Gerçekten ‘o’ da gelecek miydi? Ben, birlikte gitmeyi öneren arkadaşım, “Belki o da gelecekmiş,” deyince gitmeye karar vermiştim. Merak ediyordum. Hep televizyonlarda izlemiş, fotoğraflarını gazetelerde görmüştüm. Arkadaşım, bendeki bu heyecanı görünce, “Bir şey yapmazsın, değil mi?” diye sormuştu. “Yapmam, söz!” dedim. Kırk kişilik yemekli bir davetti, bürokratlar, yerel yöneticiler, işadamları, bir de yandaş basından yandaş bir köşe yazarı… Benim dışımda herkes birbirini tanıyordu. Onlar muhabbeti koyulaştırırken ben, gözlerim girişte ‘o’nu bekliyordum.
Geldi. Ayaklarını sürüyerek yürüyen küçülmüş bir ihtiyardı. İnşaat müteahhidi olduğunu öğrendiğim biri ile benim dışımda herkes yerinden kalkıp girişe doğru yöneldi. Kimileri kalkarken bize dönüyorlar, “E, ne de olsa ev sahibi sayılırız” diyerek, davranışlarını bir zorunluluk olarak göstermek istiyorlardı. O ise böyle karşılanmalara alışmış insanların doğal davranışıyla durmuş, bir robot gibi sağ kolunu göğüs hizasına kadar kaldırıp elini karşılayıcılarına sunmuştu. Kimileri o eli öpüp alnına götürüyor, kimileri de yalnızca sıkmakla yetiniyordu.
***
Karşılama faslı sona erince ev sahibi koluna girip karşılayıcı kalabalığın eşliğinde ‘o’nu yemek öncesi içkilerin alındığı, rahat fakat alçak koltukların bulunduğu köşeye götürdü. Çevresini saranların, “Bize şeref verdiniz, Paşam,” ya da “Sizi burada görmek ne güzel,” türünden sözler söylediğini duyuyor, Paşa’nın ise duyduklarına gülümsemeyle karşılık verdiğini görüyorduk.
Sonra masaya geçildi. Paşa, ev sahibi tarafından yandaş yazarın karşısına oturtulmuştu. Onlarla aramda üç sandalye vardı. Beni götüren arkadaşım, “Bunlar şimdi ne konuşurlar?” diye sordu. “Bekleyip görelim,” dedim. Yazarın, gazetedeki köşesinde hemen her gün başta 12 Eylül olmak üzere darbelere, darbecilere karşı “özgürlükçü-demokrat” yazılar yazdığını biliyorduk. Şimdi ise aynı insan karşısında oturan Paşa’ya gülücükler gönderiyor, övgüler düzüyordu.
Bu Paşa, o paşa olmasa bu derin muhabbeti aralarında var olan eski bir dostluğa verirdim. Ama bu Paşa, o Paşa’ydı. 12 Eylül 1980’de darbe yapıp gençleri, çocukları “Asmayalım da besleyelim mi?” deyip ipe gönderen Kenan Evren’di.
***
Yemeğin ortasında ev sahibi kısa bir konuşma yaptı. Konuşmanın ağırlığı 12 Eylül’de yapılacak referandumdu. “Ben, ‘hayır’ diyeceğim,” diye başladı sözlerine. Arkasından ne gelecek diye merakla bekliyor, kafamda çeşitli seçenekler üretip varsayımlarda bulunuyordum. Fakat hiçbiri tutmadı. “Çünkü” diye sürdürdü konuşmasını, “ben bu anayasaya bilerek, isteyerek ‘evet’ oyu verdim, Paşamızı da Cumhurbaşkanı seçtim!”
Herkes bir anda durdu, çünkü kimse son zamanlarda yaygınlaşan referandum tartışmalarında böyle bir gerekçenin seslendirildiğine tanık olmamıştı. 12 Eylül Anayasası’nı kimsenin sahiplenmediği bir ortamda birinin ortaya çıkıp onu savunması haklı bir şaşkınlık nedeniydi. Yandaş yazar da şaşırmıştı, ev sahibi sözlerini bitirince Kenan Evren’e, “Siz ne düşünüyorsunuz, Paşam?” diye sordu. Aldığı yanıt kısa ve netti. “Ben bir şey söylemek istemiyorum!”
Ne söyleyebilirdi ki zaten?
***
Yemekten dönerken oraya gitmekle iyi mi yaptım, diye kendime sordum. İyi yaptığıma karar verdim. Çünkü insan kendi doğal çevresinde yaşarken böyle olaylara doğrudan tanıklık edemiyor. Oysa bu tür tanıklıklar kişinin kendi düşüncelerini, kararlarını, doğrularını pekiştirmesinde yararlı oluyor.
O akşam tanık olduklarım; küçülüşleri, eziklikleri, ikiyüzlülükleri ile dramatik insan manzaralarıydı. Sizlerle paylaşayım istedim.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder