllarla birlikte Türkiye medyası birbirleriyle rekabet durumundaki dev holdinglerin elinde araçlaşmıştır.

Tüm bunlar Türkiye gerçekleridir.

Özetle söylemek gerekirse Türkiye’de Devlet, devlet kurumları, yarı-köle köylülük gibi burjuvazi de evrensel kabul gören anlamıyla ‘demokrat’ değildir.

Umudu gerçeklerimizle yüzleşerek, içinde yaşadığımız koşulları bilerek arayacağız.

Hiç yorum yok: