24 Ağustos 2009 Pazartesi

“BİZİM” OLMAK - 19.08.2009


Üç gündür Gökçeada’da, 46 yıllık dostlarım Yüksel-İnci Pazarkaya’ların Eski Bademli köyünde, Samothraki (Semendirek) adasına bakan evlerindeyiz. Gökçeada (eski adıyla İmroz), Türkiye’nin en büyük adası, birbirinden güzel, görülmeye değer 10 köyü var. İki gün önce adanın en yüksek köyü olan Tepeköy’e çıktık, Zeytinli Köyü’nde de “Madam”ın kahvehanesinde dibek kahvesi içtik. “Madam”ın biraz yukarısında eski Beşiktaşlı futbolcu Hristo’nun kahvehanesi var.

Gökçeada, Türkiye’de İstanbul dışındaki Rum nüfusunun en yoğun olduğu yer; yaz aylarında Yunanistan’dan gelenlerle birlikte bu nüfus ikiye, üçe katlanıyor. Ada, dingin bir dinlence geçirmek isteyenler için çok uygun. Bir akşam önce Kaleköy’de, Latif Akar’ın denizin maviliğine bir balkon gibi uzanmış Yakamoz Lokantası’nda balık yedik, rakı içtik. Latif Akar, Çankırılı, ama yıllar önce Gökçeada’yı yurt edinmiş, lokantacılığın yanı sıra 2002’den beri yayımlanan Gökçeada Gazetesi’nde köşe yazarlığı yapıyor. Bir yazısını Türkan Saylan’a ayırmış, şöyle diyor: “(O), bu ülkenin Halide Edip Adıvar’ı, Kara Fatma’sı, Yanık Emine’si, Şerife Bacı’sı, Peçeli Efe cesareti ve duruşuyla laik, demokratik Cumhuriyet’in adeta simgesi oldu. Sizler hiç martıların yumurtalarını leş kargalarından korumak için verdiği mücadeleyi seyrettiniz mi? Balıkçılık yapanlar, doğayı ve insanı sevenler bu mücadeleyi iyi bilirler. İşte merhum Saylan, bu ülkenin korumasız kardelenlerini leş kargalarından koruyan korkusuz bir anneydi.”
***

Türkiye, gezip dolaştıkça, insanlarını tanıdıkça daha derinden âşık olunan bir ülke, öyle ki sırılsıklam bir âşığın sevdiğini delice kıskanması gibi bir duygu yaratıyor insanın yüreğinde. Yurtseverlik denen şey de “benim” duygusuyla ortaya çıkan, yurda ve insanına kıskançça sahiplenmek, bu sahiplenmeyi bilince oturtmak olmalı.
Biliyorum, “benim” sözcüğü biraz bencilce kaçıyor söz konusu “yurt” olunca, fakat “benim”i “bizim”e çevirmek hiç de kolay değil. “Benim” olan ancak paylaşıldığında, paylaşılabilindiğinde “bizim” olabiliyor. Ne var ki “bizim” deyince sanki bir şeyleri yitiriyormuş, bir şeyler elinden gidiyormuş duygusuna kapılıyor insan, direniyor. Oysa güçlü olmanın yolu “benim”i, “bizim”e çevirmekten geçiyor. Şu sıralar tozlu, topraklı, taşlı bu yolda yürümenin sıkıntılarını yaşıyoruz; ama mutlaka aşacağız.
***

Son 22 yılı zorunlu, 28 yıl süren yurtdışı serüvenimden sonra 1992 yılı sonunda Türkiye’ye döndüğümde, dönebildiğimde beni en çok şaşırtan soru, “Orası bırakılır da buraya gelinir mi?” sorusuydu. Bu soruyu bana onca yıl özlemini çektiğim, hep dönmek isteyip ama dönemediğim, doğası ve insanlarıyla dünyanın en yaşanası ülkesinde yaşama şansına sahip olmuş insanlar soruyorlardı. Şaşırıyordum. Amerika Birleşik Devletleri’ne, Avustralya’ya, Yeni Zelanda’ya bir daha geri gelmemek üzere göç için başvuran 1,5 milyon genç insanın olduğunu gazetelerde okuduğumda tüylerim ürperiyordu. Çocukları ileride ABD vatandaşı olabilsinler diye oraya doğum yapmaya giden anneleri duydukça yüreğim kabarıyordu.

İnsan, uzun bir ayrılıktan sonra geri döndüğünde ülkesinin fotoğrafını daha net çekebiliyor; sorunlar, sıkıntılar karşılaştırılabilirlik ölçüsünde çok daha somut görülebiliyor. Bana yukarıdaki soruları soranlara ben de “Gitmekle, gelmemekle bu sorunlar nasıl çözülecek, bu sıkıntılar nasıl aşılacak?” sorusunu soruyordum. Artık kimse sormuyor.

Türkiye, doğal ki sorunları olan bir ülke, ama dünyada hangi ülke sorunsuz ki? Elbet bir gün çözeceğiz sorunlarımızı; konuşarak, tartışarak, düşündüklerimizi saklamadan, gizlemeden yüksek sesle söyleyerek. Birbirimizi anlamadığımız ya da kendimizi gerektiğince anlatamadığımız konular da olacak. Yılmayacağız, ta ki bir ortak paydada buluşana kadar.
Dedim ya, “benim”i “bizim”e dönüştürmek kolay değil diye, ama bunu da başaracağız. Bu güzelim yurdumuzu daha güzel, daha aydınlık, daha güçlü kılabilmek için.
Ve bir âşık kıskançlığından biraz olsun, bir an olsun vazgeçmeden.

Hiç yorum yok: