20 Aralık 2009 Pazar

TÜRK OLMAK ÜZERİNE KİŞİSEL BİR ANI - 20.12.2009

Aramızda o konuşma geçtiğinde 10 yaşındaydı küçük oğlum. Almanya’da, Hamburg’da yaşıyorduk. O, ilkokula gidiyordu. Sınıfında Alman öğrencilerin yanı sıra neredeyse onların yarısına yakın sayıda Sırp, Hırvat, Yunan, İspanyol, Cezayirli ve Türk öğrencilerden oluşan bir yabancı grubu vardı. Bir akşam yemeğinde, sofrada, “Baba,” dedi, “herkesin başka bir hayat öyküsü var.” Boyundan büyük bir laf, diye geçirdim içimden. Fakat o benden bir karşılık beklercesine yüzüme bakıyordu. “Başka nasıl olur ki,” dedim, “herkes farklı yerlerde doğmuş, farklı ortamlarda büyümüş, farklı deneyimler geçirmiş…”

Sözümü kesti, “farklı yerlerden gelmiş, bizim okuldakiler gibi…” Kafasında sormak istediği bir soru olduğunu, fakat toparlayamadığını anlamıştım. “Biz de farklı bir yerden gelmedik mi?” dedim. “Türkiye’den geldik”, diye yanıltanı, “onu biliyorum, ama Türkiye’ye nereden geldik?”

Küçük bir çocuğa nasıl anlatılırdı bu büyük, tarihsel serüven?

***

“Bak oğlum,” diye başladım söze, “annenin büyük babası Orta Asya’dan, bugün Çin’in bir parçası olan Doğu Türkistan’dan gelmiş, deden ise Türkiye’de doğmuş. Anneannenin ailesi ise Arnavutluk’tan göçmüş, anneannen de deden gibi Türkiye’de doğmuş. Sen ise Nürnberg’de doğdun.” Biraz durduktan sonra, “Ya sen?” diye sordu. “Benim ailem İzmirli,” diye yanıt verdim, “dedelerim, babaannem, anneannem, hepsi İzmir doğumlu. Ama annemin anne tarafından dedesiyle onun kardeşinin genç yaşlarında ticaret için gittikleri Yunanistan’ın Mora bölgesinde iki Yunan kıza âşık olup İzmir’e getirdiklerini ve onlarla evlendiklerini biliyorum.”

Oğluma bunları anlatırken ben de belki ilk kez kendi “tarihsel” geçmişimle böylesine somut yüzleşiyordum. O ise yüzünde biraz da şaşkınca bir anlatımla gülüyordu. “Niye gülüyorsun?” diye sordum. “Amma da karışıkmışız,” diyerek sürdürdü gülmesini, sonra “bütün Türkler bizim gibi mi?” diye sordu. “Hepsi değil, ama çoğu bizim gibi,” dedim.

***

Ona anlayabileceğini umduğum bir dille Türkiye’nin ezelden beri bir “kavimler kapısı” olduğunu, topraklarının büyük uygarlıklara beşiklik ettiğini, Hititleri, Urartuları, Lidyalıları, Frigyalıları ve başkalarını anlatmaya çalıştım. Bu toplulukların yok olmayıp sonradan gelenlerle karıştıklarını söyledim. İyonlalılar, Bizanslılar, Selçuklular, Osmanlılar… Anlatacak ne kadar çok kavim, millet, devlet, uygarlık, imparatorluk vardı.

Rumlardan, Ermenilerden, Kürtlerden, Yahudilerden, Araplardan, Romanlardan söz ettim. Birinci Dünya Savaşı öncesi uzun bir dönem Balkanlardan ve Kafkaslardan Trakya ve Anadolu’ya gelen ve toplam sayıları neredeyse var olan nüfus kadar olan göçmenlerin nasıl yurtlandıklarını, Türkiye’nin farklı kökenlerden gelen, adına Anadolu denen o büyük harman yerinde harmanlanan insanların coğrafyası olduğunu anlatırken beni ilgiyle dinledi oğlum.

Çağdaş Türklük, Türkiye coğrafyasında uzun bir harmanlanma sonucu ortaya çıkan bir kimlikti, bir sentezdi. Bu kimliği kanla, soyla gerekçelendirmek kadar ahmakça bir şey olamazdı.

***

Oğlum ertesi gün okula giderken bisikletinin selesinin arkasına küçük bir Türk bayrağı yapıştırdı. O gün okulda, kendisine “Anadolu bizimdi, siz gelip el koydunuz, bizi kovdunuz,” diye sataşan sınıf arkadaşı Aleksi’ye neyin ne olduğunu anlatacaktı. Anlattı da, sonrasında ikisi iyi arkadaş oldular. Arkadaşlıkları uzun yıllar, Aleksi ailesiyle Yunanistan’a dönene kadar sürdü.

Oğlum bu doğruları kavradığında 10 yaşındaydı. Aradan 30 yıl geçmiş, şimdi bakıyorum, koskoca adamlar, üstelik okumuş yazmışlar da küçük bir çocuğun kavramakta hiç de zorlanmadığı gerçekleri göremiyorlar. Körlük mü yoksa ahmaklık mı, belki de bunlardan da öte bir şey. Bilemiyorum.

1 yorum:

ali zafer sapci dedi ki...

Nürnberg' ten söz edince aklıma "ŞİDDET" üzerine1- başlıklı gazete yazınız geldi, tekrar okudum. Bu yazınızı uygar insanların- yöneticilerin sorun çözme yöntemine ilişkin çok iyi bir örnek olarak gördüğümden hiç unutmuyorum.