Osmanlı ise Batı’daki bu gelişmelerden uzak kalmış, feodal bir imparatorluk olarak çağının dışına düşmüş, gelişmiş Batı’nın sömürü ve egemenlik alanına girmiştir. Bunun nedenleri üzerinde düşünce üretmek, yargıya varmak tarihçilerin işidir, geriye bıraktığı mirasın varisleri olarak bizi ilgilendiren, yurttaşları olduğumuz Türkiye Cumhuriyeti’nin omuzlamak, üstesinden gelmek zorunda kaldığı gerçeklerdir.
Türkiye Cumhuriyeti, Osmanlı’yı tarih sahnesinden silerek kurulmuş yeni bir devlet olmakla birlikte hukuktan gelenek-göreneğe, eğitimden sosyal-kültürel değer ölçülerine kadar Osmanlı’yı çağdışı kılan birçok üstyapı kurumunu kaçınılmaz olarak devralmıştır. Bu kurumlardan kurtulmak genç cumhuriyet için hiç de kolay olmamış, 1920 yılından 1930’ların ikinci yarısına kadar uzanan dönemde bu kurumları tasfiye amacıyla çıkartılan Devrim Yasaları her defasında toplumun belli kesimlerinin tepkisiyle karşılaşmıştır.
Aydınlanma Devrimi’nin hukuksal temelini oluşturan uygulamaları anımsayalım: Saltanatın kaldırılması (1920), Cumhuriyetin ilanı (1923), halifeliğin kaldırılması (1924), Şeriye ve Evkaf Vekaleti’nin kaldırılması (1924), Medeni Kanun’un kabulü (1926), tarikatların kaldırılması, tekke ve zaviyelerin kapatılması (1925), laikliğin kabulü (1928-1937), kadın haklarının tanınması (1930-1933/1934), Şapka ve Kıyafet İnkılabı (1925), takvim, saat ve ölçülerde değişiklik (1925/1931), Soyadı Yasası’nın kabulü (1934), Eğitim ve Öğretim İnkılabı (1924), Harf ya da Yazı İnkılabı (1928), Dil Devrimi (1932).
Bu devrimler görece dar fakat kararlı bir kadronun eseridir. Bu süreçte Kurtuluş yolunda birlikte yola çıktığı birçok yakın arkadaşı bile Mustafa Kemal Atatürk’ü terk etmiş, onu yalnız bırakmıştır. Başta Hilafet’in kaldırılması, tarikatların yasaklanması, tekke ve zaviyelerin kapatılması, laikliğin kabulü olmak üzere alınan önlemler geniş köylü kitleleri ve kasaba eşrafı tarafından benimsenmemiş, içselleştirilmemiştir.
Hayatı ancak gerçeğin gözlüğüyle baktığımızda anlayabiliriz.
***
Bu köşede yapmaya çalıştığım kendi düşünce penceremden baktığımda gördüğüm Türkiye fotoğrafını siz değerli okurlarımla paylaşmaktır. Bir köşe yazarının güncelliğe özen gösteren içerikte yazılar yazmasının yaptığı işin doğasına daha uygun düşeceğini biliyorum. Fakat bu ‘dizi’yi bir kereliğine gerekli gördüm, çünkü önümüzdeki dönemde en çok tartışacağımız konuların, “Ne yapmalıyız?” sorusuna vereceğimiz yanıtlardan kaynaklanacağını düşünüyorum. Bu ‘dizi’ kendi içinde bir bütün oluşturan yazılar biçiminde bir süre daha sürecek.
Yazılarımın üstbaşlığını ‘Umut’ koydum, zira içinde bulunduğumuz, insanda ‘atı alanın Üsküdar’ı geçmiş’ duygusu uyandıran bu ortamda bizi ayakta tutacak olan geleceğe ilişkin umutlarımızdır. Umut, henüz var olmayandadır; olabilirliği düşlemektedir. Arzu edilen, özlenen gelecek de ancak o düşü gerçekleştirmekle kurulabilir.
Yeni bir yıla giriyoruz; göstergeler 2008’in yürekleri laik, demokrat, özgür ve bağımsız bir Türkiye için çarpan insanlarımız için kolay geçmeyeceğini ortaya koyuyor. Ama karamsar olmayalım, gelecekten umudumuzu yitirmeyelim, beyinlerimizi, yüreklerimizi yarına ilişkin kuracağımız düşlerle zenginleştirelim, diri tutalım. Hayatı karartan da, aydınlatan da insandır sonuçta.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder