1950 genel seçimlerine ‘Yeter! Söz milletindir!’ sloganıyla giren DP’nin on yıllık iktidar serüvenine baktığımızda bu partinin, CHP ile karşılaştırılmasından bağımsız olarak, Türkiye için bir talihsizlik olduğunu söyleyebiliriz. Her şeyden önce çok partili sisteme geçilmesinden sonra iktidarı alan ilk muhalefet partisi olarak yalan yanlış vaatlerle parlamenter demokrasiyi yozlaştırdı, karşıtlarına uyguladığı zorbalıklarla toplumun parlamentarizmi bir ‘çoğunluk diktası’ olarak algılamasına neden oldu. Böylelikle 15 yıl süren siyasal ömründe bireylerin demokrasiyi içselleştirmelerine, toplumun demokratikleşmesine hiçbir katkı sağlayamadı.
Said Nursi, 1960 yılı başında Doğu illeri valilerine yolladığı bir mektubunda yalnızca Doğu bölgesinde 60 bin ‘Nur talebesi’ bulunduğunu belirttikten sonra şu bilgileri veriyordu: “Nasıl ki Arapça ezan okutturduk ve bu sayede Müslümanlar DP’de topladık. Şimdi de Komünizm ve Masonlukla mücadele edeceğiz. Bu maksatla Ankara'ya gittim. Müslüman vekillerle görüştüm. Bilhassa Sayın Adnan Menderes Bey, Tevfik İleri ve Namik Gedik’ten bu sonucu çıkardım.”
DP’nin, siyasetinin omurgasını köylülük ve eşraf temeline oturtan bir parti olarak din’i araçlaştırması doğaldı. Bilindiği gibi DP’nin ilk tohumları 11 Haziran 1945 günü TBMM’de kabul edilen 4738 sayılı ‘Çiftçiyi Topraklandırma Kanunu’na muhalefet eden CHP içindeki bir grup tarafından atılmıştı. Kanunun 17. maddesi toprağın dağıtımında, onu işleyenlere verilmesi esasını ve büyük mülklerin sınırlandırılmasını öngörüyordu. Fakat Demokrat Parti iktidarının ilk işlerinden biri ‘Çiftçiyi Topraklandırma Kanunu’nun bu maddesini 5618 sayılı kanunla toprak ağalarının çıkarlarına uygun olarak kaldırmak olmuş, böylece kanun ‘toprak reformu’ niteliğini kaybetmiştir.
DP, 10 yıllık iktidarı boyunca toprak ağalığını ve zengin köylülüğü kredilerle, taban fiyatlarıyla destekleyerek ve her türlü popülist yönteme başvurarak bu kesimleri ‘arka bahçe’ olarak güvence altına almış, bu kesimler günümüze kadar DP çizgisini sürdüren partilere oy deposu işlevi görmüştür.
Demokrat Parti’yi eleştirirken Cumhuriyet Halk Partisi’nin de ‘sütten çıkmış ak kaşık’ olmadığını söylemeliyiz. Demokrat Parti’nin kurulmasıyla iktidarı kaybetme korkusuna düşen İsmet İnönü, 1946 ve 1947 yıllarında CHP komisyonlarına; din derslerinin okutulması, imam hatip ve vaiz okullarının kurulması, üniversitelerde İslam İlahiyat Fakültelerinin açılması gibi konularda çalışmalar yaptırmıştır. Aynı dönemde ülkenin çeşitli bölgelerinde ‘ticani’ eylemleri görülmektedir. Buna rağmen, İnönü söz konusu komisyon çalışmalarının sonucunda dinci gericiliğe bir çok ödünler vermiştir. Örneğin, 1948 yılında hacca gideceklere ‘döviz hakkı’ tanınmış, 1949 yılının başında İmam Hatip Kursları açılmış, 1 Şubat 1949'da ilkokul ders programlarına isteğe bağlı din dersleri konulmuştur. Bunlarla da yetinilmemiş, 1926 yılında 677 sayılı yasa ile kapatılmış olan tekke ve zaviyelerin bir kısmı yeniden açılmıştır. “Bugün cehalet sebebiyle yer yer bazı batıl itikatlara rast gelinse bile bunlar artık halkın yolunu şaşırtacak bir tesire malik değillerdir” gerekçesiyle 30 Mart 1950’de 19 türbenin ziyarete açılmasına izin verilmiştir.
14 Mayıs 1950 – 27 Mayıs 1960 arası Türkiye, Demokrat Parti ile Cumhuriyet Halk Partisi arasında süre giden ve çoğu zaman kayıkçı kavgalarından farksız çatışmalara tanık olmuştur. İşçilere özgür sendikacılık hakkı tanınmamış, kırsal kesimde yoksulların toprağa bağlı yarı-köle konumları değişmemiştir. Amerikancılığını gizleme kaygısı taşımayan DP, CHP’den devraldığı ‘antikomünizm’ bayrağını daha da yükseltmiş, iktidarının ilk yılında sosyalistlere karşı kitlesel tutuklamalara girişmiştir. Demokrat Parti’nin iktidara gelmesi ‘beyaz devrim’ mi, yoksa ‘karşı devrim’ midir, bu sorunun yanıtını şimdilik açık bırakalım. Fakat bu dönemin, ülkemizin emekçilerine ve emekten yana güçlerine hiçbir kazanım sağlamadığı kesindir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder