20 Ağustos 2010 Cuma

AYDINLIK MI YOKSA KARANLIK MI? - 28.07.2010

Başbakan, CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’nu Deniz Baykal’a ihanet etmiş olmakla suçluyor. Nedeni de son parti kurultayında Sayın Baykal’ın istifasıyla boşalan başkanlığa adaylığını koyup seçilmiş olması!

Başbakan’ın aklı bunu almıyor. Almaması da doğal, çünkü o Bir kere reis, hep reis mantığının geçerli olduğu bir gelenekten geliyor. Bu açıdan bakıldığında Sayın Kılıçdaroğlu’nu hain ilan etmesinde anlaşılamayacak bir yan yok. Bir teğmenin mesleki kariyerinde Genelkurmay Başkanı olmak istemesi kadar, bir parti üyesinin de siyasal kariyerinde partisinin genel başkanı olmak istemesinin de çok doğal olduğunu düşünemiyor. Parti içi demokrasi anlayışından öylesine uzak ki siyasal örgütlerde liderlik yarışının demokrasinin olmazsa olmaz gereği olduğunu göremiyor.

Sınırlı bir demokrasi anlayışı var Başbakan’ın, bu anlayışı kendisinden farklı hayatlar yaşayan, yaşamak isteyen insanlara ilişkin sözlerine de yansıyor. Örneğin, insanlar içki yasağını mı protesto ediyorlar; onları Hayatı, şişenin içinden gören ayyaşlar olarak suçluyor. İçki içmek yerine üzüm yesinler diyor. Rahatlıkla insanların dilediklerince yaşama hakkına, özgürlüklerine müdahale ediyor, bu hakkı kendinde görebiliyor.

***

Çocukluğundan başlayarak hayatı hep dar bir pencereden görmüş, yaşamına hep biat kültürü egemen olmuş bir insan o. Yaşadığı kentin en renkli bölgesi olan Beyoğlu’nun hemen yanında, Kasımpaşa’da yetişmiş. Fakat bir kez olsun Çiçek Pasajı’nda üç beş arkadaşıyla bira içmemiş. Kolunu sevgilisinin beline dolayıp Boğaz kıyısında dolaşmamış. Sırtına bir çanta vurup yol serüvenlerine atılmamış. Dar alanda yetişmişliğin hıncını, öfkesini şimdi kendinden farklı hayatlar yaşamış, yaşayan insanlardan çıkartıyor.

Ola ola İstanbul’a belediye başkanı, AKP’ye başkan, Türkiye’ye de başbakan olmuş. Geldikleri yerler ona daha geniş hayat pencereleri açmamış, açmış olsa, sözgelimi Türkiye’ye Kadıköy’den, Bakırköy’den, Beşiktaş’tan, Şişli’den, İzmir’den, Diyarbakır’dan, Edirne’den bakabilse çok daha farklı bir dünya görecek. Ama onun daracık penceresinden ancak Sudan, Birleşik Arap Emirlikleri, Yemen görünüyor; kadınsız, renksiz, hayatsız ülkeler…

***

Türkiye’yi de o dar pencereden gördüğü ülkelere benzetmek istiyor; bir bölümünü de benzetmiş zaten. Orta Anadolu’ya gidin, o bölgedeki kent yaşamlarını gözlemleyin, gözlemlerinizi kıyı kentlerimizde yaşanan hayatlarla karşılaştırın, ne demek istediğimiz anlaşılacaktır. Bunlar, kapitalizme bağlı olarak sanayileşmekte olan kentlerdir, fakat sendikalaşma düzeyi neredeyse sıfırdır. Seçilen yerel yönetimler, atanan valiler, kaymakamlar, kamu görevlileri; YÖK ve Cumhurbaşkanı tarafından belirlenen üniversite rektörleri; sanayiciler, tüccarlar, esnaflar gibi bunların kurdukları sivil toplum örgütleri, yerel gazeteler ve televizyon kanalları, bağlı oldukları meslek odaları da ezici çoğunlukla muhafazakârdır. Bu kentlere oligarşik-otokratik bir düzen egemendir. Bu kentlerde demokrasi de, çoğulculuk da yalnızca kâğıt üzerinde vardır. Bireysel özgürlük kavramının esamisi okunmamaktadır.

Bu oligarşik-otarşik düzen AKP eliyle sürekli desteklenmekte, kalıcılaştırılmaktadır. Başbakan’ın temel siyasal amacı bu düzeni ne pahasına olursa olsun Türkiye geneline yaymak, son çözümlemede AKP’yi değiştirilemez kılmaktır. Çeteleşme dışında açılan uyduruk Ergenekon davaları, Türk Silahlı Kuvvetleri’ni edilgenleştirme çabaları, karşıt medyaya yönelik baskılar, tüm bunlar ana planın parçalarıdır. Şimdi sıra yüksek yargıya gelmiştir, eğer bu kale de düşerse yolu yarılamış olacaktır.

AKP, demokrasiden biraz olsun nasibini almamış bir biat/reis örgütlenmesidir; amacına yönelik olarak kazandığı her başarı Türkiye’yi demokrasiden biraz daha uzaklaştırmaktadır. 12 Eylül referandumu bu açıdan çok önemlidir. Özünde aydınlık mı yoksa karanlık mı sorusunun yanıtlanmasından başka bir şey olmayan bu referandumdan AKP’nin başarı hanesine yazılacak bir sonuç kesinlikle çıkmamalıdır. Aksi halde yaşadığımız bu zor günleri bile arar oluruz.

Hiç yorum yok: