İstanbul, 1 Mayıs günü tam anlamıyla bir felaket yaşadı. Kentin, yeteneksiz yöneticileri, ‘güvenlik’ adına İstanbullulara 12 Eylül faşizmini anımsatan dehşet dolu saatler yaşattılar; yalnızca İstanbullulara değil, kente gelen yabancı turistlere de.
Önce Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu Genel Merkezi, sonra Özgürlük ve Dayanışma Partisi İl Merkezi polis tarafından basıldı, yapıların içine gaz bombaları atıldı, DİSK binasının önünde beklemekten başka günahı olmayan işçilerin üzerine tazyikli su sıkıldı, ÖDP binasının önünde çay içen partililer coplandı. Cankurtaranlar hastanelere yaralı taşıdılar.
Televizyonlar olan bitenleri, o dehşet görüntülerini dakikası dakikasına verdiler. Tüm dünya gördü ki, yetkililerin günlerdir ağızlarına doladıkları ‘provokatörler’ sabahın köründe DİSK Genel Merkezi’ni basan, işçileri gaz bombalarıyla hastanelik eden güvenlik güçlerinden başkası değildi. Kimi grupların polise karşı taşlı, sopalı direnişleri bu haberlerin yayılması üzerine başladı.
Şiddet, karşı şiddeti doğurdu.
İstanbul Valisi’nin göstericilere karşı polisin ‘orantılı güç’ kullanacağına ilişkin sözleri havada kaldı; polis, göstericilerin üzerine bir benzerine rastlanmamış yoğunlukta gaz bombası fırlattı, yerde yatan göstericilere tekmeler savurdu. Turistler dövüldü. Gazetecilerin kolları kırıldı. Polis, ‘devlet terörü’ nedir sorusuna en somut yanıtı, Şişli Etfal Hastanesi’nin acil servisine gaz bombası atarak verdi.
Sendikacılar uygulanan terör karşısında can güvenlikleri nedeniyle Taksim’e yürümekten vazgeçtiler. Devlet terörü, emekçilerin sivil demokrasi ve özgürlük taleplerine görünüşte galebe çaldı. Fakat son çözümlemede kazananlar yine de sendikacılar, işçiler ve emekçilerle dayanışan insanlar oldu.
***
1 Mayıs Emek ve Dayanışma Günü sendikaların istekleri doğrultusunda Taksim Alanı’nda kutlansaydı ne olurdu? Hiçbir şey olmazdı, yüz binler alanı doldurur, marşlar, türküler söylenir, halaylar çekilir, konuşmalar yapılır, sonra kalabalık dağılırdı.
1 Mayıs 1977 günü de kutlamaların son aşamasına, DİSK Genel Başkanı Kemal Türkler’in konuşmasını yaptığı an’a kadar böyle olmamış mıydı? Ta ki devletin içine yuvalanmış karanlık güçlerin tetikçileri kurdukları pusulardan halkın üzerine yaylım ateşi açana kadar.
12 Eylül faşizmi 37 kişinin yaşamını yitirdiği 1 Mayıs 1977 kıyımını kullanarak Taksim Alanı’nı emekçilere yasakladı. Konu türban olunca demokrasi ve özgürlüğü dilinden düşürmeyen AKP iktidarı da bu yasağı başarıyla (!) sürdürüyor.
Fakat her şerde bir hayır vardır, denir ya, bu 1 Mayıs’ta AKP’nin sahte demokrasisinin boyaları dökülünce altındaki İslamcı-faşizm iyice ortaya çıkmıştır. Bir kez daha görülmüştür ki bu iktidar, başta emekçiler olmak üzere kendisi gibi düşünmeyen her kesime, her kişiye düşmandır. AKP iktidarı başta kaldıkça bu ülkede demokrasinin de, özgürlüğün de, insan haklarının da çağdaş uygarlık düzeyinde gerçekleşmesi olanaksızdır.
***
Peki, ne yapacağız? Bu sorunun yanıtını Başbakan, “Ayaklar başları yönettiği yerde kıyamet kopar!” diyerek vermiştir. Bu, derin bir korkunun ifadesidir. Türkiye’deki işbirlikçi kapitalist iktidarın başı, ayakların baş olmasından korkmaktadır; 1 Mayıs’ta başvurulan devlet terörünün nedeni de bu korkudur. İktidar, korkusunun kaynağı olan emekçileri panzerlerle, tazyikli sularla, gaz bombalarıyla baskı altına almak çabasındadır.
Bu çaba bize aynı zamanda hedefimizi de gösteriyor: Ayakları baş yaparak korktukları o kıyameti koparmak!
Unutmayalım: Toplumdaki ayaklar yalnızca mavi tulumlu işçiler değildir; işçiler kadar köylüler, memurlar, kamu görevlileri, özel sektör çalışanları, birbiri ardınca kepenk kapatan esnaf da her türlü toplumsal, ekonomik, siyasal kötülüğün kaynağı olan kapitalizmi taşıyan ayaklardır.
Kurtuluşun da, demokrasinin de, özgürlüğün ve toplumsal refahın da yolu ayakların baş olmasından geçmektedir. Öyleyse ayaklar baş, ya olacaktır, ya olacaktır!
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder