Epey yıl geçti üzerinden. Ali Sirmen, Ümit Zileli, Aydın Engin, Yalçın Bayer ve ben çeşitli panellere katılmak üzere Edirne’deydik. Konuşmalarımızı yaptık, akşam bir barda eğlendik. Aydın fıkralar anlattı, Ümit’in sesi bayağı güzeldir, usulü de iyidir, sanat müziğinden şarkılar söyledi. Yalçın ise her yerde gazetecidir, Hürriyet muhabirleriyle derin konuşmalara daldı bir köşede. Geç bir saatte otelimize dönüp yattık. Ertesi gün erkenden kalkıp İstanbul’a doğru yola çıkacağız… Gerçekten de yola çıkacağımız ana kadar her şey planladığımız gibi gelişti, fakat bir türlü yola çıkamadık. O günü bir yazımda “Bir Kentten Ayrılamamak” başlığıyla anlatmıştım bu köşede. Şurada bir çay içelim, şuradan biraz peynir alalım, aman bu dükkânda ne güzel şeyler var… derken bir gece daha kalmıştık Edirne’de. O Edirne serüveninden İstanbul’a bir teneke peynir ve bir de “askeri giysiler” satan bir dükkândan aldığım haki renkli iç çamaşırlarıyla dönmüştüm.
Şimdi de Gökçeada’dayım ve bir türlü İstanbul’a dönemiyorum. Kadim dostlarım Pazarkaya’ların bol ağaçlı bahçelerinde kuşların “vummm, vummm” diye kanat çırpışlarını, komşumuz Stelyo’nun kuzularının melemelerini, vakitsiz öten horozların “üüürüüü”lerini dinliyorum. Bu sesleri bırakıp da nasıl dönersiniz İstanbul’a? O kornalarla, motor uğultularıyla, otomobillerden taşan “bom cıs tıs bom” sesleriyle sinirinizi bozmak için mi?
***
Ama hayat tuhaf bir süreç, bazı şeylere karşı koyamıyorsunuz. Ben de o durumdayım; siz bu satırları okurken İstanbul yolunda olacağım. O kanat seslerini, horozların ötmelerini, kuzuların melemelerini ve de İnci’nin o muhteşem reçellerini arkamda bırakıp şairin, “Bir taşına tüm İran feda olsun” dediği kentime döneceğim. Beni bekleyen bir sürü iş var orada. İstanbul Kitap Fuarı yaklaşıyor; âleme söz vermişiz bu fuar her yıl biraz daha büyüyecek, dünyada ses getirecek diye. Arkadaşlarım aylardır haldır huldur çalışıyorlar bunu gerçekleştirmek için. Bir ucundan benim de tutmam gerek, yoksa bu, hak etmeden övünmelere yol açar ki bu da bizim TÜYAP raconuna hiç uymaz. Yeri gelmişken söyleyeyim, bu yıl İspanya, İstanbul Kitap Fuarı’nın onur konuğu; İspanyol edebiyatından “flamenco”ya, “paella”dan “sevillanas”a kadar her şey var fuarda.
***
Bu yazıyı cumartesiyi pazara bağlayan gece yazıyorum, şu anda saat 04.06. Birazdan tanyeri ağaracak. Stelyo’nun kuzuları, koyunları uykuda, yalnızca bir keçisi büyük bir inatla meliyor. Karanlıkta göremiyorum, ama mutlaka büyük bir azimle bahçemizi çevreleyen telleri aşıp hedeflediği badem ağacının yeşil yapraklarına ulaşmak için her türlü cambazlığı deneyen o fıttırık keçi olmalı.
Gün boyu büyük bir koşuşturma vardı bizim Bademli köyünde. Köyün eski Rumca adı Gliki; glikozdan geliyor, Şeker köy demek. Ben olsam bu adı korurdum, çünkü köyde yaşayanların çoğu Rum, üstelik de hoş bir ad bu köy için. Neyse, biz koşuşturmaya geri dönelim. 15 Ağustos Ortodokslar için kutsal bir gün; Meryem Ana Yortusu. Bugün Meryem Ana Tanrı katına, oğlu İsa’nın yanına yükselmiş. Köyün kilisesinin önünde kocaman bir ağaç var, erkekler o ağacın altında kurban kesiyorlar, kuzuları o ağacın dallarına asıp yüzüyorlar. Kadınlar ise evde buğday dövüyorlar. Yarın (Pazar) bulgurlu kuzu haşlama ziyafeti var köyde. Bayram kutlanacak. Yenilecek, içilecek, şarkılar söylenip dans edilecek. Bayram yemeği 180 kişilik olarak planlanıyor. Dünyanın her bir yanından, başta Yunanistan olmak üzere ABD’den, Avustralya’dan, Almanya’dan ve daha birçok ülkeden eski Gliki’liler köylerine geliyorlar bu bayram yemeğinde hemşerileriyle birlikte olmak için.
Biz de çağrılıyız yemeğe. Komşularımızdan Anastasios ve eşi Pazarkaya’larla bizi özel olarak çağırdılar. Anastasios (Atanaş) İstanbul-Yeniköylü, eşi Bademli’den, hanımköylü yani. Askerliğini 1974 Kıbrıs Harekâtı sırasında muhabere bölüğünde yapmış ve Türk askeri olarak Kıbrıs’a çıkmış. Sonra da çalışmak üzere Atina’ya…
Dedim ya, hayat tuhaf bir süreç.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder