5 Temmuz 2008 Cumartesi

AVRUPA BİRLİĞİ, BAĞIMSIZLIK VE SOSYALİZM – 23.04.2008

Öyle bir aydın kesimi türedi ki ‘bağımsızlık’ üzerine yazdıklarını okuyunca, söylediklerini dinleyince şaşkınlığa düşüyorum. Avrupa Birliği söz konusu olduğunda Türkiye’nin siyasal, ekonomik, kültürel bağımsızlığını savunanlara karşı hemen diş gıcırdatmaya başlıyorlar. Davranışları bana Kurtuluş Savaşı sırasındaki mandacıları anımsatıyor.

Doğal ki, bağımsızlıktan yana çoğu insanımız gibi ben de Türkiye’nin gelecekteki yerini Avrupa Birliği içinde görüyorum. Bağımsızlığı ve AB üyeliğini birbiriyle çatışan konular olarak değerlendirmiyorum. Bugün Almanya ile Fransa’nın, İspanya ile İtalya’nın, Hollanda ile Finlandiya’nın Avrupa Birliği’nin üyeleri olarak bağımsızlıklarını, ‘ulus-devlet’ niteliklerini yitirdiğini söyleyebilir miyiz? Eğer bir ‘bağımlılık’ söz konusu ise bu, ‘karşılıklı, eşit’ bir ilişkidir ve bu ilişkide ezen-ezilen, boyun eğdirten-boyun eğen bir taraf yoktur.

***

Ne var ki Türkiye için durum farklıdır; Türkiye, henüz ‘aday ülke’ durumunda olduğu gibi AB ile 5 Mart 1995 günü zamanın başbakanı Tansu Çiller tarafından imzalanan ve havai fişeklerle kutlanan Gümrük Birliği Anlaşması ile ekonomik bağımsızlığını bir altın tepsi içinde Avrupa’nın gelişmiş ülkelerine ‘karşılıksız olarak’ sunmuştur.

Başka hiçbir aday ülke için söz konusu olmamış ve olmayan Gümrük Birliği Anlaşması, Türkiye’ye olası AB üyeliği için bir önkoşul olarak dayatılmıştır. Kuşkusuz ki AB üyeleriyle Türkiye arasındaki dış ticaret hacmi bu anlaşmadan sonra hızlı bir büyüme göstermiş, fakat üçüncü ülkelerle olan ekonomik ilişkilerimizin önüne aşılması zor duvarlar örülmüştür.

Türkiye’nin AB üyeliği Gümrük Birliği Anlaşması’yla birlikte güvence altına alınmış olsa, bu belki kabul edilebilir bir durum olarak görülebilir, fakat böyle bir güvence, üyelik garantisi ortada yoktur. Dünya ekonomisinin yapısal bir krize doğru gittiği bu dönemde üçüncü ülkelerle olan ticaretinde AB’nin icazetine muhtaç olan Türkiye’nin eli kolu bağlanmakta, sürekli pazar yitirmektedir.

Okurlarıma bu konuda Prof. Dr. Türkel Minibaş’ın, Prof. Dr. Erol Manisalı’nın kitaplarını okumalarını öneririm.

***

Kimi okurlarım, bir sosyalistin, Türkiye’nin Avrupa Birliği üyeliği konusunda olumlu düşünceler taşıyor olmasını yadırgayacaklardır. Hemen söyleyeyim, ben, salt ülkemizi ‘çağdaşlaştıracak’, insanlarımızı ‘uygarlaştıracak’ diye ‘AB’ye girelim’ diyenlerden değilim. AB üyeliğini eğer bir Almanya’nın, bir Fransa’nın ya da bir İtalya’nın konumunda olacaksak savunurum. Türkiye’nin bağımsızlığını ve demokratikleşmesini bu konuma gelmenin önkoşulları olarak görürüm.

Türkiye bugün bu önkoşullara sahip değildir. Yukarıda adlarını verdiğim ülkelerin tersine iktidarlar ‘özelleştirme’ adı altında, devlete gerekli durumlarda ekonomik hayata müdahale gücü veren kamu kuruluşlarını yabancı yatırımlara peşkeş çekerek elden çıkarmışlar, bankacılıktan sanayiye, enerjiden iletişime, ticaretten turizme kadar ekonomimizi emperyalist güçlerin ellerine teslim etmişlerdir.

Ekonomisi bağımsız olmayan bir ülkenin siyaseti de, kültürü de bağımsız olamaz. Türkiye bugün her yanıyla emperyalizme bağımlı bir ülkedir.

Öte yandan bağımlı bir ülke ancak emperyalist güçlerin icazetleri ölçüsünde demokratikleşme olanaklarına sahiptir. Hangi alanda demokratikleşecek, hangi alanda özgürlükler kısıtlanacak bunu belirleyen yabancı komiserlerdir. Ülkemize son yıllarda gelip giden onca yabancı komiserin ağzından bir kez olsun iğdiş edilen sendikacılığımıza ilişkin tek sözcük çıkmamış olmasının nedeni budur.

***

Avrupa Birliği’nin, çeşitli ülkelerin sermaye gruplarını buluşturan, Avrupa kapitalizmine siyasal/hukuksal ortak çatı oluşturan bir yanı vardır, fakat aynı zamanda da emek’in bütünleşmesine, halkların birliğine de siyasal/hukuksal olanaklar sağlamaktadır. Dolayısıyla sosyalistler açısından baştan ve mutlaka reddedilmesi gereken bir proje olarak görülmemelidir. Tartışalım, derim.

Hiç yorum yok: