5 Temmuz 2008 Cumartesi

OLMAYANI DÜŞLEMEK - 24.02.2008

Yaşanmış olan düşlenir mi? Doğal ki düşlenir, fakat bu duygu daha çok ‘nostalji’ dediğimiz geçmişe olan özlemin hayalleştirilmesidir. Kişi, güncel yaşamındaki olumsuzluklar arttığı ölçüde daha önce bizzat yaşamış olduğu görece dingin, huzurlu hayatını, o hayatı hazırlayan koşulları özlemeye başlar. Ne var ki yaşadığı olumsuzluklar, içinde bulunduğu zor koşullar insanı bizzat yaşamadığı, kendinden önce yaşanmış olduğunu varsaydığı ‘senaryolaştırılmış’ bir geçmişi özlemeye de yönlendirir. İnsanlar kendilerinin bizzat yaşamadıkları bir geçmişi özlemeye başlarlar.

Sıkça duyduğumuz ‘İstanbul nostaljisi’, ‘köy nostaljisi’ gibi. Bu örneklerden yola çıkacak olursak, ‘Beyoğlu'na, İstiklal Caddesi'ne çıkarken saygın beyefendilerin giydiği takımlar, başlarındaki fötr şapkalar ya da tayyörlü zarif hanımefendiler’ öne çıkarken o zamanlar aynı caddeye çıkan sokakların başında nöbet bekleyen üniformalı görevlilerin kentin yoksullarını ‘hırpani kılıklarına’ bakıp geri çevirdikleri unutulur. Senaryolaştırılmış geçmiş, kötülükleri gizler; sözgelimi, ‘hep iyi, erdemli, çalışkan insanların yaşadığı cennet parçası köylerde’ ne tahsildar, ne jandarma, ne de ağa baskısı vardır.

Geçmişe özlem kuşkusuz insani bir duygudur, ne var ki geleceğin düşlerine kaynak oluşturamaz. Çünkü geleceğe ilişkin tasarılar henüz var olmayanı, yaşanmamış olanı düşlemekle oluşmaya başlar. Sanırım, bugünlerde en büyük gereksinimimiz yaşanacak bir geleceği tasavvur etmektir. Yaşadıklarımızı, bize yaşatılanları hak etmediğimize, daha güzel, daha aydınlık, daha huzurlu bir hayata layık olduğumuza inanıyoruz. Fakat unutmamalıyız ki hak etmediğimiz hayat koşullarıyla karşı karşıya kalmamızda az ya da çok, ama mutlaka kendimizin de bir payı vardır. Bugün bizi ürküten, korkutan, endişelendiren koşullar bir gecede oluşmamıştır.

Bugün en büyük korkumuz Türkiye'nin bir din devletine dönüştürülmesidir. Ne var ki bu tehlike bir anda, birdenbire ortaya çıkmamıştır, tam tersine çok uzun bir siyasal sürecin sonucudur. Dolayısıyla bu sürecin işlemesinde, bu noktaya gelinmesinde Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası'nın, Serbest Fırka'nın kapatılmalarını bir ‘demokrasi ayıbı olarak vazedenlerin’, Demokrat Parti'nin iktidara geçmesini ‘beyaz devrim’ olarak görenlerin, Adalet Partisi'ni, Anavatan Partisi'ni oylarıyla destekleyenlerin, Adalet ve Kalkınma Partisi'ni ‘Müslüman-demokrat/muhafazakâr-demokrat’ bir siyasal yapı olarak değerlendirenlerin payları vardır.

Fakat olan olmuştur, tarihin tekerleklerini geri çevirme olanağımız yoktur, buna karşın geçmişe nesnel bir pencereden bakmayı başarabilirsek farklı bir gelecek tasarlarken geçmişten çıkaracağımız önemli dersler vardır.

Son zamanlarda kimi okurlarımdan Türk Silahlı Kuvvetleri’nin üzerlerinde hayal kırıklığı yarattığına değinen mektuplar alıyorum. Parlamenter demokrasiden umudunu kesmiş bir kesim, TSK’nin ‘kurtarıcılık görevini’ anımsamasını, ‘bizi’ içinde bulunduğumuz durumdan çekip çıkarmak yolunda ‘bir şeyler’ yapmasını istiyor. Bu ‘yanlış özlemler’ toplumumuzun içinde evrensel demokrasiyi özümseyememiş insanların hâlâ varolduğunu gösterdiği gibi çoğumuzun siyasal davranışlarına egemen olan ‘kolaycılığı’ da ortaya koyuyor.

Özgürlük, insan hakları, demokrasi gibi çağdaş hayatın olmazsa olmazı değerlerinin uzun erimli savaşımlarla kazanıldığını tarih bize öğretiyor. Kabul edelim ki bugün sahip olduğumuz bu evrensel değerler topluma, uğrunda savaşım vermeksizin günün iktidar sahipleri tarafından altın tepsiler içinde sunulmuştur. İnsanlar, uğrunda savaşım vermedikleri değerler başka iktidar sahipleri tarafından geri alınırken karşı koymazlar; çünkü bu doğrultuda bilinçlenme süreci yaşamamışlardır. Örneğin, 27 Mayıs 1960 Darbesi'nin 1961 Anayasası ile topluma kazandırdığı özgürlükler, demokratik ve sosyal haklar, otuz yıl sonra başka bir darbenin, 12 Eylül 1980 Darbesi'nin uygulayıcıları tarafından 1982 Anayasası ile geri alınırken toplum karşı koymak bir yana, bu anayasaya yüzde 92'lik ezici bir çoğunlukla kabul oyu vermiştir.

Bugün, Cumhuriyetin en temel taşlarından biri olan laiklik yerinden oynatılmaya çalışılıyor. Yaklaşık 25 milyon olan yetişkin nüfusumuzun yüzde 3’ü bile bulmayan kesimi alanlara çıkarak bu gerici gidişe "Dur!" demeye çalışıyor. Yeter mi? Sanmıyorum. Örgütsüz savaşım sabun köpüğü gibidir. O halde? Olmayanı düşlemenin önünü açabilmek için başka şeyler yapmak gerekmiyor mu?


Hiç yorum yok: