Amerikan emperyalizminin Orta-Doğu ve Türkiye için öngördüğü güncel işbirlikçi modelin ‘ılımlı İslam’ olduğunu biliyoruz. Bugün toplum ve ülke olarak sıkıntısını çektiğimiz, emperyalizmin dayattığı bu modele geçişin sancılarıdır. Modelin tasarımcısı Amerika Birleşik Devletleri, uygulayıcısı ise onun koltuğunun altında semirmiş askeri ve sivil iktidarlardır. Örneğin, din derslerinin okullarda zorunlu kılınması da, o zamanlar yurtdışında görev yapan 260 Türk imamının maaşlarının Rabıta-ül İslam adlı Suudi Arabistan kökenli şeriat örgütüne ödetilmesi de milliyetçiliği ve Atatürkçülüğü dilinden düşürmeyen, ama aynı zamanda Halkevlerini, Türk Dil Kurumu’nu, Türk Tarih Kurumu’nu kapatan, Amerikalı generallerin ‘bizim oğlan’ dediği Kenan Evren’in askeri-hiyerarşik diktatörlük döneminde gerçekleştirilmiştir. Yurtdışında kurulan sözde İslam Devleti’nin kurucusu Cemalettin Kaplan’ın, 12 Eylül’ün darbe liderini şu sözlerle övdüğünü anımsayalım: “Evren geldi, Evren'in bir iyiliği oldu. Partilerin balonlarına bir iğne dürttü, hepsi söndü. Bir-iki sene partisiz yaşadık. O kadar rahat ki, cemaat de çoğalıyordu, cemaat de ruhen bu particilikten tedirgindi.”
Yakın tarihimizin son çeyrek yüzyılı laiklik, demokrasi, özgürlük ve insan hakları adına utanılacak bir dönemdir. Cumhuriyet tarihimizin hiçbir döneminde laik-demokratik yapının temelleri bu dönemki kadar derinden oyulmamıştır, bu açıdan bakıldığında da bu zaman dilimi içinde hiçbir iktidar ‘temiz’ değildir. Sivas’ta şeriatçılar tarafından diri diri yakılan aydınlarımızın acıları yüreklerimizde, en umulmadık ağızlarca Fettullah Gülen cemaati okullarına düzülen övgüler hâlâ kulaklarımızdadır.
Şeriatçılıkla milliyetçilik birbiriyle bağdaşır mı? Kuramsal olarak bu soruyu olumsuz yanıtlamak gerekir, çünkü şeriatçılık feodal altyapının, milliyetçilik ise diyalektik olarak onun karşıtı/onun yerini alacak olan kapitalizmin ürünüdür. Fakat emperyalizm çağında İran, Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri gibi çoğu İslam ülkesinde kapitalizm, feodal üstyapı korunarak geliştirilmiştir. Dolayısıyla her iki dünya görüşü de kapitalizm temelinde buluştuğundan belirleyici bir bağdaşmazlık da söz konusu olmaktan çıkabilmektedir. Günümüzde şeriatçılık ve milliyetçilik, emperyalizmin işbirlikçiliği temelinde birbirini tamamlayan iki akımdır. Öbür İslam ülkelerine kıyasla kapitalizmin daha fazla yol aldığı Türkiye’de bu süreç daha hızlı ve daha belirgin olarak işlemektedir.
Böyle bakıldığında Türk milliyetçiliğinin en güçlü ve en yaygın örgütü olan Milliyetçi Hareket Partisi’nin, dinsel/bireysel nedenlerden ötürü kullanılan bir giysi parçası olmak yerine dinci-siyasal güçler tarafından şeriatçılığın simgesi durumuna getirilmiş ‘türban’ konusunda Adalet ve Kalkınma Partisi’ne destek vermesinin hayret edilecek bir yanı yoktur. Dünyadaki tüm milliyetçi partiler gibi MHP de varlığını popülizm üzerinden sürdüren bir partidir, bundan böyle de tercihi her zaman toplumun dinsel duygularını kaşıyan politikalardan yana olacaktır.
Öte yandan unutmayalım, milliyetçilik ucu açık, freni olmayan bir ideolojidir, ne zaman faşizme, ne zaman ırkçılığa, ne zaman cinayet şebekelerine evrileceği belli olmaz. Hrant Dink’in katili yakalandığında eline Türk bayrağı verilip bir posterde ölümsüzleştirilmesi de rastlantısal değildir.
Yaşanabilir bir geleceği tasarlayan kişi, üzerine bir sakız gibi yapışmış/yapıştırılmış milliyetçiliğin her türünden kendini arındırmalıdır. Tümü kapitalizmin ürünü, başlıca işlevi de kendisini yaratan kapitalizmin bekçiliği olan milliyetçilik, hangi türden, hangi renkten olursa olsun, aydınlığa açılacak yolun umut kapısı olamaz.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder