4 Temmuz 2008 Cuma

KİTLESELLİK VE BİREYSELLİK - 23.12.2007

20. yüzyılın yaklaşık ilk üççeyreklik bölümü toplumlarda kitleselliğin öne çıktığı dönemdir. O yıllarda insanlık iki dünya savaşının, sınıf ve bağımsızlık savaşımlarının da etkisiyle coşkulu kalabalıkların dev yürüyüşlerine, büyük kitlesel gösterilere tanıklık etmiştir. Kitleleri harekete geçiren en coşkulu işçi ve gençlik marşları da aynı dönemde bestelenmiştir. Bir başka deyişle kitlesellik o dönemin koşullarından kaynaklanan, o koşullara uygun, aynı zamanda da etkili bir davranış biçimidir. Fakat 1970’lerle birlikte kitleselliği tetikleyen koşulların hızla değişmesiyle bu davranış biçimi de değişerek yerini bireyselliğe bırakmıştır.

Bugün geriye dönüp baktığımızda kitleselliğin kendi içinde belli bir otoriter yapılanma yarattığını görüyoruz. Bu yapılanma yalnızca Türkiye’de değil dünyanın her yanında kitlesel eylemlere öncülük etmiş siyasal partiler, sendikalar, öğrenci dernekleri gibi belli başlı kitle örgütlenmeleri için de geçerlidir. Bu otoriter yapılanmalar Batı’da 1968 gençlik hareketiyle birlikte sarsılmış, izleyen yıllarda giderek çözülmüştür. Batı’daki komünist ve sosyalist partilerde görülen yönetsel-davranış değişiklikleri de ‘reel sosyalist’ bloğun 1990’ların başında çökmesinden çok önce, 1968’den hemen sonra başlamıştır. Batı’daki sivil toplum örgütlerinin ve yeni tip örgütlenmelerin ortaya çıkmaları da aynı yıllara rastlamaktadır. Örneğin, daha sonraki yıllarda Almanya Federal Cumhuriyeti’nin iç ve dış politikalarında ağırlık kazanacak olan Yeşiller Partisi’nin temelleri de 1970’li yılların ortalarında atılmıştır. O zamanlar iki parçalı olan Almanya’nın batısında irili ufaklı binlerce sivil toplum girişimi aralarında iletişim kurarak partileşme düşüncesini geliştirmişler, parti başvurusu ancak 13 Ocak 1980 günü gerçekleşmiştir. Bu yeni tip partinin üç yıl sonra, 1983 genel seçimlerinde oyların yüzde 5.6’sını alarak Federal Parlamento’ya 27 milletvekili soktuğunu buraya bir not olarak düşelim.

Toplumumuz ise bu gelişmeleri ıskalamıştır. 1960’lar, 1970’ler Türkiye’de kitleselliğin doruğa çıktığı yıllardır. O görkemli öğrenci yürüyüşlerini, katılımcı sayılarının yüz binlerle ifade edildiği işçi gösterilerini, 1 Mayıs kutlamalarını, 15-16 Haziran 1970 Büyük İşçi Direnişini, yaygın sendikalaşmayı, öğretmen örgütlenmelerini anımsayalım, bir de günümüze bunlardan ne kaldığını düşünelim. Gelinen noktaya ilişkin temel soruların yanıtı için 12 Mart 1971 ve 12 Eylül 1980 askeri darbelerini göstermek tek başına yeterli olmadığı gibi aldatıcıdır da. Darbeler hiç kuşkusuz insanları yıldırmış, partileri, sendikaları, öğrenci derneklerini dağıtmış, kitle örgütlenmelerinin soluk borularını tıkamıştır. Fakat darbelerle sınırlı yanıtlar yine de yeterli değildir.

Osmanlı devlet ve toplum yapısından gelen pederşahi/ataerkil gelenekler, doğal olarak onun enkazı üzerine kurulan Cumhuriyet’e ve topluma yansımıştır. Bu tür devlet ve toplum yapılarında bireylerin en büyük korkusu merkez tarafından benimsenen ve sürdürülen siyasetlere, yaptırımlara aykırı davranmak olmuştur. Çünkü devlet, otoriter-yasakçı çizgisini kuruluşundan günümüze kadar kesintisiz olarak sürdürmüştür, sürdürmektedir. Bu süreçte farklı muhalif kesimler yine farklı dönemlerde ‘nöbetleşe’ olarak otoriter-yasakçı devlet baskısından payını almıştır.

Böyle bir yapıda ‘bireylerin’ demokrasi ve özgürlük gereksinimi duyması, duyduğu gereksinimin beyninde karşılığını yaratması, yarattığını da içselleştirmesi olası değildir. Çünkü demokrasi de, özgürlük de ancak kullanım şansı bulduğu koşullarda içselleştirilerek somut istemlere dönüştürülebilir. Uygulanamadığı sürece demokrasi kavramının da, özgürlük kavramının da içi doldurulamaz. Bu nedenledir ki tarihimizin hiçbir döneminde demokrasi ve özgürlük, toplumumuzda çoğunluğun ‘vazgeçilemez’ istemi/talebi olmamış; demokrasi de, özgürlükler de topluma devlet tarafından, yukarıdan sunulmuştur. 1960’lı ve 1970’li yıllardaki kitlesel eylemler de 27 Mayıs 1960 darbesi sonrasında kabul edilen 1961 Anayasasının sağladığı yasal zeminde gerçekleştirilmiştir. 12 Eylül 1981 darbesi ise yine yeni bir Anayasa ile bu zemini ortadan kaldırmıştır. 22 Temmuz 2007 Genel Seçimleri öncesi düzenlenen Cumhuriyet Mitingleri dışında demokrasi ve özgürlükler doğrultusunda hiçbir kitlesel gösteriye tanık olunmamıştır. Bu mitinglerde kimi göstericilerin ellerinde ‘Ordu Göreve!’ yazılı pankartlar taşıdıkları da gözden kaçmaması gereken bir durumdur.

Bireylerinin demokrasiyi içselleştirmediği bir toplumun demokrat olması düşünülemez. Demokrasi bireysel bir istemdir, bilinçli bireyler demokrasiyi önce kendileri için isterler, elde etmek ya da korumak için mücadele ederler, demokratik toplumlar da demokrasiyi vazgeçilemez bir gereksinim, onu korumak için mücadeleye hazır bireylerin bir araya gelmesinden oluşur.

Türkiye’de ise demokrasiyi içselleştirmiş, vazgeçilmezliğinin bilincinde olan, onu korumak için mücadeleye hazır, bu mücadelenin gerektirdiği özverilerde bulunmaya razı bireylerin sayısı son derece azdır. Bu durum toplumumuzdaki bireylerin yurttaşlık bilincini de doğrudan etkilemektedir. İçinde bulunduğumuz dincileşme/dincileştirme sürecinde bireylerin yeniden ‘kulluğa’ çark etmeleri bu nedenle böylesine kolay gerçekleşmektedir.

Hiç yorum yok: