Bir de ‘içeriden dışarıya’ yurtsuzlaştırılanlar vardır, Türk dilinin en büyük şairi Nâzım Hikmet gibi siyasal nedenlerden ötürü yurtdışına çıkıp bir daha dönemeyenler, kaçıp uzun yıllar dışarıda, sürgünde yaşadıktan sonra dönebilenler; 1923 Türk-Yunan nüfus mübadelesinde Yunanistan’a sürülen 1 buçuk milyon Anadolu Rum’u, -ki aralarında sayıları elli bini bulduğu söylenen Ortodoks dininden Karaman Türk’ü de vardır-; yurtdışında bulundukları sırada çeşitli nedenlerden ötürü yurttaşlıktan çıkarılıp kendilerine yurt kapıları kapananlar; önce 6/7 Eylül 1955 olaylarının yinelenmesi korkusuyla, daha sonra da 1963/1964 sürgün kararlarıyla Türkiye’yi terk etmek zorunda kalan İstanbul Rumları, 11 Kasım 1942 tarihli Varlık Vergisi yasası uygulamaları sonucunda mülksüzleştirilen yada mülksüzleştirilme korkusuyla yeni kurulmakta olan İsrail’e göçen Museviler, 1973 yılında başlayarak 1980’li yılların ortalarına kadar onlarca Türk diplomatını katleden Asala terör örgütünün faaliyetlerine karşı ‘görülmeyen misilleme’ olarak Türkiye Ermenilerine uygulanan baskılar sonucunda ülkeyi terk eden İstanbul Ermenileri; gördükleri sürekli dinsel baskılara karşı dirençleri kırılarak çareyi yurtdışına göçmekte gören Süryaniler, Yezidiler ve diğer Müslüman olmayan topluluklardan insanlarımız ‘içeriden dışarıya’ yurtsuzlaştırılmışlardır.
***
İnsanların yurtsuzlaşmaları için mutlaka yurtlarından sürülmelerine, yurtlarını terk etmelerine gerek yoktur; insan, yurdunda kalarak da yurtsuzlaştırılabilir. Bunun en somut örneği Nazi Almanya’sıdır. 1933-1945 yılları arasında nasyonal-sosyalistler, -gaz odalarında katlettikleri 6 milyon Yahudi dışında-, komünistleri, sosyalistleri, demokratları, antifaşist Katolik din adamlarını, Protestan direnişçileri toplama kamplarına, cezaevlerine atarak, evlerinde göz hapsinde tutarak, kendileri gibi düşünmeyenlerin yaşam biçemlerine müdahale ederek, el koyarak, onlara kendi yaşamak istediklerinden farklı bir hayatı dayatarak yurtsuzlaştırmışlardır.
Üzerinde yaşayan tüm canlıları ve doğasıyla salt bir toprak parçası olmanın ötesinde yurt, eğer insanları özgürse, kendilerini özgür duyumsayabiliyorlarsa, diledikleri yaşam biçemini özgürce, hiçbir zorlamayla, dayatmayla karşılaşmadan seçebiliyorlarsa bir anlam kazanır.
Aksi durumda yurdu ‘yurt’ yapmak için direnmek, bu direnişte özverilerde bulunmaya, acılara katlanmaya hazır olmak gerekir.
Unutulmamalıdır ki, Nazilerin iktidara geldiği 1933 yılı Alman parlamentarizminin en demokratik dönemi kabul edilen Weimar Cumhuriyeti’ne rastlamaktadır. Faşist Mussolini ise “Napoli’den Roma’ya yürürüm!” tehdidiyle İtalya’da iktidarı elini kolunu sallayarak eline geçirmiş, komünistlerle başı belada olan Kral Emanuel, 18 Ekim 1922 günü Mussolini’yi Başbakanlığa atanmıştır.
Hem Almanya hem de İtalya’da nasyonal-sosyalist/faşist diktatörlüklerin kurulmasında her iki ülke toplumlarının basiretsizliklerinin payı vardır. Çünkü ne nasyonal-sosyalizm 1933’te, ne de faşizm 1922 yılında ortaya çıkmıştır. Her ikisinin de önceleri vardır. Bireyler, karşılaştıkları, tanık oldukları olumsuzlukları ‘münferit’ olarak değerlendirmişler, tepkisiz kalmışlar, kitleler alıştırılarak edilgenleştirilmiş, tutsaklaştırılmıştır. Alman ve İtalyan tarihinden çıkartmamız gereken önemli dersler vardır.
Eğer bir gün gelip de kendi yurdumuzda yurtsuz kalmak/yurtsuzlaştırılmak istemiyorsak çevremizde olup bitenleri ‘ufak tefek, münferit şeyler’ demeden, daha dikkatli gözlemlemeli, daha fazla merak etmeli, daha çok sorgulamalı, daha çok sormalıyız. Her şeyden de önemli, gözlemlediklerimizi, tanık olduklarımızı, yaşadıklarımızı birbirimize aktararak örgütlenmeliyiz; iş işten geçmeden…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder