Sıkıntılı bir yaz geçiriyoruz. İşsizlik, terör, kangrenleşmiş toplumsal sorunlar… Bunalıyoruz. Fakat kendimize karşı haksızlık da etmeyelim, çünkü dünyada sıkılan, bunalan tek toplum biz değiliz. Bizden çok daha beter durumda olan ülkeler, halklar var. Irak’a, Afganistan’a, Filistin’e baktığımızda halimize şükür diyoruz. Ne var ki bunlar uygarlık yolunda yarıştığımız ülkeler değildir. Modern Türkiye Cumhuriyeti olarak koyduğumuz hedef önce Batı’nın çağdaş uygarlığına yetişmek, sonra da o uygarlığı yaratan ülkeleri geride bırakmaktı. İtiraf edelim ki bu hedefi gerçekleştirme yolunda yaya kaldık. Bir zamanlar Osmanlı’nın eyaleti olan ülkeler bile çağdaş uygarlık ölçüleri açısından bizi geçtiler.
Başbakan, her olanakta Türkiye’nin dünyanın 16. büyük ekonomisi olmasını kendi başarı hanesine yazıp bununla övünüyor. Başta Yunanistan olmak üzere İspanya ve Portekiz’in içinde bulunduğu ekonomik zorluklara işaret edip Türkiye ekonomisinin ne değin iyi bir yolda olduğunu söylüyor. İşin en vahim yanı da bu söylediklerine inanıyor.
Bir ülkenin ekonomisinin “büyük” olması sağlıklı, sağlam bir ekonomi olduğu anlamına gelmez. Sağlam, sağlıklı ekonomilerde sokakları işsizler doldurmaz, her iki üniversite mezunundan biri işsiz kalmaz, on binlerce aç insan karnını çöplüklerde doyurmaz. Türkiye’de ise işsizler ordusu sürekli büyümekte, yoksulların, açların sayısı sürekli artmakta, insanlar karınlarını çöplüklerde doyurmaktadır.
***
Terör tırmanışa geçmiştir, her gün yeni canlar almaktadır. Ermenistan’la ilişkiler durma noktasına gelmiştir. Kıbrıs sorununda kayda değer bir ilerleme yoktur. Ergenekon Davası tam anlamıyla bir rezalete dönüşmüştür, Mustafa Balbay hiçbir haklı gerekçeye dayanmadan 496 gündür tutukludur. Balyoz Davası çökmüştür. İnsanlar, özgürlüklerinden olduklarıyla kalmışlardır.
AKP destekli “Gazze Harekâtı” dokuz ölü verilen bir fiyaskoyla sonuçlanmış, Türkiye’nin başı dünya ölçeğinde büyük derde girmiştir. Başbakan, Batı dünyasına sırtını dönmüş, Arap sokaklarından gelen alkışlarla avunurken Batı ülkelerinden gelen turist sayısında önemli düşüşler gözlemlenmektedir.
Türkiye’nin siyasal rejimi hızla otokrasiye kaymaktadır. Dine dayalı yapılanmalar, özellikle Orta Anadolu’da, birer ikişer demokratik kurumların yerini almakta, biat kültürü yaygınlaştıkça birey özgürlükleri ortadan kalkmakta, insanlar tutsaklaşmaktadır.
***
Ülkede tüm bunlar olur, hiçbir şey iyiye gitmezken, AKP iktidarı, Anayasa Mahkemesi tarafından yarım yamalak rötuşlanan bir anayasa değişikliği paketini referanduma götürmektedir. 12 Eylül 2010 günü seçmenler sandık başına gidecek, bu pakete “evet” ya da “hayır” diyeceklerdir. Pakette, “Anayasanın 15. maddesinin kaldırılarak 12 Eylül 1980 darbecilerine yargı yolunu açacak” değişikliği gibi “keçiboynuzu” tadında değişiklikler de yer almaktadır. Ne var ki bu değişiklikleri onaylamak için paketin tümünü, dolayısıyla “yüksek yargıyı” iktidarın sultasına teslim edecek maddeleri de onaylamanız gerekecektir. Bu açıdan anayasa paketi de, referandum da bir kaşkarikodur.
İnsanlar sandık başına gidecekler, sözgelimi, ille de 12 Eylül Darbesi’nin -yaş haddinden ceza alması zaten olanaksız olan- 93 yaşındaki lideri Kenan Evren’in yargı önüne çıkmasını istiyorlarsa Adalet Bakanı’nın ve müsteşarının Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu’nda belirleyici üye olarak yer almalarını da onaylayacaklardır.
***
Bunca olumsuz koşullarda yazın sıkıntılı geçmesi çok doğal değil midir? Her toplum, koşullarını kendisinin yarattığı, kendine layık gördüğü düzende yaşar. Eğer düzenden hoşnut değilse görevi o düzeni belirleyen koşulları değiştirmektir. 12 Eylül Referandumu bir olanaktır. Toplum bu olanağı doğru değerlendirerek iktidara “sivil dikta”, “otokrasi” yolunu açacak anayasa değişiklik paketine “hayır” demelidir. En azından gelecek yazları sıkıntısız geçirebilmek için.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder