15 Şubat 2009 Pazar

KUMDAN ŞATOLAR - 15.02.2009


Çocukluğumun İstanbul’unun denizi şimdiki gibi taş yığınlarıyla çevrili değildi. O zamanlar kumsalları bol bir kentti İstanbul. Boğaz’da doğal ki değil, fakat Avrupa yakasında Cankurtaran-Yeşilköy, Anadolu yakasında da Kalamış-Kartal arası sayısız kumsalla doluydu. Yaz aylarında yüz binlerce İstanbulluyu denize çeken Florya, Suadiye, Caddebostan, Süreyya Paşa plajlarını bugün kim bilir kaç kişi anımsıyordur?

Plaj, biz çocuklar için yüzmek kadar kumda oynamak anlamına da gelirdi. Oyuncak çeşidinin bugünkü kadar zengin olmadığı, televizyonun, bilgisayarın bilinmediği eski zamanlarda hayatımız sokakta geçerdi. Çukurlu misket oynar, topaç çevirir, kendi yaptığımız tahta atlara binerdik. Kızlar ip atlar, sek sek oynardı. Asfaltta gazoz kapağı kaydırmaca, duvara iskambil kâğıdı çarpmaca gibi bugün bilinmeyen oyunlar icat ederdik.

***

Kumsal ise “kumdan şato” demekti. Şato sözcüğü belki abartma gibi gelebilir, fakat bu çocuklar arası yarışmacılığın ortaya çıkardığı bir kavramdı. Siz elde kova kürek mütevazı bir kumdan ev yaparken gözünüz biraz ötedeki çocuğun sizinkinin iki katı bir “konak” yaptığını gördüğünüzde hırslanır, onun yaptığının daha büyüğünü yapmaya koyulurdunuz. Bir sen, bir o, derken kocaman bir şato çıkardı ortaya.

Ne var ki yaptığınız hiçbir şatonun ömrü bir-iki saatten uzun olmazdı. Ya bir akranınız kıskançlığına gem vuramayıp şatonuzu tekmeler ya şatonuz dikkatsiz büyüklerin koşuşturmalarına kurban gider ya da beklenmedik bir dalga saatlerce uğraşarak ortaya çıkardığınız kumdan şatonuzu denize süpürürdü.

***

Bu yazı yukarıdaki minval üzerinde giden iddiasız bir pazar yazısı olacaktı. Arada bir benden bu tür yazılar yazarak soluklanmamı isteyen okurlarımın dileklerini de yerine getirmeyi düşünüyordum.

Olmadı.

Gözüm, odada açık duran fakat sesi kısık televizyonumun ekranının altından geçen bir habere ilişti. Ergenekon davasında mahkeme üç sanığın “daha” tahliyesine karar vermişti.

Duruşmalar ilerledikçe tahliye edilenlerin sayısının da artacağı görülüyordu. Ortaya insan hakları ihlali konusunda vahim bir durumun ortaya çıkacağı varsayımı somutlaşıyordu.

Ergenekon Davası ekranda geçen o yazıyı okurken kafamda yukarıda sözünü ettiğim “kumdan şatoları” çağrıştırdı.

Gerçeğin dalgası, kişilerin telefonlarını, iş ve yaşam mekânlarını dinleyerek düzenlenmiş raporların üzerine bina edilmiş davayı silip süpürüyordu. Dinci medyanın ve dinci medyadan nasiplenen sözde liberal köşe yazarlarının “maddi kanıt” diye söz ettikleri “kanıtlar” birbiri ardınca fos çıkıyordu.

Dava ilerledikçe ciddiyetini yitiriyordu. Bu Türkiye için hiç istenmeyen bir durumdu, çünkü ciddiyet yitimi ile birlikte davanın bir parçası olan silahlı-külahlı çetecilerin bu kez de paçayı kurtarmaları bir olasılık olarak belirmişti.

***

Oysa bu davanın amacı en yetkili ağızdan bir “Özel Harp dairesi işi” olduğu açıklanan 6/7 Eylül 1955 Olayları’ndan bu yana ülkeyi karıştıran, birçok faili meçhul cinayetin sorumlusu olan eli kanlı, gizli güçleri ortaya çıkarmak, suçluların yakasına yapışmak olmalıydı.

Ne yazık ki en olmayacak insanları “sanıklaştırarak” dava sulandırıldı. Acaba böyle olsun mu istendi?

Bilemiyorum.



Hiç yorum yok: