5 Temmuz 2008 Cumartesi

NASIL BİR SOSYALİZM? -12.03.2008

Sosyalizm sözcüğünü duyanların sordukları ilk soru çoğunlukla, “Nasıl bir sosyalizm?” oluyor. Haksız da değiller, çünkü sosyalizmin ‘Sovyet sosyalizmi’, ‘Çin sosyalizmi’, ‘Küba sosyalizmi’ gibi çeşitli renkleri var. Bu farklılıklar olumlu ve olumsuz yanlarıyla farklı modeller oluşturuyorlar. Bizi burada ilgilendiren ise modellerden çok Marksist kuram ve bu kuramdan kaynaklanan saptamalar.

Önce altını çizelim: Sosyalizm, kapitalizmin bireyciliğine karşı verilen tek sosyal yanıttır, kapitalizmin temel çelişkisi olarak emek-sermaye çelişkisini gösterir, artı-değerin, kapitalistin emekçiyi sömürmesinin ürünü olduğunu ortaya koyar, doğayı ve sosyal olguları irdeleme yöntemi, şaşmazlığı tarih içinde kanıtlanmış olan diyalektik materyalizmdir. 19. yüzyılın ikinci yarısında Karl Marx ve Friedrich Engels tarafından kuramlaştırılan bu saptamalar bugüne kadar doğruluklarını korumuşlar, başka bir deyişle 150 yıldır burjuva düşünürleri bu görüşlerin yanlışlığını kanıtlamayı başaramamışlardır.

Karl Marx yapıtlarında emek-zaman, emek-sermaye, artıdeğer, ücret-kâr ve sınıf savaşımı konularını işlemiştir. Ona göre, sınıf savaşımı toplumu zorunlu olarak proleterya diktatörlüğüne götürecek ve sınıfların ortadan kalkmasıyla birlikte sömürüsüz, eşitlikçi-demokratik bir toplum düzenine geçilecektir. Marx, işçi sınıfı devriminin önce en gelişmiş kapitalist ülke olan İngiltere’de gerçekleşeceğini düşünürken, devrim, dolayısıyla da proletarya diktatörlüğü, 1917 yılında, Rus Sosyal Demokrat İşçi Partisi’nin önderliğinde, işçilerin ancak nüfusun yüzde 3’ünü oluşturduğu Rusya’da gerçekleşmiştir. Bir azınlık diktatörlüğü olan Sovyet rejimi ilk yıllardan itibaren, devrimin başarısında emeği geçmiş olan fakat çeşitli uygulamaları nedeniyle Bolşevik merkezi yönetime eleştiriler yönelten sosyalist kişilikler de aralarında olmak üzere muhalefete göz açtırmamıştır. 1924 yılında devrimin lideri Lenin’in ölmesi üzerine başa geçen Stalin’in döneminde muhalefet tümüyle tasfiye edilmiştir.

Daha sonra Sovyetler Birliği Komünist Partisi adını alan iktidar partisinin kadrolarından oluşan bürokratik diktatörlük uyguladığı tüm baskılara karşın ‘diyalektik materyalist’ kuramının öngördüğü gibi kaçınılmaz olarak kendi karşıtlarını yaratmıştır. Stalin’in 1953 yılında ölümünden üç yıl sonra yapılan 20. Parti Kongresi’nde Kruşçov’un partinin dizginlerini iyice ele geçirmesiyle birlikte Sovyetler Birliği’ni adım adım kapitalizme geri götürecek kadrolar iş başına gelmiştir.

1917 Ekim Devrimi ile kurulan Sovyet Sosyalist Cumhuriyetleri Birliği, 1985 yılında Gorbaçov tarafından hayata geçirilen, altı yıl süren ve Glasnost, Perestroyka gibi adlarla anılan reformların ardından 1991 yılının sonunda resmen dağıldı. Birliği oluşturan 15 devletten Letonya, Litvanya ve Estonya Batı’yla bütünleşti. Öbür 12 devlet ise bir araya gelerek ‘kapitalizm’ temelinde Bağımsız Devletler Topluluğu'nu oluşturdular.

74 yıllık Sovyetler Birliği tarihinden alınacak en önemli ders ‘muhalefetsiz sosyalizmin’ başarı şansı olmadığı gerçeğidir. Muhalefetsizlik, işçi sınıfı adına iktidara el koyan partiyi kısa zamanda bürokratik bir aygıta dönüştürmekte, her türlü doğrunun kendisinden kaynaklandığına inanan aygıt giderek toplumun geneli üzerinde rejime özgü bir diktatörlük olarak ortaya çıkmaktadır. Bu diktatörlüğün, Karl Marx’ın işçi sınıfı iktidarı bağlamında kullandığı ve sosyalizme geçiş süreci için öngördüğü/önerdiği ‘proletarya diktatörlüğü’ ile bir ilgisi yoktur. Tam tersine hem Sovyetler Birliği’nde hem de 2. Dünya Savaşı sonrasında Doğu Avrupa’da Sovyetler Birliği’nin desteğiyle kurulan ‘reel sosyalist’ rejimlerde komünist parti diktatörlükleri zaman içinde bu ülkelerde yeni bir egemen sınıf oluşturmuşlardır.

Ekim Devrimi’nin hemen ertesinde Almanya Sosyaldemokrat Partisi’nin program kuramcısı, Marksist düşünür Karl Kautsky, ‘proletarya diktatörlüğü ve demokrasi’ konusunda dostu Lenin’i uyarmış, fakat aldığı karşılık, ‘döneklik’ ile suçlanmak olmuştur (Bak.: Lenin, ‘Proletarya İhtilali ve Dönek Kautsky’). Ne var ki tarih son çözümlemede Lenin’i değil, ‘demokrasinin vazgeçilmezliğini’ savunan Kautsky’yi haklı çıkarmıştır. ‘Demokrasi sorunu’ bugün küresel kapitalizmin çekim merkezine dönüşmüş fakat hâlâ sosyalist olduğunu savlayan ve Komünist Partisi tarafından yönetilen Çin Halk Cumhuriyeti’nin de, Kore Halk Cumhuriyeti’nin ve sosyalist Küba’nın da temel sorunudur.

Toplumumuzda sosyal demokrasinin komünizmden bir sapma olduğuna ilişkin yanlış bir kanı vardır; tarihteki ilk Marksist partilerin sosyal demokrat adı altında kurulduğunu, komünist partilerin, 1. Dünya Savaşı öncesinden başlayarak sosyal demokrat partilerden doğduğunu buraya bir not olarak düşelim.

Hiç yorum yok: