Cumhuriyet, İlhan Selçuk’un ölüm haberiyle birlikte onu sevenlerin akınına uğradı. Önce Lütfi Kırdar Kongre ve Sergi Sarayı’nda, sonra da gazetemizin önünde düzenlenen uğurlama törenlerine binlerce kişi katıldı; Hacıbektaş’ta da binlerin oluşturduğu sevgi selinin eşliğinde toprağa verildi.
Ölümünün ardından farklı inançlardan, düşüncelerden, siyasal eğilimlerden insanlar söz ve yazılarıyla İlhan Selçuk’un yaşamı boyunca sergilediği sağlam duruşunu, kararlılığını, yürekliliğini, savaşımcılığını, her türden baskı karşısında çizgisinden ödün vermezliğini dile getirip övdüler. İlhan Selçuk’un bu niteliklerinden övgüyle söz edenler arasında Cumhuriyet’te onunla birlikte çalışmış, ne var ki bir noktada onunla ters düşüp artık birlikte çalışma olanağının kalmadığını düşünerek gazeteden ayrılmış meslektaşları olduğu gibi o yaşarken, onun düşüncelerini kıyasıya eleştirmiş olan insanlar da vardı.
Kimileri ise hiçbir şey yazmadılar, hiçbir şey söylemediler ki bu da, bir eleştirisi varsa bunu seslendirmek de anlaşılabilir bir davranıştır. Ölüm, hiç kimsenin öleni eleştirmek hakkını elinden almaz; eleştiri ne değin kıyasıya da olsa ahlaksal sınırlar içinde kaldığı sürece kişinin özgürlük hakkının bir parçasıdır.
***
Bir de eleştiri özgürlüğünü ahlak sınırlarını çiğneyerek başkalarının hayatları üzerinde dilediğince tepinmek, “aykırı” olmayı “edepsizlik” sananlar vardır ki bunun en acıklı örneğini 23 Haziran 2010 tarihli Sabah gazetesinde “Yaşıyor muydu?” başlıklı yazısıyla Engin Ardıç vermiştir. Bazı bölümlerini buraya alıyorum: “Yaşıyor muydu? Hayır, sabahın köründe aldılar götürdüler, yaşlı adam sıkıntıya girdi, yüreğine indi falan, onu kastetmiyorum. Bir anlamı, bir önemi, bir varlık nedeni kalmış mıydı? Düşünceleri fos çıkmış, davayı kaybetmiş, ‘hayatın ve siyasetin defterinden düşmüş, tedavülünden kalkmıştı’. İlhan Selçuk, 9 Mart 1971 günü, ‘kendi darbesini’ yaptıramadığı gün öldü, ondan sonra kırk yıla yakın da bir ‘siyasi zombi’ gibi yaşamayı sürdürdü. Büyük gazeteci ha? (O) ‘Sivil aydınların desteğiyle asker diktası isteyen’ bir darbeciydi.”
Uzun yıllardır gazetecilik mesleğinin içinde olan, yaşı 58’i bulmuş, Türkiye koşullarında oldukça iyi bir eğitim almış bir yazar bu satırları nasıl kaleme alır, alabilir? Eğer alabiliyorsa nedenlerini bu insanın ruh sağlığında aramak gerekir, yoksa kafasının içinde ufacık da olsa çalışan bir beyin taşıyan hiçbir insan böylesine tutarsız bir yazı yazamaz. Varsayalım ki İlhan Selçuk, Engin Ardıç’ın savladığı gibi “kendi darbesini” yaptıramadığı 9 Mart 1971 günü “ölmüştür”; iyi de 40 yıl sonra Ergenekon’un “darbeci avcısı” savcıları hâlâ neden peşindeydiler onun?
Anlaşılan İlhan Selçuk’un salt adı bile Engin Ardıç’ın ruhunda fırtınalar kopartmakta, ona yetmezliğini, eksikliğini, yoksunluğunu, ezikliğini duyumsatmakta, onu körleştirip böylesine tutarsız, çelişkili, yanlış yazılar yazmaya zorlamaktadır.
***
Sağlam duruş, ezelden beri medyamızdaki “rüzgâr gülleri”nde ruh sarsıntılarına, ruhsal bozukluklara yol açmıştır. Engin Ardıç da havaya göre yön değiştiren bir rüzgâr gülüdür. Örneğin, Merve Kavakçı türban nedeniyle TBMM’den çıkartıldığı, laik rüzgârların hız kazandığı o dönemde şu satırları yazmıştır Ardıç: “Merve’nin çıplak ayaklarını görünce, dedim ki içimden, kim bilir kaç aksakallı muhterem gece rüyasında, Merve’nin çıplak ayaklarının hayalini kurup asılmıştır.” Başörtülü kadınların çıplak ayakları kafasında “mastürbasyonu” çağrıştıran ender kalemlerden biridir o. Şimdi de Çalık Grubu’nun Sabah gazetesinde yazıyor, Müslümanlara övgüler düzüyor.
İlhan Selçuk, 85 yıl dolu dolu yaşadıktan sonra ölmüştür. Engin Ardıç ve onun gibiler ise “yaşamak” ile “canlı olmak” aynı şey olmadığından insan soyu tükenene kadar hep olacaklardır, ibret-i âlem için.
Yazımı, Sol gazetesinden Mustafa Kemal Erdemol’un yazar Moris Fahri’nin “Yabanda Yolculuk” adlı romanından aktardığı bir alıntıyla bitireyim: “Hiç kıç yalamazdı. Namuslu olduğundan değil. Yanlış kıçı yalarım korkusundan”.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder