4 Temmuz 2008 Cuma

YARINA 'ALLAH KERİM' - 19.12.2007

Gençlik yıllarımızda okuduğumuz, bugün de okumayı sürdürdüğümüz kitaplardan, insanların bilincinin ve bilinçlerine uygun davranış bütünlüğünün birinci derecede içinde yaşadığı nesnel koşullardan, bulunduğu sosyal-ekonomik ortamdan etkilenerek oluştuğunu öğrendik, öğreniyoruz. Ne var ki bu kuramsal, objektif değerlendirmeye aykırı durumlar da söz konusu olabiliyor, ki Türkiye bunun tipik örneklerinden biridir. Toplumumuzun öncelikle çalışanı ve işsizi ile yoksul kesimlerinin kitlesel olarak sağcılaştıklarını, egemen güçlerin payandası durumuna geldiğini uzunca bir zamandır gözlemliyoruz.

Ortada bir sinema makinesi var ve bu makine hiç durmaksızın tozpembe filmler gösteriyor. Filmlerin yönetmeni siyasal iktidar, oyuncuları AKP’li politikacılardan, teknik ekip AKP iktidarına gönül vermiş aydınlardan oluşuyor. Halkımız ise oturmuş, biri diğerinden farksız olan bu filmleri izliyor.

***

Oysa nesnel açıdan bakıldığında Türkiye toplumunun ezici çoğunluğu için dünyanın hiç de toz pembe olmadığı açıkça görülüyor. Türkiye’nin toplam borcu son 4.5 yılda 221 milyar dolardan 408 milyar dolara yükselmiş. 2002 yılı sonunda 91.7 milyar lira olan iç borçlar 2007 mayıs ayında 195.4 milyar dolara yükselmiş. Özel sektör dış borç toplamı ise aynı zaman dilimi içinde yüzde 64 artarak 130 milyardan 213 milyar dolara yükselmiş. Maliye Bakanı’nın açıklamasına göre doğrudan yabancı sermaye girişi 2006 yılında 20 milyar dolarla tarihsel bir düzeye ulaşmış. İyi de nereye girmiş bu yabancı sermaye? Sanayi yatırımlarına mı yönelmiş? Tabii ki hayır, yoksa işsizlik oranı tüm gizleme-saklama çabalarına karşın niçin yüzde 9’un altına inmesin? Tablo bu kadar vahim, borç içinde yüzüyoruz.

Gün gelecek tüm borçların, açıkların, yanlış politikaların acı faturası toplumumuzun önüne sürülecek. Fakat halkımız kendisini doğrudan ilgilendirmesi gereken konularla hiç ilgilenmiyor, bir milyonu açlık, 20 milyonu da yoksulluk sınırının altında yaşıyor; semt pazarları dağılırken atılan çöplerden yiyecek, batı Karadeniz kumsallarında yakacak kömür topluyor, fındık diyor, ağlıyor, ah şu yoksulluk yok mu, deyip gözyaşı döküyor, ama sonra sandığa gidip emperyalizmin işbirlikçisi, küreselleşmeci kapitalizmin bayraktarı AKP’ye oy veriyor. Ülkenin dincileştirilmesi, demokrasinin içinin boşaltılması da, cumhuriyet de, sosyal hukuk devleti de toplumun geniş kesimlerinin pek umurunda değil. Aynı umursamazlık siyasal iktidar tarafından yürütülen, giderek hızlandırılan doğa yıkımları için de geçerli. Ormanlarımız, sularımız, doğal yaşam kaynaklarımız tükenirken insanlarımız ne oluyor, diye dönüp sormuyorlar, gündelik yaşıyorlar, ‘yarına Allah kerim’ diyorlar.

***

Ülkemizdeki insan malzemesi böyle bakıldığında çok vahim bir görünüm sunuyor. Toplumumuzdaki okulluluk ortalaması 4 yılın altında, bu da nüfusumuzun çok büyük bölümünün ‘mesleksiz’, dolayısıyla ‘niteliksiz’ olduğunu gösteriyor; ortaöğretim kurumlarımızın, üniversite ve yüksek okullarımızın durumu ise ortada, 115 üniversitemizin hiçbiri dünyanın en iyi 400 üniversitesi arasına girecek akademik düzeyde değil. Bırakalım dünya üniversiteleriyle yarışmayı, bu okulları ‘üstün’ derecede bitirenlerin bile bilgi donanımları iç karartıcı bir düzeyde.

‘Umut’u arıyoruz ya, tartışmaya bu noktada başlayalım, diyorum. Ben bu noktada, en önemli eksiğimizin ‘yurttaşlık bilincine sahip insan’ olduğu kanısına varıyorum. ‘Kul’ ile ‘yurttaş’ arasındaki temel farkın yalnızca hukuktan değil, aynı zamanda da bilinçten, bilinç düzeyinden kaynaklandığını düşünüyorum.

Hiç yorum yok: