Sayın Toptan, çağdaş demokrasilerde “partileri açan da, kapatan da halktır” derken, Başbakan Siirt’te Kuran’daki A’raf suresinin 179. ayetine gönderme yapıyor, “Bazı insanlar vardır kulakları vardır duymazlar, gözleri vardır görmezler, dilleri vardır gerçekleri konuşamazlar,” diyordu. Nedense ayetin, “İşte onlar hayvanlar gibidir; hatta daha da şaşkındırlar. İşte asıl gafiller onlardır,” şeklindeki son cümlesini dile getirmemişti Sayın Başbakan. Belki de milletin, “kimdir bu hayvanlar Tanrı aşkına” diye soracağını düşündüğünden, bilemiyorum.
Fakat önemli olan bu değil, AKP’nin üst kadrolarında aniden uyanıp dışa vuran demokrasi ‘hissiyatı’ idi. Uzunca süredir insanlara unutulmuş sanısı veren bu ‘hissiyat’ birçoğumuzu şaşırtmıştı. En çok şaşıranlar ise herhalde Demokratik Toplum Partisi yöneticileri olmalıydı. Çünkü ‘demokrasi hissiyatı’nı gönüllerinde ‘nadas’a bıraktıkları döneme rastladığından olacak, Yargıtay Başsavcısı’nın DTP’ye ilişkin kapatma girişimine AKP’den tek bir ciddi ses yükselmemişti.
Bir kez daha ortaya çıkıyordu ki, AKP’nin demokrasiden anladığı, “Rab bana, hep bana” anlayışıyla sınırlı bir popülist/oportünist yaklaşımdan başka bir şey değildi. AKP, demokrasiyi de, hukuku da parlamento çoğunluğunu elde etmiş siyasal güçler için icat edilmiş araçlar olarak görüyordu. Öyle ki Başbakan, karşısındaki topluluklara, “16 milyon 500 bin seçmen şeriatın odağı olur mu?” diye sorarken, insanların aklına ister istemez, “İyi de yaklaşık 1 milyon 500 bin seçmen terörün odağı olabilir mi?” sorusunu getirdiğinin farkına bile varmıyordu.
***
Çağdaş demokrasilerde parti kapatmak çözüm olmamalıydı; bu, AKP için de, DTP için de geçerliydi. Yakın tarihimizde bunun birçok örneği vardı ve bu girişimlerin siyasal yaşamı germenin ötesinde gözle görülür hiçbir olumlu etkisi olmamıştı! Kapatılan her parti başka bir adla daha da büyüyerek yer almıştı siyaset sahnemizde.
Fakat öte yandan eğer gerçekten bir hukuk devletinde yaşıyorsak yürürlükteki hukuka da saygı göstermek gerekiyordu, çünkü hukuksuz bir demokrasi düşünülemiyordu, düşünülemezdi. Eğer bir ülkede hukuk öyle gerektiriyorsa siyasal partiler hakkında soruşturmalar da açılabilir, kapatma kararları da alınabilirdi. Bu istenmiyorsa o zaman o ülkenin temel yasası olan Anayasanın bu yaptırımlara yol açmayacak biçimde değiştirilmesi gerekirdi, fakat her siyasal parti, ‘kendisi için demokrasi’ istediğinden böyle bir değişiklik gerçekleştirilemiyordu.
Bir kez daha görülüyordu ki, bizim toplum olarak temel eksikliğimiz demokrasiyi bir türlü içselleştiremeyişimizdi. Toplumumuzda her parti, her kurum, her kuruluş, her birey demokrasiyi kendi belirlediği ölçütlerle, kendince tanımlıyordu; evrensel demokrasi her türlü toplumsal uzlaşmanın temelini oluştururken, biz bunu bir türlü beceremiyorduk. Daha da vahimi, bu beceriyi kazanabilmek için hiçbir çaba harcamıyorduk. Böyle olunca da bu topraklarda uzlaşı kültürü gelişemiyordu.
***
Yargıtay Başsavcısı tarafından kapatılma istemiyle haklarında dava açılan partilerden biri ‘şeriatçılık’, öbürü de ‘bölücülük’ ile suçlanıyor; eğer dünyada ‘reel sosyalizm’ çökmemiş, 141/142. maddeler Türk Ceza Yasası’ndan kaldırılmamış olsaydı eminim ki bu ikisinin yanında bir de ‘komünizm’le suçlanan üçüncüsü olurdu. 1925 yılında, Şeyh Sait İsyanı’ndan sonra çıkan Takriri Sükûn Kanunu’nda da bire bir bu ‘suç fiilleri’nin yer aldığını anımsayalım.
Demek oluyor ki, 83 yıldır başa geçen ve tümü de ‘cumhuriyetçi, laik, ülkenin toprak bütünlüğüne toz kondurmayan’ siyasal iktidarlardan hiçbiri, ‘şeriatçılık’ ve ‘bölücülük’ mikrobunun kökünü kurutamamış. Bu nedenle de bu ülkede parti kapatmak hâlâ geçerli bir yöntem olarak görülüyor. Ya da burjuvazimizin sözde liberali de, İslamcısı da demokrasinin ancak bu kadarını becerebiliyor.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder