6 Aralık 2009 Pazar

GÜNDEM - 02.11.2009

Olayı cıcığına kadar biliyoruz; her gün televizyonlardan göre, gazetelerden okuya ezberledik. Bir Türk Silahlı Kuvvetler personeli önce “olabilir” denip aranan, bulunamayınca “yok” sayılan o imzası kuru fotokopinin aslı olduğu söylenen ıslak imzalısını savcılığa gönderiyor.

Bunu basından öğreniyoruz. O meçhul personel ıslak imzalı “imha planını” kuru kuruya göndermiyor, demokrasiye gönül bağlamış her dünya, -özellikle de Türkiye Cumhuriyeti- insanını gözyaşlarına boğacak duygu yoğunluğuyla kaleme alınmış bir mektupla birlikte gönderiyor. Mektubu sızdırıldığı basın organlarında okurken gözyaşlarımız eşliğinde “irticacı şer odaklarının imhasına yönelik” faaliyetlerde bulunduğu söylenen cuntacı askerlerin esamisini de öğreniyoruz.

Muhbir personel bu ıslak imzalı belgeyi nasıl ele geçirmiş? Kim nerede nasıl bir faaliyette bulunmuş, nereden biliyor?

Yanıtı basit; muhbir askerin kendisi de bir ara bu faaliyetlerin içinde yer almış, fakat sonra nadim olup vazgeçmiş. Ne var ki vazgeçtiğini kendisinden başka kimse bilmiyor, o da bu durumdan yararlanıp dört buçuk ay önce, yani belgenin kuru imzalı fotokopisinin ortaya çıktığı gün ıslak imzalı aslını gizlice yürütmüş. Çevresinde hala “cuntacı” kimliğiyle dolaştığından “kim nerede ne yapmış” biliyor.

Ülke gündemini şu sıralar bu heyecan verici olay oluşturuyor.

***

Olayın doğal ki insanın merakını kaşıyan yönleri de var. Örneğin, muhbir asker belgeyi “Er, gene kon!” savcılarına iletmek için niçin dört buçuk ay beklemiş? Nedamet duyguları iyice olgunlaşsın diye mi?

Bir de işin meraka değer bir teknik yönü var; muhbir asker ıslak imzalı belgeyi yerine teslim için neden en güvenilmez yolu, “normal posta” yolunu seçmiş? Maazallah ya kayboluverseydi? Yoksa o muhbir asker Türkiye’de normal postanın en güvenilmez yol olduğunu bilmiyor mu? Eğer o da bizler gibi normal bir Türk ise bunu bilmemesi olanaksız. Eğer bunu bilerek o yolu seçmişse kafalarda kuşkular beliriyor, “Kaybolursa kaybolsun, yenisi yapılır!” gibi bir durum mu söz konusu diye.

Biliyorsunuz, teknoloji başını almış gidiyor. Hem her derdin bir çaresi var artık. Diyelim her şeyiniz tamam da bir ıslak imzanız eksik; hemen bir makine alıyorsunuz. Bu makinelerin ederi bin ile otuz bin arasında değişiyor. Koyuyorsunuz kuru imzayı önüne size aynısının ıslağını atıyor, hem de dilediğiniz kadar. Belgeyi siz yazın, altını o imzalasın. Üstelik parayı veren düdüğü çalar örneği atılan imzanın el ağırlığını bile ayarlayanları var.

Bu koşullarda ve bu bilgiler çerçevesinde insan her gördüğü belgeye, kuru ya da ıslak altındaki imzaya inanamıyor.

***

Ben bir 12 Mart ve 12 Eylül mağduru olarak TSK’nin siyasal yaşama her türlü müdahalesine karşı olan, “Asker kendi işine baksın!” diyenlerdenim. Anayasa’nın demokratikleştirip evrensel normlara uygun duruma getirilmesinden, askerin yerinin yeniden belirlenmesinden yanayım. Fakat TSK’ne yönelik eleştirilerin, “TSK bir fesat yuvasıdır!”, “Dağıtılıp yeniden kurulmalıdır!” dozuna yükselmesini de bu ülkenin bir insanı olarak içime sindiremiyorum.

Doğrudur, eğer varsa Türk Silahlı Kuvvetleri içindeki cuntacıları bünyesinden atmalıdır, demokrasiye karşı girişilen hiçbir faaliyet cezasız kalmamalıdır. Demokrasiyi ve bizi bu tür faaliyetlere karşı koruyacak olan ise hukuktur. Ne var ki hukuk Silivri’deki gibi işleyecekse durumumuz vahimdir. Buna rağmen sığınacak başka bir liman yoktur.

Bekleyip muhbir askerin ıslak imzalı belgesi özgün müdür, yoksa seri üretim midir, göreceğiz. Başka ne yapabiliriz ki?

Hiç yorum yok: