Hükümet, 60 günlük hazırlık dönemine ilişkin tasarıyı TBMM’ye onaylatarak kısa süreli halkoylamalarının yolunu açtı. Bu dolaysız demokrasi yöntemini kullanarak dilediği yasa değişikliklerini gerçekleştireceğini düşünüyor.
Kendilerince akıllı bir yol; Başbakan bu yolu ‘milli irade’ olarak tanımlıyor. Televizyon kameraları önünde bu tanımlamayı yaparken takındığı yüz anlatımına bakılacak olursa, söylediklerine gerçekten inanmışçasına bir görüntü veriyor.
Oysa işin gerçeği bu değil! Çünkü kapitalizm öncesi düşünce sistemlerinin egemen olduğu toplumlarda ‘halkoylaması’nın, sonucu başından belli bir yöntem olduğu biliniyor. Bu tür toplumlarda ‘milli irade’ kavramının ‘demokrasi’ ile eşdeğerliliğini savunmak olası değil. 12 Eylül 1980 darbesine yasallık kazandıran, seçmenlerin yüzde 92’sinin ‘evet’ oyu verdiği halkoylaması bunun somut bir örneği değil midir? Ya da üzerimize ‘anayasa’ adı altında bir deli gömleği giydiren o halkoylamasını ‘milli iradenin tecellisi’ olarak kabul edebilir miyiz?
***
‘Milli irade’nin Türkçesi ‘ulusal istenç’tir. Bu da demokratik toplumlarda bireylerin hiçbir baskı altında olmaksızın özgürce geliştirdikleri düşüncelerini toplu olarak oy’a dönüştürdükleri bir yöntemin ortaya koyduğu sonuç anlamına gelmektedir.
Bu bağlamda ne Türkiye demokratik bir ülkedir ne de toplum bireysel özgürlükleri ve demokrasiyi içselleştirme şansına sahip olmuş insanlardan oluşmaktadır.
Unutmayalım, biz hâlâ iktidar politikacılarının ‘odunu aday gösterseler’ halkın o odunu milletvekili yapacağını söyleyebildiği ya da bir Başbakan’ın partisinin milletvekillerine dönüp, “Siz isterseniz hilafeti bile geri getirirsiniz!’’ diyebildiği bir ülkede yaşıyoruz.
***
‘Ulusal istenç’in halkoylaması yoluyla belirlenebilmesi için o ülkede olmazsa olmaz koşulların gerçekleşmiş olması gerekir. Uluslaşma sürecinin tamamlanmış olması, burada birincil önem taşımaktadır. Bu süreç Türkiye’de tamamlanamadan İslamın üstyapı kurumlarında belirleyici bir olgu olarak ortaya çıkmasıyla kırılmıştır.
Bilindiği gibi, uluslaşma süreci sonunda ortaya çıkan ‘ulus’ ve ‘ulus bilinci’, kapitalizmin gelişme düzeyine bağlı olgulardır. Klasik toplumbilimsel çıkarımlarda bir ülkede altyapıyı oluşturan üretim biçimi/ilişkileri (bu durumda kapitalizm) işleyen süreçte kendine özgü hukuk, ahlak, sanat, kültür, toplumsal yaşam biçemi vb. üstyapı kurumlarını yaratır. Toplum alt ve üstyapının birbirleriyle etkileşiminin düzeyine bağlı olarak gelişir.
Türkiye’de ise altyapısı ve üstyapı kurumlarıyla kapitalizm öncesi üretim biçimi/ilişkileri olan feodalizmin çözülme sürecinin hızlanmaya başladığı noktada, muhafazakâr partiler tarafından doğası gereği bir dogmalar bütünü olan ‘din’ devreye sokularak bu süreç kırılmıştır.
Bugün başta kapitalistleşme sürecinin hızlı işlediği Orta Anadolu kentlerinde bile toplumsal, siyasal, kültürel yaşamı yönlendiren üstyapı kurumları kapitalist/liberal değil, feodal niteliktedir. Ne altına vahşi kapitalizmin, üstüne de dayatmacı feodalizmin egemen olduğu Orta Anadolu’nun ‘ucube’ sosyo-ekonomik/kültürel yapılanmalarında, ne de Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da hâlâ egemenliğini sürdüren feodal şeyh/şıh/ağa düzeninde bir doğrudan demokrasi yöntemi olan halkoylaması için gerekli koşulların varlığından söz edilebilir.
Dolayısıyla olası bir halkoylamasının sonuçlarından ‘milli iradenin tecellisi’ diye söz etmek doğru değildir.
Ulusun, ulusallığın bilincinde olmadığı yerde istenci de olamaz.
Birkaç yıldır bu ülkede su yüzüne çıkan çatışmanın bir nedeni de bu değil midir zaten?
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder