21 Aralık 2009 Pazartesi

ACELEN NEYDİ DOSTUM? - 21.12 2009





Çiçek Bar’da karşılaşmamızın üzerinden on gün geçmiş. Yüzün sanki biraz sarıydı, sormadım, yorgunluğuna vurdum. Yaşadığımız bu zor günlerde insan yüreği gördükleri, tanık oldukları, duydukları karşısında gün boyu en ağır yüklerin altına girmişçesine yoruluyor. Bir sırt hamalı olsan yatar dinlenirsin, geçer. Ya o yürek yorgunluğu?

Her zaman, “Cumhuriyet nasıl gidiyor?” diye sorardın, alacağın yanıtı merakla bekleyerek. Her “İyi gidiyor,” dediğimde yüzüne içten bir gülümseme otururdu. O akşam sormadın, o an anlamalıydım sende yorgunluktan öte bir şeylerin ters gittiğini. Yanımdan geçerek yan masaya, kadim dostların Rutkay Aziz’le Tarık Akan’ın masasına oturdun. Nereden bilebilirdim seni o gün son kez gördüğümü?

Aramızdan ayrılışını cep telefonuma düşen kısa bir iletiden öğrendim. Sonra televizyonlar verdiler haberi, “Sinemamızın duayen yönetmeni Zeki Ökten yaşamını yitirdi,” diye. Bir an aklıma o “duayen” sözcüğü takıldı, ülkemizde hayatlar ne kadar kısa yaşanıyor, diye düşündüm sonra. Öyle ya 68 yaşındaydın daha, ama doğru, duayenlik yaşla değil meslek ömrüyle kazanılıyor.

Seni okuldan, Haydarpaşa Lisesi’ndeki tiyatro çalışmalarından tanıyordum, üç sınıf yukarıdaydın benden. Yeşilçam’a adım atıp Nişan Hançer’in yönettiği “Acı Hançer”in çekimlerine katıldığında 20 yaşındaydın. İki yıl sonra ise “Ölüm Pazarı” ile ilk yönetmenlik denemesini yapacaktın. Daha sonra dokuz yıl sürecek yönetmen asistanlığı dönemin başladı, ta ki 1972 yılında “Kadın Yapar”ı çekene kadar. Bu film ve ertesi yıl çektiğin “Bir Demet Menekşe” ile birlikte sinema eleştirmenleri ülkemiz sinemasının seninle birlikte 7. sanata “toplumsal eleştirel” gözle bakan ve geleceği olan bir yönetmen kazandığı görüşünde birleştiler.

***



Sonra imzanı taşıyan filmler birbirini izledi. 1970’lerde 15 film yönettin. “Hanzo”, “Kapıcılar Kralı”, “Çöpçüler Kralı”, “Düşman” ve “Sürü” bu dönemde sana yurtiçi ve yurtdışında onlarca ödül kazandırdı. Her filminde biraz daha ustalaşıyordun. 1980’lerde 9 film yönettin, “Derman”, “Pehlivan”, “Kan”,”Düttürü Dünya” ününü daha da pekiştirdi. Aldığın ödüllere yenileri katıldı.

80’ler, neo-liberal rüzgârların güçlenerek estiği, insan malzemesinin değişikliğe uğradığı, değerlerin altüst olduğu yıllardı. Erdemli yüreklerin kaldıramayacağı “yeni hayat” anlayışları egemen oluyordu topluma. Ya yaşanan yeni hayatlara kendini uydurup onca emek verdiğin sanatını bir diş macunu, bir bulaşık deterjanı ya da ne bileyim bir plastik gövdeli çakmak derekesine düşürüp kakara kikirisi bol, “izle-unut” çizgide filmler yapacak ya da kendini geri çekecektin.

Seçimin ikincisi oldu. 1990’lı yıllarda yalnızca bir sinema filmiyle, “Aşk Üzerine Söylenmemiş Her Şey” ile yetindin. Bu filmi 2000’de “Güle Güle”, 2003’te “Gülüm”, 2006’da “Çinliler Geliyor” izledi.

Sevgili dostum, arkanda yarın da, yarından sonra da ilgiyle, beğeniyle izlenecek o kadar çok yapıt bıraktın ki. Sen, yerel-ulusal olandan yola çıkarak evrensellikle buluşan, buluşabilen, bunu duygusal bir olağanlıkla başarabilen ender yönetmenlerdendin, Truffaut’lar, Fellini’ler, Bunuel’ler, Fassbinder’ler gibi.

***


Bilir misin, (laf işte nereden bileceksin, hiç söylemedim ki) sana hep hayranlık besledim. Sen alçakgönüllülüğünle örnek bir insandın. Ben, kazandığı onca başarıya, aldığı onca övgüye, alkışa, ödüle karşın alçakgönüllülüğünden bir milim sapmamış başka bir insan tanımadım. Öyle ki kazandığın önemli bir ödülü almak için sahneye bile çıkmamıştın.

Seni her zaman en iyi duygularla anımsayacağım.

Bugün seni saat 10.30’da Beyoğlu Sinemasından, öğle namazının ardından da Teşvikiye Camisinden uğurlayacağız.

Biliyorum, gittiğin yerde senden önce giden Atıf Yılmaz, Kemal Sunal, Nevzat Şenol, Erol Özkök ve başka Çiçekçi’ler buluşup kurulan dostlar masasının ayrılmazı olacaksın.


Ama yine de “Acelen neydi dostum?” diye sormadan edemiyorum.





















20 Aralık 2009 Pazar

TÜRK OLMAK ÜZERİNE KİŞİSEL BİR ANI - 20.12.2009

Aramızda o konuşma geçtiğinde 10 yaşındaydı küçük oğlum. Almanya’da, Hamburg’da yaşıyorduk. O, ilkokula gidiyordu. Sınıfında Alman öğrencilerin yanı sıra neredeyse onların yarısına yakın sayıda Sırp, Hırvat, Yunan, İspanyol, Cezayirli ve Türk öğrencilerden oluşan bir yabancı grubu vardı. Bir akşam yemeğinde, sofrada, “Baba,” dedi, “herkesin başka bir hayat öyküsü var.” Boyundan büyük bir laf, diye geçirdim içimden. Fakat o benden bir karşılık beklercesine yüzüme bakıyordu. “Başka nasıl olur ki,” dedim, “herkes farklı yerlerde doğmuş, farklı ortamlarda büyümüş, farklı deneyimler geçirmiş…”

Sözümü kesti, “farklı yerlerden gelmiş, bizim okuldakiler gibi…” Kafasında sormak istediği bir soru olduğunu, fakat toparlayamadığını anlamıştım. “Biz de farklı bir yerden gelmedik mi?” dedim. “Türkiye’den geldik”, diye yanıltanı, “onu biliyorum, ama Türkiye’ye nereden geldik?”

Küçük bir çocuğa nasıl anlatılırdı bu büyük, tarihsel serüven?

***

“Bak oğlum,” diye başladım söze, “annenin büyük babası Orta Asya’dan, bugün Çin’in bir parçası olan Doğu Türkistan’dan gelmiş, deden ise Türkiye’de doğmuş. Anneannenin ailesi ise Arnavutluk’tan göçmüş, anneannen de deden gibi Türkiye’de doğmuş. Sen ise Nürnberg’de doğdun.” Biraz durduktan sonra, “Ya sen?” diye sordu. “Benim ailem İzmirli,” diye yanıt verdim, “dedelerim, babaannem, anneannem, hepsi İzmir doğumlu. Ama annemin anne tarafından dedesiyle onun kardeşinin genç yaşlarında ticaret için gittikleri Yunanistan’ın Mora bölgesinde iki Yunan kıza âşık olup İzmir’e getirdiklerini ve onlarla evlendiklerini biliyorum.”

Oğluma bunları anlatırken ben de belki ilk kez kendi “tarihsel” geçmişimle böylesine somut yüzleşiyordum. O ise yüzünde biraz da şaşkınca bir anlatımla gülüyordu. “Niye gülüyorsun?” diye sordum. “Amma da karışıkmışız,” diyerek sürdürdü gülmesini, sonra “bütün Türkler bizim gibi mi?” diye sordu. “Hepsi değil, ama çoğu bizim gibi,” dedim.

***

Ona anlayabileceğini umduğum bir dille Türkiye’nin ezelden beri bir “kavimler kapısı” olduğunu, topraklarının büyük uygarlıklara beşiklik ettiğini, Hititleri, Urartuları, Lidyalıları, Frigyalıları ve başkalarını anlatmaya çalıştım. Bu toplulukların yok olmayıp sonradan gelenlerle karıştıklarını söyledim. İyonlalılar, Bizanslılar, Selçuklular, Osmanlılar… Anlatacak ne kadar çok kavim, millet, devlet, uygarlık, imparatorluk vardı.

Rumlardan, Ermenilerden, Kürtlerden, Yahudilerden, Araplardan, Romanlardan söz ettim. Birinci Dünya Savaşı öncesi uzun bir dönem Balkanlardan ve Kafkaslardan Trakya ve Anadolu’ya gelen ve toplam sayıları neredeyse var olan nüfus kadar olan göçmenlerin nasıl yurtlandıklarını, Türkiye’nin farklı kökenlerden gelen, adına Anadolu denen o büyük harman yerinde harmanlanan insanların coğrafyası olduğunu anlatırken beni ilgiyle dinledi oğlum.

Çağdaş Türklük, Türkiye coğrafyasında uzun bir harmanlanma sonucu ortaya çıkan bir kimlikti, bir sentezdi. Bu kimliği kanla, soyla gerekçelendirmek kadar ahmakça bir şey olamazdı.

***

Oğlum ertesi gün okula giderken bisikletinin selesinin arkasına küçük bir Türk bayrağı yapıştırdı. O gün okulda, kendisine “Anadolu bizimdi, siz gelip el koydunuz, bizi kovdunuz,” diye sataşan sınıf arkadaşı Aleksi’ye neyin ne olduğunu anlatacaktı. Anlattı da, sonrasında ikisi iyi arkadaş oldular. Arkadaşlıkları uzun yıllar, Aleksi ailesiyle Yunanistan’a dönene kadar sürdü.

Oğlum bu doğruları kavradığında 10 yaşındaydı. Aradan 30 yıl geçmiş, şimdi bakıyorum, koskoca adamlar, üstelik okumuş yazmışlar da küçük bir çocuğun kavramakta hiç de zorlanmadığı gerçekleri göremiyorlar. Körlük mü yoksa ahmaklık mı, belki de bunlardan da öte bir şey. Bilemiyorum.

TİMSAH GÖZYAŞLARI - 16.12.2009

Yüzeyden bakıldığında MHP dışında tüm siyasal partilerin DTP’nin kapatılmasını “içlerine sindiremedikleri” görülüyor. Anayasa Mahkemesi kararını, “Hukuk açısından tamam da, siyasal açıdan keşke olmasaydı,” diye değerlendiriyorlar.

Samimi değiller. Çünkü yürürlükteki Anayasa parti kapatmalarını kolaylaştırıyor. Anayasa’nın DTP’nin kapatılmasına temel oluşturan 68. Ve 69. maddelerinin ilgili satırlarına bir göz atalım.

***

68. madde: “Siyasî partilerin tüzük ve programları ile eylemleri, Devletin bağımsızlığına, ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğüne, insan haklarına, eşitlik ve hukuk devleti ilkelerine, millet egemenliğine, demokratik ve lâik Cumhuriyet ilkelerine aykırı olamaz; sınıf veya zümre diktatörlüğünü veya herhangi bir tür diktatörlüğü savunmayı ve yerleştirmeyi amaçlayamaz; suç işlenmesini teşvik edemez.”

69. madde: Bir siyasî partinin tüzüğü ve programının 68 inci maddenin dördüncü fıkrası hükümlerine aykırı bulunması halinde temelli kapatma kararı verilir. (Yukarıdaki madde – DK)

Bir siyasî partinin 68 inci maddenin dördüncü fıkrası hükümlerine aykırı eylemlerinden ötürü temelli kapatılmasına, ancak, onun bu nitelikteki fiillerin işlendiği bir odak haline geldiğinin Anayasa Mahkemesince tespit edilmesi halinde karar verilir. (Ek cümle: 3.10.2001-4709/25 md.) Bir siyasî parti, bu nitelikteki fiiller o partinin üyelerince yoğun bir şekilde işlendiği ve bu durum o partinin büyük kongre veya genel başkan veya merkez karar veya yönetim organları veya Türkiye Büyük Millet Meclisindeki grup genel kurulu veya grup yönetim kurulunca zımnen veya açıkça benimsendiği yahut bu fiiller doğrudan doğruya anılan parti organlarınca kararlılık içinde işlendiği takdirde, söz konusu fiillerin odağı haline gelmiş sayılır. (Ek: 3.10.2001-4709/25 md.) Anayasa Mahkemesi, yukarıdaki fıkralara göre temelli kapatma yerine, dava konusu fiillerin ağırlığına göre ilgili siyasî partinin Devlet yardımından kısmen veya tamamen yoksun bırakılmasına karar verebilir. Temelli kapatılan bir parti bir başka ad altında kurulamaz.

Bir siyasî partinin temelli kapatılmasına beyan veya faaliyetleriyle sebep olan kurucuları dahil üyeleri, Anayasa Mahkemesinin temelli kapatmaya ilişkin kesin kararının Resmî Gazetede gerekçeli olarak yayımlanmasından başlayarak beş yıl süreyle bir başka partinin kurucusu, üyesi, yöneticisi ve deneticisi olamazlar.”

Parti kapatmalarına itirazı olan siyasal partiler otururlar, Anayasa’nın bu maddelerini değiştirirler. Aksi halde, siyasal tartışmaların etnik temelde yürütüldüğü koşullarda tartışmaların farklı etnik kimlikli tarafı olan siyasal parti ya da partiler Anayasa’nın bu maddelerine göre daha önce ve bugün olduğu gibi gelecekte de kapatılma tehlikesiyle karşı karşıya kalacaklardır.

Ya da yerine kurulacak parti DTP’nin düştüğü yanlışı yinelemeyecek, PKK ile arasına kendi bağımsızlığına gölge düşürmeyecek ölçüde bir mesafe koyacaktır ki günümüz koşullarında bu olasılık bize oldukça zor görünmektedir.

***

Son günlerde yürütülen tartışmalarda öne çıkan konulardan biri de Anayasa Mahkemesi’nin verdiği kapatma kararının “siyasi” olup olmadığıdır?

Bu konuda her şeyden önce bilinmesi gereken dünyanın her yerinde anayasa mahkemelerinin temel işlevleri bulundukları ülkelerde yürürlükteki anayasalara toz kondurtmamaktır.

Bizim anayasamız 12 Eylül darbecileri tarafından işbirlikçi hukukçularına hazırlattıkları, topluma süngü zoruyla dayattıkları, oylama öncesinde karşı propagandayı yasakladıkları bir metindir. Sonradan yapılan çeşitli değişikliklere karşın 12 Eylül ruhundan arındırılamamıştır. Anayasa Mahkemesi’nin karar ve yetki sınırlarını belirleyen bu anayasadır.

Dolayısıyla kaynağını bu anayasadan alan “hukuk”un bir yanıyla siyaset de içerdiğini söylemek sanırım pek yanlış olmayacaktır.

14 Aralık 2009 Pazartesi

PARTİ YASAĞI ÜZERİNE: VENEDİK SÖZLEŞMESİ - 14.12.2009

Türkiye bir Avrupa Konseyi üyesi olarak siyasal parti kapatmalarında konsey üyesi tüm ülkeler için geçerli olan ölçütlere uygun davranmak zorundadır. Başka bir temel nokta da kapatma kararının Avrupa İnsan Hakları sözleşmesinde yer alan maddelerle uyumlu olması zorunluluğudur.

Söz konusu ölçütler, Avrupa Konseyi’nin anayasal konularda devletlerarası referans organı olan Venedik Komisyonu tarafından 1999 yılında hazırlanmıştır.

Bu ölçütlerin hazırlanmasında Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin yanı sıra Avrupa’da “reel sosyalist” rejimlerin çökmesinden sonra oluşan siyasal koşullar ile 1990’lı yıllarda Türkiye’den Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne götürülen parti kapatma davalarının göz önünde bulundurulduğu bilinmektedir.

***

Siyasal parti kapatmalarına ilişkin Avrupa Konseyi ölçütlerini şöyle özetleyebiliriz:

- Her türlü olası yasaklama ya da feshedilme kararı Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’yle uyumlu olmalıdır,

- Yasaklama ya da feshedilme kararı, siyasal partilerin şiddeti savunmaları veya şiddeti anayasal düzeni devirme amacıyla bir yöntem olarak kullanmaları durumunda öngörülmelidir. Bir siyasal partinin Anayasa’yı barışçıl yöntemlerle değiştirme arzusu, kapatılma ya da feshedilmesini meşru kılmamalıdır. Yasaklama ya da feshetme kararı ancak demokratik bir toplumda gerekliyse ve söz konusu siyasal partinin demokrasi ve temel özgürlükleri tehdit ettiğine ilişkin somut kanıtlar mevcutsa öngörülebilir. Programında şiddeti savunan ya da yürürlükteki anayasal düzeni silahlı savaşım, terör veya yasadışı faaliyetlerle değiştirme hedefi güden partiler bu kapsama girerler. Anayasal düzeni yasal yöntemlerle barışçı biçimde değiştirme hedefi güden bir parti, düşünce özgürlüğü ilkeleri gereğince yasaklanamaz ve kapatılamaz. Özgürlükçü ve demokratik bir devlette yürürlükteki düzene karşı çıkmakla sınırlı kalan eylemler cezalandırılamaz.

- Bir siyasal parti, partisinden izin almadan beyanda bulunan üyelerinin davranışlarından sorumlu tutulamaz. Parti hakkında bu nedenle işlem yapılacaksa sorumlunun parti onanıyla hareket ettiği kanıtlanmalıdır. Aksi durumda açıklamalarının sorumluluğu kişiye aittir.

- Hükümetlerin veya devletin diğer yetkili organlarının, bir siyasal partinin kapatılması veya feshedilmesini istemeden önce, o partinin demokratik ve özgür siyasal düzen için gerçek anlamda bir tehdit oluşturup oluşturmadığını göstermeleri gerekir. Aynı organlar, kapatma veya feshetme kadar sert olmayan para cezası, idari ceza veya bazı parti üyelerinin adalet önünde hesap vermesi gibi diğer önlemlerin söz konusu tehdidi engelleyip engellemeyeceğini de düşünmelidirler.

- Siyasal partileri yasaklamak veya feshetmek için alınacak yasal önlemler, partinin sadece üyelerinin değil, kendisinin de güttüğü siyasal hedeflerinde anayasal olmayan yöntemler kullandığını kanıtlamalı, alınacak yasal önlemler istisnai ve işlenen suçla orantılı olmalıdır.

- Siyasal partilerin yasaklanması veya feshedilmesi Anayasa Mahkemesi ya da dengi bir hukuksal organa ait olmalıdır. Dava süreci adil yargı, açıklık ve her türlü hukuksal güvence çerçevesinde gerçekleşmelidir.

***

Demokratik Toplum Partisi’nin kapatılmasına ilişkin olarak başta medya olmak üzere kamuoyunda her kafadan başka bir sesin çıktığı bir ortamda 1999 Venedik Sözleşmesi’nde belirtilen parti kapatma ölçütlerini özet olarak bu köşede aktarmayı yararlı gördüm.

Anayasa Mahkemesi DTP’yi kapatırken, bu ölçütlere uymuş mudur ya da karar ile bu ölçütler arasında bir çelişki var mıdır? Doğal ki bu soruları gerekçeli karar açıklandığında yanıtlayabileceğiz. Fakat söz konusu açıklamayla birlikte doğacak yeni tartışmalara şimdiden hazırlıklı olmanın da bir zararı yok.

HUKUK MU KAZANDI? SİYASET Mİ KAYBETTİ? - 13.12.2009

Anayasa Mahkemesi’nin Demokratik Toplum Partisi’nin kapatılması kararına ilişkin olarak basında yer alan yorumlar çoğunlukla “kararın hukuk açısından doğru, fakat siyasal açıdan yanlış” olduğu yönünde. Ben de kararın hukuk açısından doğru olduğu görüşündeyim, çünkü yürürlükteki yasalarla elleri kolları bağlanmış Anayasa Mahkemesi üyelerinin aksi yönde bir karar vereceklerini düşünmüyordum.

Haklarını vermek gerek, DTP’liler de partilerinin kapatılmasına kanıt/delil oluşturmak için ellerinden geleni yaparak Anayasa Mahkemesi’ne yardımcı oldular. Öyle ki partinin en üst düzey yöneticilerinden Emine Ayna bu “yardımı”, “Tabanımız dağa çıkmamızı istiyor!” diyecek ölçüde abarttı. Beklediği koşullar oluştuğuna göre Emine Hanım dağa çıkar mı, çıkmaz mı, bekleyip göreceğiz, fakat bugün için bildiğimiz, Anayasa Mahkemesi’ne bizzat DTP’liler tarafından dayatılan kararın sonuçlarının ülkemiz için pek hayırlı olmadığıdır. Karar Güneydoğu’da yeni gerilimlere yol açacaktır. Bu gerilimlerin güvenlik sorunlarına dönüşmeleri durumunda muhatabı devletin güvenlik güçleridir. Güvenlik güçlerinin doğru yönlendirilip yönetilmesi ise iktidarın sorumluluğundadır. Bu açıdan, AKP hükümetini önümüzdeki dönemde yeni görevler bekliyor demek kehanet değildir.

***

Bu şer’deki tek hayır kurulacak yeni partidir. Kürt sorununda kurulacak her yeni parti yeni bir umut, yeni bir şanstır. Ne yazık ki bugüne kadar kurulan partiler bu şansı doğru kullanamamışlar, dolayısıyla başta Güneydoğu olmak üzere Türkiye için umut olamamışlardır. Tam tersine kapatılanın yerine kurulan yeni partilerin yöneticileri söylem ve davranışlarıyla kendilerinden öncekilerden daha hırçın, daha keskin, daha uzlaşmasız bir görünüm sergilemişlerdir.

DTP’nin yerine kurulacak yeni partiyi de bekleyen en büyük tehlike budur.

Yeni parti, Kürt yurttaşlarımızın salt etnik farklılıklarından kaynaklanan sorunlara değil bölgenin ve ülkenin ekonomik, sosyal, kültürel sorunlarına da sahip çıkan, bu ülkede ezilen, horlanan, yoksullaştırılan ve yoksunlaştırılan tüm kesimlerin sözcülüğünü yapan bir Türkiye partisi olmalıdır.

TBMM’de temsil edilip edilmediklerinden bağımsız olarak daha önce kurulmuş fakat kapatılmış partilerin deneyimleri “dağ”a endeksli hiçbir partinin bu ülkede varlık şansının olmadığını, olamayacağını göstermektedir. Bu, salt Türkiye’ye özgü bir durum değildir, dünyanın hiçbir ülkesinde devlet şiddete, teröre, silahlı kalkışmaya hoşgörüyle bakmaz. Yoksa bizzat kendi varlığıyla çelişir duruma düşer. Dolayısıyla kendi potansiyel tabanının PKK’nın tabanıyla belli ölçüde örtüştüğü gerçeğine karşın yeni parti PKK ile arasına gözle görülür bir mesafe koymak zorundadır.

Miting alanlarında, geniş katılımlı salon toplantılarında kırmızı-sarı-yeşil renkler, yıldızlı flamalar, posterler, keskin sloganlar, İmralı’ya dayanışma mesajları belki alanlara, toplantılara farklı “renkler” katar, fakat bu renklerin son çözümlemede renk körlüğüne yol açtığı gerçeği de unutulmamalıdır.

***

Sınır ötesinden gelen 34 kişilik kafileye Habur’dan başlayarak birçok Güneydoğu ilimizde düzenlenen karşılama törenleri Kürt sorununun en azından tartışılma bağlamında gösterdiği gelişmede kırılma noktasını oluşturmuştur. Bu noktada AKP iktidarının gösterdiği basiretsizliğin daha fazlasını DTP’li yöneticiler göstermişlerdir. O güne kadar Kürt sorununun çözüme kavuşturulması yönünde DTP’yi destekleyen Türk kesimi tanık olduğu görüntüler karşısında kendisini geri çekmek durumunda hissetmiştir.

Kürtler, sorunlarının çözümünün “Türk’süz” olamayacağının bilincine varmalıdırlar.

Anayasa Mahkemesi’nin kararıyla kaybeden siyaset olmuştur. Bu kararla birlikte birçok şey için “Sil, yeni baştan!” durumu söz konusudur.

Ne var ki siyaset kaybettikçe asıl kaybeden Türkiye olmaktadır.

9 Aralık 2009 Çarşamba

KALLEŞLER, KALLEŞLİKLER - 09.12.2009

Önce Serap Eser kızımız, ardından yedi aslanımız… İçimde biriken öfkeyi kendimi okaklara vurup yüksek sesle haykırmamak için kendimi zor tutuyorum.

Nasıl bir gözü dönmüşlük, nasıl bir kalleşliktir bu? Durağa yanaşan masum insanlarla dolu bir otobüse Molotof kokteyli atıp insanları ateşe vereceksin, yakacaksın. Kulaklarında yanan insanların çığlıklarıyla inine gidip yatağında zıbaracaksın. Ertesi gün, ateşe verdiğin insanlar hastane köşelerinde acılar içinde kıvranırlarken, sen kalleşliklere ayarlanmış o az gelişmiş kötücül beyninde yeni ölümler kurgulayacaksın. Başka birileri de sen ve senin gibilerin yaptıklarını “demokratik eylem” olarak niteleyip sizlere övgüler düzecekler, sırtlarınızı sıvazlayacaklar.

Bir kalleş güruhu tarafından ateşe verilen 17 yaşındaki Serap Eren dün toprağa verildi.

O, hayatının ilkbaharında son yolculuğuna uğurlanırken, onun katilleri ve kuklalaştırdıkları o katillerin iplerini ellerinde tutan, onları sokaklara salan perde arkasındaki sahipleri kim bilir neler düşündüler?

Sevindiler mi?

Gururlandılar mı?

Zafer çığlıkları mı attılar?

Lanetim, lanetimiz üzerlerinde olsun!

***

En umulmadık, en beklenmedik ıssız bir yerde devriye gezen bir jandarma aracını pusuya düşürerek çapraz ateşe tutmaya, içindekileri öldürmeye, topraklarımızın ve insanlarımızın güvenliğini sağlasınlar diye göreve gönderdiğimiz askerlerimizi şehit etmeye kalleşlikten, alçaklıktan başka hangi ad verilebilir?

Bu yazıyı yazmaya başladığım dünkü Salı günü, öğle sularına kadar bu kalleş canilerin kimler olduğu, hangi terör örgütü adına cinayet işledikleri belli değildi. Fakat bu önemli midir?

Her kimlerse, hangi cinayet şebekesinin piyonlarıysa askerlerimizin üzerine boşalttıkları ilk kurşunla birlikte varlıkları gönüllerimizde ve beyinlerimizde var olan lanetliler listesine kazınmıştır. Bundan böyle onları da benzerleri gibi lanetle anacağız.

Büyük çoğunluğu erdemli, namuslu, onurlu ve yurtlarına koşulsuz bir sevgiyle bağlı olan bireylerden oluşan toplumumuzda askerlik “vatan görevi” olarak bilinir, ezelden beri böyle benimsenmiştir. Asker, ocağına adım attığı andan itibaren anonimleşir ve ortak bir ad alır, Mehmetçikleşir.

Mehmetçik tüm askerlerimizin ortak adı olmanın ötesinde o genç insanları ortak oğul olarak yüreğimize almamız anlamına da gelir. Her Mehmetçik evladımızdır bizim. Onun ölümü yüreğimizi dağlar, yüreğimizi acıtır.

Tokat-Reşadiye’de yüreğimizin yedi yerinden vurulduk; ulusça acı çekiyoruz, kanıyoruz. Acımız dinmeyecek, kanımız durmayacak.

Toprağa verdiğimiz Mehmetçiklerimizi unutmayacağız.

Işıklı yıldızlar yağsın üzerlerine.

***

“Eğer Mehmetçiklerimizin katilleri Kürtlerin safındansa bundan daha büyük ahmaklıkta bulunamazlardı,” diye yazıyordum ki televizyon Demokratik Toplum Partisi Genel Başkanı Ahmet Türk’ün konuşmasını verdi. Ahmet Türk, bu cinayetin “bir provokasyon olduğunu”, yüreklerini yaktığını, ulusumuza baş sağlığı dilediğini, bu alçakça cinayetin mutlaka aydınlatılması gerektiğini söylüyordu.

Dilerim öyle olsun.

--------------------------------------------

Okur Yorumları:

Sayın Kavukçuoğlu,

Bugünkü (9 Aralık 2009) "Kalleşler,Kalleşlikler" makalenizin ikinci bölümünün üçüncü paragrafında belirttiğiniz sonuç;

ulusça çektiğimiz acıya karşı belki bir "melhem" niteliğinde.

Ancak makalenizin sonundaki " dilerim provakasyon olsun" yaklaşımınız makalenizin ruhuna aykırı düştüğü kanısındayım.

Saygılarımla

Macit K.

----------------------------

Sayın Kavukçuoğlu.

Bu gün köşe yazınızı diğerlerinden önce okudum.

Yazdıklarınız gibi yüreğimiz kanıyor. İçimiz yanıyor.

Ancak son ayrımda Ahmet Türk'le ilgili bölüm ne yazık ki dilekten

öte değildir. Bir gün önce savaş çığlığı atan yargıyı tehdit eden

toprak ağası kürt Ahmet'in son söyledikleri iki yüzlülüğün ta kendisi.

Değerli İnsan Kavukçuoğlu.

Türkiye'de demokrasi ve insan hakları hakim kılınsa bundan ilk önce

Ahmet Türk rahatsız olacaktır.Ağalığın sona ermesini ister mi? Onun için bu kirli savaştan çıkarı vardır.

Göz yaşları da Bülent Arınç'ın göz yaşlarından farklı değildir.

Saygılarımla.

Memduh M.

--------------------

Deniz Kavukçuoğlu Bey;

9 Aralık 2009 tarihli "Kalleşler, Kalleşlikler" yazınızı okudum. Her kimlerse,.....bundan böyle onları ve benzerleri gibi lanetle anacağız derken, "Eğer Metmetçiklerimizin katilleriKürtlerin safındansa .....diye yazıyordum ki DTP Başkanı Ahmet Türk'ün konuşmasında bu cinayetin "bir provokasyon olduğunu" yüreklerini yaktığını söylüyordu demişsiniz.,

Yazınızı da "Dilerim öyle olsun" diye bitirmişsiniz.

Herşey ortada iken; Kürt Açılımının PKK' yı, DTP'yi ve Kürt Milliyetçilerini nerelere kadar götürmek istedikleri bu kadar açık seçik belli iken provakayon ihtimalini ortaya atan bir açıklamaya "Dilerim öyle olsun" diye bel bağlamanıza bir anlam veremiyorum.

Oysa bu gerçeği her gün defalarca yazan pek çok Cumhuriyet yazarı var. Haydi bizlere itibar etmiyorsunuz hiç olmazsa onlarının yazdıklarına bakınız!..

Orhan Bursalı Bey; bu günkü yazısında komplo teorileri kuranları, askeri ima edenleri utanç verici davranışta bulunmakla suçlamış. AKP'nin, Emine Ayna'nın ülkeden, olay ve gerçeklerden ne derece koptuğunu yazmış. Bilmem okudunuz mu?

Bence ülkeden, gerçeklerden kopanları uzakta aramasın. Hemen yanı başında olanlara baksın!..

Şaşkın müneccim gökte yıldız ararken önündeki kuyuya düşermiş!..

Saygılaımla.

Fehmi K.

7 Aralık 2009 Pazartesi

SU KOYUVERMENİN KÜRTÇESİ - 07.12.2009

Kürt çocukları günlerdir sokaklarda; Türkiye’nin çeşitli illerinde, özellikle de gün batımından sonra sokaklara dökülüp belediye otobüslerini ateşe veriyorlar, karakollara, öğretmen evlerine Molotof kokteylleri atıyorlar. Polislere taş atıyorlar. Müthiş öfkeliler, dur durak bilmiyorlar. Birileri kulaklarına, “Öcalan İmralı’da zor durumda,” diye fısıldamış, onlar da sokaklara dökülmüş. Çoğu ilköğretim ve lise öğrencisi; sorsan, bilgi donanımları açısından iki lafı bir araya getirip Kürt sorununu anlatabilecek durumda değiller. Çoğunun yaşı 18’in altında, çocuklar yani.

Ne zamandır bu köşede “taş atan çocuklar”ı yazıyoruz. Onlara yetişkinler gibi davranmayın, yaptıklarını çocukluklarına verin diyoruz. Çocuk mahkemeleri kurulmasını, onların da bu mahkemelerde yargılanmalarını, terör suçundan değil adi suçlardan yargılanmalarını istiyoruz. Böyle dediğimiz, bunu istediğiz için her yazımızdan sonra tepkiyle, eleştiriyle karşılaşıyoruz, aymazlıkla suçlanıyoruz.

Taş atarak, Molotof kokteyli atarak, belediye otobüslerini ateşe vererek, öğretmen evlerini kundaklayarak “eylem” yaptığını sanan bu çocukları sokağa salan, onları suç işlemeye teşvik eden büyüklerinin tersine biz onların geleceklerini, gelecekte yaşayacakları hayatları umursuyoruz. Bizim hangi ırktan, hangi soydan, hangi etnik kökenden geldiğimiz hiç önemli değil, bu ülkenin, bu yurdun, Türkiye’nin yurtseverleri olarak bu çocukları “çocuklarımız” olarak görüyor, onlara sahip çıkıyoruz.

***

O çocukları sokağa salan büyüklerini kınıyorum. Yanlış yapıyorlar. Sağa sola Molotof kokteyli atmanın, insanların araçları, belediye otobüslerini ateşe vermenin, öğretmen evlerini kundaklamanın hiçbir haklı gerekçesi olamaz. Ortada protesto edilecek bir durum varsa bunun yolu çoluk çocuğa zincirleme suç işletmek, o çocukların geleceklerini karartmak değildir. Bu davranışın adı vicdansızlıktır.

Son günlerdeki, Abdullah Öcalan’ın “iyiliği” adına girişildiği belirtilen sokak eylemleri birer suç fiili olmalarının yanı sıra sözde iyilik yapılan o insana kötülüktür de. Bir toplumsal uzlaşma zemininde Öcalan’a ceza indirimi yapılabileceğini düşünen kesimler bile bu sokak eylemlerini izlediklerinde iyi niyetli yaklaşımlarını revize etmek durumunda kalmaktadırlar.

Demokratik Toplum Partisi de özellikle bu günlerde sahip olması gereken soğukkanlılığı yitirmiş bir görünüm sergilemektedir. Bir DTP’li belediye başkanının “Biz, gerekirse Abdullah Öcalan için canımızı veririz!” sözleri, DTP’li milletvekillerinin “sine-i millet” çıkışı gibi görüntüler AKP’nin yüzüne gözüne bulaştırdığı “açılım” sürecinden umudu kesmelerinin belirtileri olarak da değerlendirilebilir.

Doğal ki DTP’nin kapatılmasına ilişkin olarak yarın Anayasa Mahkemesi’nde başlayacak görüşmeler de DTP’lilerin soğukkanlılıklarını yitirmelerinde etken olmuştur.

Fakat ne AKP’nin açılım projesinden umut kesilmesi, ne de Anayasa Mahkemesi’nin alacağı olumsuz bir karar olasılığı iki milyonu aşkın Kürt kökenli yurttaşımızın umut bağladığı bir siyasal hareketi demokrasi ve barış yörüngesinden çıkarmamalıdır.

***

DTP sözcüleri sokak eylemlerini, “Kürt toplumunun Abdullah Öcalan’a getirilen kısıtlamalara tepkisi” olarak değerlendiriyorlar, bu yönde açıklamalar yapıyorlar. Adalet Bakanlığı ise yeni kısıtlamaların söz konusu olmadığını, ille de bir kısıtlamadan söz edilecekse bunun Öcalan’ın yeni hücresinin eskisinden yalnızca 0.17 metrekare dar olduğunu ileri sürüyor. Fakat olay teknik bir sorun değildir. Kandil ve Mahmur’dan gelen 34 kişiyle birlikte Öcalan, Kürt sorununun siyasal merkezine oturtulmuştur. Her sözü, her davranışı, her sıkıntısı, her sevinci siyasal bir olaya dönüştürülmek istenmektedir. DTP, şayet bu oyunun baş aktörü ise bir an önce bu rolden sıyrılmalıdır, şayet değilse bu oyunla arasına mesafe koymalıdır.

Aksi halde buna yarı yolda “Su koyuvermenin Kürtçesi” derler ki bu da kimseye hayır getirmez. DTP’ye ise hiç!

6 Aralık 2009 Pazar

PAZAR ÇEŞİTLEMELERİ - 06.12.2009

İsviçre’deki minare yasağına ilişkin tartışmalar sürüyor. İsviçre şu sıralar boy hedefimiz, atış serbest, kimimiz dünya Müslümanlarına “Paralarınızı bu İslam düşmanı ülkenin bankalarından çekin!” çağrısı yaparken, kimimiz İsviçre’yi Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne şikâyet hazırlığı içindeyiz. Uzun yıllardır tanık olmadığımız İslamcı-laik ittifakı öyle bir gürültü kopardı ki olayda neyin gerçek, neyin gerçekdışı olduğu anlaşılamaz duruma geldi.

Oysa gerçek olan minare yasağının yalnızca “yeni minare yapımını” kapsadığı; bu, propaganda afişlerinden de anlaşılıyor. Afişlerdeki altyazının Fransızcası “Ou , á l’interdiction des minarets”, Almancası ise “Ja, zum Minarettverbot”. Türkçede “Minare yasağına evet” anlamına geliyor. Yani İsviçre’deki sayıları yaklaşık 100 bin olan Müslüman yurttaşımız ülkede bulunan 190 camiye ek olarak yenilerini açabilecek. Sözgelimi Basel’de olduğu gibi; orada on yıl önce iki cami varken, bugün on bir cami var. Milli Görüşçüler, Süleymancılar, Fettullahçılar, Diyanet… Yarış kızıştıkça cami sayısı da artıyor, artacak.

İslam’da minarenin “caminin olmazsa olmaz şartı olmadığını” da yeri gelmişken belirtelim.

Ancak yüzde 10’u-15’i camiye giden bir toplum adına bunca gürültü koparmanın herhalde ibadetten öte bir amacı olmalı. İnsanın aklına önce din’in siyasette araçlaştırılması geliyor, çünkü konu din oldu mu karşıt görüşleri seslendirmek pek olası değil ülkemizde, bu durum da içe dönük propagandayı kolaylaştırıyor. Sonuçta AKP’yi anlayabiliyorum da benzer rolü CHP üstlenince hâlâ yadırgıyorum. Herhalde bu da “çarşaf açılımı” gibi bir şey olmalı diye düşünüyorum. Ama yine de aklıma takılan bir soruyu sormadan edemeyeceğim, CHP, Allah’ın İsviçresi’nin Wangen kasabasındaki caminin minaresine böylesine sahip çıkarken İstanbul’da, Taksim Alanı’nda cami yapımına niçin karşı çıkıyor?

Bırakalım, ülkemizin her yeri camilerle dolsun. Diyanet İşleri Başkanlığı’na göre Türkiye'de il ve ilçe merkezlerinde 23 bin 239, beldelerde 8 bin 304, köylerde ise 47 bin 553 olmak üzere toplam 79 bin 96 cami bulunuyor. Dokuz yıl önce bu sayı 73 bin 772 imiş. Bence oldukça düşük bir artış, Türkiye gibi nüfusunun yüzde 99,9’unun Müslüman olduğu söylenen bir ülkede cami sayısı mutlaka ikiye, hatta dörde katlanmalı.

İstanbul’daki cami sayısı 2 bin 944, bu sayıyı 2 bin 893 ile Konya, 2 bin 694 ile Ankara, 2 bin 577 ile Samsun, 2 bin 489 ile Kastamonu zorluyor. Muğla’nın (1.020), Kırklareli’nin (277), Ardahan’ın (262), Iğdır’ın (200), Kilis’in (181), Yalova’nın (133) hele Tunceli’nin (96) durumları ise yürekler acısı.

Bu konuda CHP’ye büyük görev düşüyor. İsviçre’deki minare yasağına gösterdiği duyarlı tepkiyi burada da göstermeli, her türden İslamcı, muhafazakâr, mukaddesatçı güçlerle ve cemaatlerle iller temelinde ittifaklar kurarak az camili kentlerin yüreği yanık müminlerini acılarından kurtarmalı. Postmodern sosyal demokratlık bunu gerektirir.

***

Bir okurum, Sayın Ekrem A. Bana iki soru yöneltmiş: 1. İsviçre’de minare mi halkoyuna sunuldu, yoksa İslam mı? 2. Zamanın behrinden bu yana sinagog var, kilise var cami var, mescit var. İlk cem evi hangi tarihte nerede inşa edildi? İlk sorunun yanıtı yukarıda var. İkinci soruya gelince; Nevşehir, Hacıbektaş İlçesinde bulunan Hacı Bektaş Veli Dergâhı’nın Hacı Bektaş Veli (1281-1338) zamanında açıldığını biliyorum. Alevi, Bektaşi dergâh ve tekkeleri II. Mahmut döneminde 1826 yılında ya kapatıldı ya da yıkıldılar. Bu mekânlarda bulunan kitaplar yakıldı, üç Bektaşi babası idam dokuzu da sürgün edildi.

1925 Takriri Sükun Kanun’u kapsamında Alevi, Bektaşi dergâh ve tekkeleri de yasaklandı, ancak 1990’lı yıllarla birlikte genellikle “cem evi” olarak tek tük açılmaya başladılar. Devlet cem evlerini ibadethane olarak kabul etmiyor. Bir tek Kuşadası’nın Hacı Feyzullah Mahallesi’nde inşasına üç yıl önce başlanan cem evi 17 mart 2009 tarihinde Demokrat Partili Belediye Başkanı Fuat Akdoğan’ın “Kaçak ibadethane olmaz!” demesi üzerine ibadethane olarak ruhsat aldı.

Yaklaşık dört milyon Alevi’nin yaşadığı söylenen 12 milyonluk İstanbul’da cem evi sayısı yalnızca 25 ve hiçbiri ibadethane olarak kabul edilmiyor.

------------

Okur Yorumları:

Sayın Kavukçuoğlu,

Size üç soru yöneltmiştim. Çok teşekkür ederim, ciddiye alıp yanıtlamışsınız. Ancak, “neden İsviçre bile söz konusu olduğunda Türklerle Kürtleri –karşı karşıya getirmek için mi?- yan yana getiriyorsunuz?” diye sormuştum. Bunun yanıtı hiç yok. Önemli değil; çünkü eskiler sükût ikrardan sayılır derler. İkinci sorum “İsviçre’de minare mi oylandı yoksa İslam mı” idi. Bunu Türkler için değil İsviçreliler için sormuştum. Dolayısıyla yazınızda buna da yanıt yok. Olgu, bana göre, İsviçrelinin İslamı oylaması; bizim için ise, bu oylama ile İsviçrelinin dini araçsallaştırması. Asıl önemlisi üçüncü sorunun yanıtı: ben size dergâh ya da tekke ne zaman kuruldu diye sormadım. CEM EVİ ilk ne zaman inşa edildi diye sormuştum. Hacı Bektaş Veli zamanında Hacıbektaş’ta, daha sonraları da başka yerlerde kurulup II. Mahmut’un zamanında yıkılanlarla 30 Kasım 1925’te yasaklananlar CEM EVleri değil tekkeler ve zaviyelerdir. Eğer CEM EVleri sizin dediğiniz gibi TEKKELERİN YENİDEN AÇILANLARINA verilen ad ise, bu olgu hile-i şeriye, bir başka deyişle Türkiye Cumhuriyeti Devrim Yasalarının arkasından dolanmak değil mi? Eğer bu doğru ise -ki siz öyle diyorsunuz-, Sayın Tayyip Erdoğan da bir başka devrim yasasının, Tevhid-i Tedrisat yasasının arkasından dolanıyorsa onu nasıl eleştirebiliriz? Kuralımız EŞİTLİK mi yoksa BEN İSTEDİĞİMİ YAPARIM AMA O YAPMASIN mı? Ben birinciden, kişiler ve topluluklar arası eşitlikten yanayım, siz ise, anladığım kadarıyla- ikinciden. Ayrıca, yanıtınızdan yine anladığım kadarıyla, siz Alevî – Bektaşî farkını da bilmiyorsunuz, zira herkes Bektaşî olabilir, Alevîler de. Alevîlerin Bektaşî olanları da, olmayanları da Hacı Bektaşı Veli’ye taparcasına saygı duyarlar. Buna karşılık herkes alevî olamaz. Alevî olabilmek için alevî ana-babadan doğmuş olmak gerekir. Bektaşîlerin dergâhı, tekkeleri var; Alevîlerin -ne olduğunu bir türlü anlayamadığım- cem evleri.

Bir daha soruyorum: ilk cem evi (tekke değil) ne zaman inşa edildi?

Teşekkür ve saygılarımla.

Ekrem A.

-------------------------------------


Kendi dindaşı, vatandaşı için ortalığı ayağa kaldıran, demokrasi, özgürlük, insan hakları havarisi kesilen ancak başkası için kılını bile kıpırdatmayan insanımızın bu ikiyüzlülüğüne ilişkin güzel bir saptama olduğu için Deniz Kavukçuoğlu'nun 2 Aralık Çarşamba günü Cumhuriyet'te çıkan İsviçre'deki minare yasağı ile ilgili yazısını paylaşmak istedim. Bu da bir bakış açısıdır, dikkate alınmalıdır diye düşünüyorum.

Ben evimizin 50 metre ötesine yeni yapılan caminin ezan sesi ile hafta içi, hafta sonu istisnasız her sabah uyanıyorum, uyku düzenim ve huzurum kalmadı. Mağduriyetimi Diyanet İşleri Başkanlığı'na, İstanbul Büyükşehir Belediyesi'ne, Ataşehir Müftülüğü'ne, Ataşehir Belediyesi'ne her yere yazdım. Sesi kısıldığı söylenen ezan sesi sanki tam tersi inadına artırılmış durumda. Bu durumda benim yanımda yer almayan vatandaşımın, milletimin inancı gereği "Dar-ül Kafirun" (yani kafir toprağı) diye adlandırdığı bir topraktaki minare talebine ise hiç saygı duyamıyorum. Keşke o benim mağduriyetimi anlasa da ben de onun ibadet özgürlüğüne "Dar-ül Kafirun"da bile olsa destek verebilsem. Ne yazık ki inanç akıl kadar objektif olamıyor.

Mehmet Aktulga



İSVİÇRE’DE MİNARE YASAĞI - 02.12.2009



Bilindiği gibi geçen hafta İsviçre’de yapılan halkoylamasıyla ülke genelinde yapımları planlanan yeni minarelerin önü kesildi. İslamcı ve muhafazakâr basın kaç gündür İsviçrelilere ateş püskürüyor, “Nasıl olur da minarelerimizi yasaklarsınız!” diye. Dün de Başbakan TBMM Meclis Grubu’nda yaptığı konuşmada İsviçrelilere verdi veriştirdi, “medeniyetler arası çatışmadan” girdi, “minarenin referandumu olur mu”dan çıktı. Olayla hiç ilgisi olmayan biri duysa İsviçreliler camileri, dolayısıyla inanç özgürlüğünü ve ibadeti yasaklıyorlar sanacak.


İsviçre’nin nüfusu 7,5 milyondur; büyük çoğunluğu Katolik ve Protestan olan nüfusta Müslümanların payı yüzde 4,3’tür. Yaklaşık 323 bin Müslüman göçmenin üçte birini Türkiye’den gelen Müslümanlar oluşturmaktadır. Sayıları 100 bin civarında olan bu Türk ya da Kürt kökenli Müslümanlar içinde Sünni mezhebinden olmayanların sayısı ne kadardır, bu bilinmemektedir.


İsviçreli çoğunluk farklı dil, din, gelenek, göreneklerden gelen göçmenlerin ülkelerindeki varlıklarından “zil takıp oynayacak” ölçüde hoşnut olmamakla birlikte onların kendi inançlarının gereklerini yerine getirmelerine, dillerini konuşmalarına, gelenek ve göreneklerine göre yaşamalarına engel olmamıştır. İsviçre’de Müslümanların ibadet edebilecekleri 160’a yakın cami ve mescit bulunmaktadır.


Son halkoylamasında belirginleşen itiraz camilere değil, cami olarak kullanılan apartman dairesi, depo vb çok değişik mekânların herhangi bir yanına dikilmek istenen ve kent estetiğiyle uzak yakın hiçbir ilişkisi bulunmayan uyduruk, aynı zamanda da “provokatif işlevli” minareleredir. Olay, ülkenin doğusundaki Wangen kasabasında bulunan Türk Kültür Merkezi çatısına 6 metre yüksekliğinde bir minare inşa etmeye başlaması üzerine çevre sakinlerinin karşı kampanya düzenlemesiyle patlak vermiş ve kısa zamanda ülke geneline yayılmıştır.


Özetle söylemek gerekirse İsviçre’de Müslümanların inanç ve ibadet özgürlüklerinin kısıtlanması söz konusu değildir.



***



Doğrusu bana bu tür tartışmalar içtenlikli gelmiyor, burnum buram buram yükselen İslami propagandanın kokusunu alıyor. Ne var ki aldığım bu koku Avrupa’nın hemen her yerinde baş gösteren İslamofobiyi, İslam korkusunu göz ardı etmem anlamına da gelmiyor.


Çıkış noktam bu konudaki deneyimlerim ve gözlemlerim. Bugün, ülkelerinde minare istemiyorlar diye İsviçrelilere ateş püskürenler kendi ülkelerinde cem evlerini niçin aynı kararlılıkla savunmuyorlar? Türkiye’deki milyonlarca Alevi yurttaşımızın ibadet özgürlüğü İsviçre’de 160 cami ve mescide sahip bir avuç Sünni yurttaşımızın hak ve özgürlüğünden daha mı değerli?


Ya Alanya’da sürekli yaşayan, sayıları üç bine varan Ruslarla, sayıları yedi bin civarındaki Almanlar? Onların ibadet özgürlükleri yok mudur? Yıllardır kendilerine ait bir kiliseye sahip olabilmek için başvurmadıkları yer kalmadı. Yıllardır oyalanıyorlar. İnanç ve ibadet özgürlüğü madem evrensel bir haktır o zaman onların da bir kiliseye sahip olmalarını savunmak insani bir sorumluluk değil midir?


İnanç ve ibadet özgürlüğü söz konusu olduğunda Alevileri es geçeceksin, Katolikleri, Protestanları, Ortodoksları es geçeceksin, var mı yok mu Sünni dindaşların hakları! Bu “Rab bana, hep bana!” yaklaşımı evrensel haklar savunuculuğunun neresine sığıyor?


Size kendi tanıklığımdan bir fotoğraf karesi sunayım: Hamburg’un Sankt Georg semtinde üç cami vardır ve birbirlerine uzaklıkları 500 metredir. Bu camilerden biri Diyanetin, biri Milli Görüşçülerin, öbürü de Süleymancılarındır. Birbirleriyle kıyasıya rekabet ederler. Bu Türkiye’de görülenin çok ötesinde bir rekabettir ve yurtdışındaki cami bolluğunun da başlıca nedenidir. Rekabet kimi zaman öyle kızışır ki yurtdışındaki Müslüman müminler Türkiye’de hiçbir zaman göremeyecekleri görüntülere tanık olurlar. Örneğin, Hamburg Merkez Camisinin (Milli Görüş) arı peteği desenli minaresi gibi…


Ben de bir İsviçreli olsaydım… Bilemiyorum!


(Fotoğraf: İsviçre'de olayların başlamasına neden olan Wangen-Olten'deki cami ve minaresi)

Okur Yorumları:

Sayin Kavukcuoglu

Minarelerle ilgili Cumhuriyette cikan en mantikli yazi sizindi.Ben yirmibesyildir Isvicre de yasayan bir Türk vatandasi olarak burda hicbir sekilde dini kisitlama olmadigini rahatlikla söyleyebilirim.Nüfusunun ücte biri yabanci olan bu ülkede Isvicrelilerin anlayamadigi sey her kösede bakkal dükkani gibi durmadan artan cami
sayisi.Yaklasik ikiyüzbin nüfuslu Basel de 10 yil önce iki cami varken simdi 11 tane.Biri Süleymancilarin,biri Fettullahcilarin,öbürü baska bir hocanin.Bizim ülkemizde refarandum olsa ne olurdu acaba. Saygilar.

Ergun Ö.

------------------------------------

Sayın Kavukcuoglu,

Öylesine demokratsınız ve özgürlükçüsünüz ki 2 Aralık yazınızda -karşı karşıya getirmek için olmalı- Türklerle -lâzları, Çerkezleri, Fellahları.... değil de- Kürkleri yan yana getiriyorsunuz. Ancak hakkınızı da yememek gerek: Alanya örneğinizde size tümüyle katılıyorum.

Bir de iki sorum var: İsviçre'de minare mi halk oyuna sunuldu yoksa İslâm mı?

İkincisi: Zamanın behrinden bu yana sinagog var, kilise var cami var, mescid var.... İlk cemevi hangi tarihte nerede inşa edildi?

Saygılarımla.

Ekrem A.