“Empati”, son zamanlarda sık kullanılan bir sözcük; En basit anlamıyla bir insanin kendisini karşısındaki insanin yerine koyarak onun duygu ve düşüncelerini doğru olarak anlaması anlamına geliyor.
İlk bakışta kolay gibi gelse de empati kurmak oldukça zor bir eylem. Kendi kişisel deneyimlerimizi anımsayalım. Bir arkadaşımız, bir yakınımız ya da herhangi biri bize bir sorununu anlatır, dinleriz. Dinledikten sonra da çoğu kez o sorun üzerinde düşünecek yerde ona toplumun genel yargılarından yola çıkarak bir tepki veririz. Tepkimiz genellikle kişisel duygularımızı dillendirmeden toplumun çoğunluğunun benimseyip kullandığı “kalıp” anlatımları birbiri ardınca sıralamak biçiminde olur.
Ya da karşımızdakinin sorunu üzerinde kafa yoracağımıza bu sorunu bir yana koyup kendimizi, “değerli”, “zengin” ve “öğretici” bulduğumuz deneyimlerimizi anlatmaya başlarız.
Her iki yöntem de empati kavramıyla hiçbir ilgisi bulunmayan, dolayısıyla karşımızdakine hiçbir yarar sağlamayan kolaycı yaklaşımlardır. Ne var ki bu yaklaşımlarımız, karşımızdaki için “bir şeyler” yapmış olmak duygusu verdiği ölçüde bizi mutlu eder, rahatlatır..
Bir de üçüncü tip bir yaklaşım vardır ki bu en zor olanıdır; kendimizi karşımızdakinin yerine koyar ve içimizden, “Ben asla böyle bir sorunun öznesi olmazdım!” dememize karşın toplumun değer yargılarını ve kişisel düşüncelerimizi bir tarafa bırakarak onun gibi düşünmeye çaba gösteririz. Düşünürken kendi deneyimlerimizi değil onun yaşadığı deneyimleri öğrenmeye çalışır, öne çıkartırız. Bu yaklaşım bizi bir sonuca götürür. Sorununa ilişkin bir çözüm önerisinde bulunamasak da, ona mutlaka hak vermesek de sorununu anlamaya çalışmamız karşımızdakini rahatlatır.
Böyle bakıldığında empati, her türlü uzlaşmanın, dayanışmanın, işbirliğinin sağlam zeminidir.
***
Bu konu geçen haftaki bir günlük memur eylemine ilişkin televizyon görüntülerini izlerken geldi. Televizyon habercileri “grev mağduru” yurttaşlar arasında dolanıyorlar, görüş alıyorlardı. Yurttaş çoğunluğu “mağduriyetini” dile getiriyor, grevcilere ateş püskürüyordu. Onların gidecekleri yere birkaç saat gecikmeleri, okullarda dersliklerin bir gün öğretmensiz kalması, hastanelerde polikliniklere bir günlüğüne hasta kabul edilmemesi, tren seferlerinin durması iki milyon kamu emekçisinin uzun yıllardır ilk kez ve bir günlüğüne demokratik haklarını kullanmalarından çok daha önemliydi.
Yurttaş çoğunluğu kendisini bir kerecik olsun demiryolu emekçilerinin, sağlık emekçilerinin, eğitim emekçilerinin ve öbür kamu emekçilerinin yerine koymayı, sorunlarının ne olduğu üzerinde düşünmeyi denemiyordu. En sık duyulan, “Vatandaşa bu eziyet çektirilir mi?” sözüydü.
1980’li yıllarla birlikte bu ülkede “kitlesel hak aramak” kötü bir edim, yasaklanması gereken bir eylem olarak görülür olmuştu. Başta Başbakan olmak üzere AKP ileri gelenleri eylemci emekçilere öfke kusuyordu. Hesaplar mutlaka verilecek, cezalar mutlaka çekilecekti!
Küresel kapitalizmin işbirlikçisi bir iktidarın sözcülerinin bu emek düşmanlığı doğaldı; onların ellerindeki güç bu ülkenin emekçi sınıflarının ezilmesi, sindirilmesi, sömürülmesi üzerinden yükselmişti. Güçlerini yitirmemek, iktidarlarını sürdürebilmek için kurulu düzeni ne pahasına olursa olsun korumak, olduğu gibi işletmek, emekçi haklarının önünde barikatlar kurmak zorundaydılar.
Ne var ki hayat akışları bir günlüğüne aksadı gerekçesiyle kendileri de emekçi kimi yurttaşların -bilinçsiz de olsa- kendilerini her gün ezen, sömüren, kanını iliğini emen sermaye iktidarının yanında yer almaları yürekleri burktuğu kadar insanın yüzünü de kızartan bir görüntüydü.
***
Empatinin bu nedenle önemli olduğunu düşünüyorum. Çünkü bu ülkeye bir gün “gerçek demokrasi” gelecekse buna toplumumuzun her kesimden emekçileri öncülük edecektir. Emekçiler kendilerini başka emekçilerin yerine koyup onları anlamaya çalışmazlarsa, sağlam bir zeminde sınıf dayanışması sağlanamazsa özlediğimiz o aydınlık gelecek hep bir hayal olarak kalacaktır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder