Prof. Fr. Süheyl Batum’un perşembeyi cumaya bağlayan geceki Siyaset Meydanı’nda, “Artık yeter!” dediğinde saat 02.00’yi gösteriyordu. Tepkisi, karşısında oturan, konuşulan konu, ‘Ergenekon soruşturmasına ilişkin hukuk ihlalleri’ iken söyleyeceği sözü olmadığından ikide bir, “27 Mayıs bir darbe midir, değil midir? Söyleyin!” diyen konuşmacıyaydı. Kadrosunun bir bölümü eski solculardan devşirilmiş, sağda solda bedava dağıtılan gazetelerden birinin ‘laikçilik’ sözcüğünden yeni bir ‘ideoloji’ yaratıldığı gibi tuhaf düşünceler savunan yazarına tepki duymamak için insanın sinir sisteminin çelikten olması gerekirdi.
Ali Kırca bunu hep yapıyor, bilgi cüceleriyle bilgi devlerini programında karşı karşıya getirip vuruşturuyor, kendisi de olan biteni ‘müstehzi’ bir gülümsemeyle izliyordu.
Prof. Batum da hukuk öğrenimini Paris, Sorbonne Üniversitesi’nde tamamlamış, ‘Siyasal Katılma Aracı Olarak Referandum’ konulu teziyle İstanbul Üniversitesi’nde doktor, ‘Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi ve Türk Anayasal Sistemine Etkileri’ konulu çalışmasıyla doçent, ‘Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi ve Türkiye Üzerine Etkileri’ başlıklı teziyle de profesör ünvanını almıştı. Önce Galatasaray Üniversitesi İletişim Fakültesi’nin, sonra Bahçeşehir Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nin dekanlıklarında bulunmuş, daha sonra Bahçeşehir Üniversitesi Rektörlüğü yapmış değerli bir bilim adamıydı. Karşısındaki konuşmacı ise şurdan burdan topladığı bilgi kırıntılarıyla gele gele ancak “Fettullah Gülen Türkiye’dir!” noktasına gelebilmiş, bunu ‘demokratik anlayış’ sanan bir garip âdemdi.
Ne çare ki insan kimi koşullarda kerametleri kendilerinden menkul bu tiplerle bir arada olmak durumunda kalıyor. Oysa bunların hangi konuda ne söyleyecekleri yada ne söyleyebilecekleri daha başından biliniyor. Ne konuşuluyorsa o konuda daha önce de yazıp söylediklerini temcit pilavı gibi ortaya sürüyorlar.
Kendi geliştirdikleri ortak bir terminolojileri var ve olabildiğince sık ‘demokrasi’, ‘özgürlük’, ‘insan hakları’, ‘faşizm’, ‘militarizm’, ‘laikçilik’, ‘ötekileştirme’, ‘modernite’ vb sözcükleri kullanarak izleyenlere, ‘çağını anlamış bilge kişi’ görüntüsü vermeye çalışıyorlar.
Ortak hareket noktaları ülkenin antiemperyalist ve sosyalist güçlerine şiddetle karşı çıkmak; ‘yurtseverlik’, ‘ulusallık’, ‘sosyalizm’ gibi kavramlar karşısında çılgına dönüyorlar. İçlerindeki soldan devşirmeler, bırakın Lenin’i, Rosa Luxemburg’u ya da Antonio Gramsci’yi, liberalizm adına Ernst Bloch, Louis P. Althusser, Georg Lukacs, Fredric Jameson gibi çağcıl Marksçılara da çarpık bakıyorlar.
Mustafa Kemal Atatürk’ün salt adı bile sinir sistemlerinin altüst olmasına, öyle ki, her olayın kendi tarihsel koşullarında, zamanı ve mekânı gözeterek iredelenmesi gerektiği gerçeğini unutuyorlar, “Ama niçin demokrasi getirmedi?” Atatürk’e saldırıyorlar.
Bunlar için ulusallık, yurtseverlik diyen herkes ‘gözünü kan bürümüş milliyetçi’, Atatürk diyen herkes ‘taşkafa Kemalist’, her sosyalistim diyen ‘Stalinci Bolşevik’, şeriat tehlikesine karşı çıkan herkes de ‘laikçi’; istedikleri kadar entelektüel demokrat havalara bürünsünler, ardındaki yetkeci-topyeküncü kafa hemen kendini gösteriyor.
Bir de ‘Müslümanım’ diyen insanların hayatlarına, hayatlarının her alanına müdahil olma hakkını kendinde gören İslam ile demokrasiyi bağdaştırma çabaları var ki, akıllara seza! Bunun nasıl olacağı, bir dogmalar bütünü olan din ile demokrasi, özgürlük, çoğulculuk ve insan haklarının bağdaşmasının nasıl mümkün olacağı kendilerine sorulduğunda, öfkeleniyorlar, ‘Bu laikçilik işte!” diyerek hiddetleniyorlar.
Bunlarla ne konuşulur, ne tarışılır? Süheyl Batum haklı, gerçekten yeter artık!
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder