30 Temmuz 2008 Çarşamba

BİREYİN ÖZGÜRLEŞMESİ SOSYALİZMİN SORUNUDUR - 30.07.2008




Kendilerini solcu liberal/liberal sol olarak tanımlayan bir kesim, Marksist sosyalistleri insanların bireyselleşme, dolayısıyla bireysel özgürlük taleplerini es geçmiş olmakla/geçmekle eleştiriyor. Bu saptama doğru mudur, bir bakmak da yarar var.

Bireysellik, bilindiği gibi anahatlarıyla bireyin onuruna saygıyı, bireyin bağımsızlığını ve bireyin özgelişim özgürlüğünü amaçlar.

Bu doğru bir tanımsa o halde bireyselliğe ilişkin talepler salt hukuk içinde mi değerlendirilmelidir? Eğer böyleyse, örneğin, 14 nisan 1912 günü New York Proctor’s Theatre’da gerçekleşen bir tartışmada Amerikalı sosyalist lider Daniel De Leon’un New York Başsavcısı Thomas F. Carmody’ye söylediği şu cümle ne anlama gelmektedir? “Biz, kapitalizmi bireyselliği yıkmakla suçluyoruz!”

De Leon’un suçlaması kaynağını Aydınlanmacılığın en önemli düşünürlerinden olan, özgürlüğü her şeyin üzerinde bir değer olarak gören ve bunu her hukuk sisteminin hedefi olarak değerlendiren Jean-Jacques Rousseau’dan almaktadır. Rousseau, Toplum Sözleşmesi’nde eşitliği özgürlüğün yanına koyar ve “Özgürlük onsuz var olamaz!” der.

Rousseau’ya göre büyük ekonomik eşitsizlikler özgürlükle bağdaşmaz. Eşitsizlik ekonomik bağımlılığa yol açar ve toplumda var olduğu sürece insan yaşayabilmek için kendisini başkalarına satmak zorunda kalır. Varsıl yoksulu kendi çıkarı doğrultusunda sömürür, özgürlük yoksul için artık söz konusu değildir. Özetle insanın bağımlılığına, sömürüsüne dayanan ve onun özgürlüğünü yok eden eşitsizlikçi toplum, içinde güçlü, uzlaşmaz çelişkiler barındırır.

Kapitalizmin mülksüzü dışlayan, özgürlüğünü elinden alan, onu bir sömürü nesnesi olarak gören niteliği 200 yıl önce ne idiyse bugün de odur, hiç değişmemiştir. Siyasal liberalizm, salt burjuvazinin sömürdüğü sınıflar üzerindeki egemenliğinin/sömürü özgürlüğünün sınırlarını genişletmek amacıyla ortaya çıkmış bir ideolojidir.

Örneğin, liberalizmin önde gelen düşünürlerinden John Stuart Mill, ‘Özgürlük Üzerine’ başlıklı makalesinde bireyin sınırsız düşünce ve tartışma özgürlüğünü, toplumda çoğulculuğu savunur; bugün ‘mahalle baskısı’ olarak tanımlayabileceğimiz ‘uyum baskısı’na, ‘kitle ve kamuoyu tiranlığı’na karşı çıkar, salt bu noktayla sınırlı olmak üzere ‘devlet müdahalesi’ne cevaz verir. Mill’in bu yaklaşımı esas olarak egemen sınıfların özgürlüğünü korur niteliktedir.

Sınıflı toplumlarda, -ki, sınıflı olmayanı henüz yoktur-, birey hak ve özgürlüklerinin sınırını, ezen sınıfla ezilen sınıf arasındaki farkın boyutları belirler.

Ezen sınıflarla ezilen sınıflar arasındaki farkı ortadan kaldırmayı hedefleyen Marksizm ise emekçi sınıflar adına liberalizme verilmiş bir yanıt ve toplumun geneline sunulmuş bir özgürleşme seçeneğidir.

Tarihsel gelişim içinde liberalizm ile Marksizm birbirlerini kaçınılmaz olarak etkilemişlerdir. Bugün ‘sosyal liberalizm’ ya da ‘demokratik sosyalizm’ gibi kavramlardan söz ediliyorsa bu, sözü edilen karşılıklı etkileşimin sonucudur. Ne var ki sosyal etkilenme kapitalizmin temel niteliği olan emeğin sömürülmesi gerçeğini değiştirmediği gibi liberal etkilenme de sosyalizmin emekten yana temel niteliğini ortadan kaldırmaz.

Ülkemizde son dönemde ortaya çıkan ve AKP iktidarına yakın medyada köşebaşlarını tutan bir grup ‘liberal’, bir yandan “Hâlâ sosyalistiz!” diyerek, bir yandan da ‘özgürlük’ ve ‘demokrasi’ kavramlarını topyekün burjuvaziye mal ederek, katı dogmatik bir dille sosyalistlere saldırıyor. Ne var ki bu tür saldırılar sosyalistleri etkilemiyor, etkilemeyecektir.
Çünkü onlar 21. yüzyılın demokrasi, özgürlük ve insan hakları yüzyılı olacağını, bunun da güvencesinin kendileri olduğunu biliyorlar.






Hiç yorum yok: