Üç günlüğüne Paris’teyim. Cuma günü geldim. Öyle turistik bir gezi için değil, bir ziyaret nedeniyle; bu akşamüstü dönüyorum. Geldiğim gün hava tam 40 dereceydi, kızgın bir güneş, inanılmaz bir sıcak, dün ise mevsim normallerinin altına, 20 dereceye düşüverdi, gri bir gökyüzü, bardaktan boşanırcasına yağan yağmur...
Paris her yıl milyonlarca turist çeken bir kent, özellikle de bahar ve yaz aylarında. Avro’nun düşmesi, doların da yükselmesi turizm açısından dengeyi Avrupa aleyhine bozmuş, kentte en fazla göze çarpan turist kafileleri Amerikalı ve Asyalılar.
Ulusal takımlarının daha ilk turda Dünya Futbol Şampiyonası’na veda etmesi Fransızların sinirini oldukça bozmuş, sokaklarda üzerindeki ulusal formalarıyla dolaşan Brezilyalılara, Ganalılara kötü kötü bakıyorlardı, neyse onlar da elendiler de içleri biraz olsun rahat etti.
***
Bir kenti iyice tanımak için en azından uzunca bir süreliğine orada yaşamak gerekir. Öğrencilik ve sonrasında Türkiye’ye “geri dönememe” yıllarımdan beri Paris birçok kez geldiğim, görülmesi, gezilmesi gereken pek çok yeri olan bir kent. 42 yıl önce ilk geldiğimde, bari buraları iyi tanıyayım, deyip kendime bir semt seçmiştim. Doğal ki ilk gelme nedenim olan o unutulmaz 68 Baharı’nın bir payı vardı bu seçimimde. O zamandan beri Paris’e her geldiğimde Saint Germain de Prés-Montparnasse bölgesinde bir otele yerleşirim. Fransız 68’inin tarihi, ünlü Sorbonne Üniversitesi’nin de bulunduğu, Quartier Latin diye de bilinen bu bölgede yazılmıştır.
Kitapçılarında dilediğiniz kitabı bulabilir, sinemalarında en iyi filmleri izleyebilir, cebinize en uygun lokantaları bulabilir, en nefis yemekleri yiyebilirsiniz. Paris’in en iyi café’leri de, en güzel parkı olan Jardin Luxembourg da buradadır.
***
Bu kez Saint Germain’i Montparnasse’a bağlayan Rue de Rennes caddesine çıkan küçük bir sokakta bulunan Victoria Palace oteline indim. Palace (saray) sözcüğüne takılıp da burayı bir malikâne sanmayın, 1913 yılında yapılmış küçük bir otel. O dönemde her yeni otele “saray” denme modasına uyulup buraya da “palace” denmiş, bizim Tepebaşı’ndaki Pera Palas ya da Moda’daki Mano Palas gibi. Otelin broşüründe okudum; Yeni Zelandalı yazar Katherine Mansfield 1920’lerin başında, resimde metafizik akımının öncülerinden İtalyan ressam Giorgio De Chirico 1938 yılında bu otelde konaklamışlar. Modern İngiliz edebiyatının “babası” kabul edilen İrlandalı yazar James Joyce ise 1923 Eylülü ile 1924 Ağustosu arasında, yaklaşık bir yılı ailesiyle birlikte bu otelde geçirmiş.
Arada 86 yıllık bir zaman farkı da olsa James Joyce’la aynı mekânı paylaşmak insanı heyecanlandırıyor.
Bölgede neler var sayarken, 1920’lerde açılan ve Fransız entelektüellerinin uğrak yeri olmuş Le Select, La Coupole, Le Dôme, La Closerie des Lilas gibi lokantaları, Café Flore, Café des Deux-Magots gibi kafeleri de unutmamak gerekiyor.
Bir ara Saint Germain de Prés’de Café des Deux-Magots’nun önünden geçerken gözüm bir direğin üzerine yerleştirilmiş bir tabelaya takıldı. Belediye o alana filozof, yazar Jean Paul Sartre (21 Haziran 1905 – 15 Nisan 1980) ile onun hayat arkadaşı, yazar Simone de Beauvoir’ın (9 Haziran 1908 – 14 Nisan 1986) adlarını vermiş.
Fransa’ya kızmamız için birçok nedenimiz var, ama hakkını da yemeyelim. Burada bir çifti onurlandırmak, ölümsüzleştirmek için evlilik cüzdanına bakılmıyor. Bir yazarın yasaklanmış bir dergiyi sokaklarda bağırarak satması da buna bir engel oluşturmuyor. Fransa’nın eski Cumhurbaşkanlarından General Charles De Gaulle’ün, 68’in o ateşli günlerinde Sartre’ın Quartier Latin’de yasaklanmış komünist bir dergi olan Le Cause du Peuple’ü sattığı haberi kendisine iletilip, tutuklanıp tutuklanmaması sorulduğunda İçişleri Bakanı’na verdiği yanıtı anımsıyorum: “Jean Paul Sartre tutuklanamaz, çünkü o Fransa’dır!”
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder