Bu yazıyı yazmaya dün saat 13.30’da başladım. Bir buçuk saatim var bitirmek için, yoksa gazeteden arkadaşlar telefon edip “Yazınızı göndermeyecek misiniz?” diye sorarlar.
Bu saate kadar acaba Yüksek Askeri Şûra’dan bir haber sızar mı ya da 11. Ağır Ceza Mahkemesi’nin kararı açıklanır mı diye bekledim.
Boşuna beklemişim. Hiçbir haber, açıklama yok. Doğal ki benim beklemem önemli değil, kim bilir o 11 generalle amiral, öbür muvazzaf subaylar nasıl gergin bir bekleyiş içindedirler? Kolay mı, mesleğine yıllarca emek vereceksin, çalışacaksın, çabalayacaksın o rütbelere kadar geleceksin, sonra da tam bir basamak daha yükselecekken birileri çıkıp seni “terörist” olmakla, “camileri bombalama planı yapmakla” suçlayacaklar; sen de bu suçlamanın sonu nereye varacak diye bekleyeceksin!
Belki terfiin ertelenecek, mesleki hayallerin suya düşecek, belki tutuklanacaksın, yargılanacaksın; belki uzun yıllar özgürlüğünden yoksun kalacaksın. Yargılamalar elbet bir gün sona erecek, yargılayanlar sana “Anladık ki sen masummuşsun” diyecekler, yeniden evine, ailene, dostlarına kavuşacaksın. Boşa giden o uzun yıllar, çektiğin acılar yanına kâr kalacak. Yaşamının geri kalan yılları, “Neden ben?” sorusuna yanıt aramakla geçecek.
***
Hiçbir zaman yanıtı bulunamayacak bir sorudur o “Neden ben?” sorusu. Bir süre sonra bunu anlayacak, fakat yine de vazgeçmeyeceksin o soruyu sormaktan. Gözlerinin önüne an’lar gelecek; örneğin sınırda bir siperin içindesin, yanında ülkenin Başbakan’ı var. Elinle karşıyı, bir taş atımı uzaklıktaki dağları, o dağlarda kol gezen düşmanın yuvalandığı mağaraları gösterip anlatıyorsun. Başbakan dinliyor, sonra sana “Sağ olun Paşam” diyor, “Allah size kuvvet versin!” Ya da başka bir yerde, başka bir siperdesin. Yanında İçişleri Bakanı var bu kez; sana, “Bu dağları teröristlerden bir an önce temizleyin, paşam” diyor, eliyle Amanos dağlarını göstererek. Senin de işin bu zaten, bu vatanı korumak.
Bu anıları çıkarıp atmak istiyorsun belleğinden, yapamıyorsun, kolay değil çünkü. Hakkındaki yakalama emirlerini o konuşmalardan üç beş gün sonra çıkarmış İstanbul’da oturan yargıçlar. Siperlerde vatanı savunmanın onuruyla vatanı yıkmak suçlamasının arasındaki çizginin nasıl olup da bu kadar ince, bu kadar keskin olabileceğini düşünüyorsun ister istemez. O soru daha da büyüyor kafanda: “Neden ben?”
***
Bir an kafan hakkında çıkan o yakalama emrine takılıyor. Yasa maddesi açık; “kaçma şüphesi bulunanlar” deniyor, “delillerin karartılması” deniyor. Kim nereye kaçacak? Mevzilendiği siperi, komutasındaki denizaltı filosunu, kumandasındaki kolorduyu mu terk edip gidecekler o sanıklar? Sanıkların sayısı 102; 102’sinin tümü için çıkmış yakalama emri; bu, muvazzaf ya da emekli 102 askerin 102’sinin de “sırra kadem basma” şüphesi altında oldukları anlamına gelmiyor mu?
Akıl alır bir durum değil!
Birileri çıkıyor, orduevinin önünde ellerinde pankartlar gösteri yapıyor. “Hepsini yakalayın!”, “Terfi ettirmeyin!” diye bağırıyorlar. Nasıl bir akıl tutulmasıdır bu? İnsan, “Be adam” diye sormadan edemiyor, “yarın aklandıklarında onların yitirdiklerinin, çalınmış özgürlüklerinin, karartılan hayallerinin, çektikleri özlemlerin, acıların hesabını sen mi vereceksin?”
***DE
Şimdi saat 15.07. Gazeteden beklediğim telefon biraz önce geldi. Bitiriyorum yazımı. Beklemeye devam yani...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder