Kitap Fuarı nedeniyle geçen hafta beş günlüğüne Frankfurt’taydım. Beş günün tümünü virüsünü İstanbul’da kaptığım griple boğuşarak geçirdim. Fuarın ikinci günü Türkiye standında düzenlenen “Türk edebiyatında Almanya, Alman edebiyatında Türkiye” başlıklı bir açık oturumda Nazan Bekiroğlu, Oya Baydar ve Esmahan Aykol ile birlikte konuşmacıydım, sonunu nasıl getirdim, Tanrı biliyor. Neyse, bu kadar mızmızlık yeter.
***
Frankfurt Kitap Fuarı canlılığını her yıl biraz daha yitiriyor. Bir zamanlar on binin üzerinde olan katılımcı yayınevi sayısı sürekli azalıyor. Ne var ki geçen yıl 7.373 olan yayınevi sayısı bu yıl 7.335’e düşmüş olsa da Frankfurt, dünyanın en büyük kitap etkinliği ve uluslararası yayın borsası olma işlevini önümüzdeki yıllarda da sürdürecek. 290 bin 469 ziyaretçi tarafından ziyaret edilen fuarda bu yıl yaklaşık 120 bin yeni yayın sergilendi, bu sayı küresel ekonomik krizin dünya yayıncılık sektörüne “teğet” geçtiğini gösteriyor.
Çin, bu yılki Kitap Fuarı’nın konuk ülkesiydi. Fuar yönetiminin bu seçimi hem Alman hem de uluslararası insan haklarına duyarlı sivil toplum kuruluş ve kurumlarının tepkisine neden oldu. Özellikle Çin dışında yaşayan iki rejim karşıtı yazarın, Bei Ling ve Dai Qing’in önce fuarın Uluslararası Merkez Müdürü Peter Ripken tarafından kapanış toplantısına çağrılmaları, fakat daha sonra resmi Çin delegasyonunun fuardan çekilme tahdidini de içeren tepkisi üzerine konuşmacılar listesinden çıkarılmaları şiddetli protestolara yol açtı. İki arada bir derede kalan fuar yönetimi çözümü 2003 yılından bu yana “onur ülkesi” projesini başarıyla yürüten Peter Ripken’in görevine son vermekte buldu.
Bu yakışıksız durum bir yana Almanya genelinde düzenlenen yaklaşık 550 etkinlikte kendini öncelikle kültürel açıdan tanıtma olanağını bulan Çin’in organizasyon şefi Zhang Fuai sonuçtan hoşnuttu, katılımcı 225 Çin yayınevi uluslararası yayın pazarında 2.200 yayın hakkı satmayı başarmıştı.
***
Bu yılki Nobel Edebiyat Ödülünün Romanya’da bir Alman azınlık grubu olan Banat Schwablarına mensup yazar Herta Müller’e verilmesi ödül sahibinin belirlenmesinde yazarın siyasal eğilimlerinin ölçüt alınıp alınmadığına ilişkin tartışmalara yeni bir ivme kazandırdı.
Herta Müller, toprakları II. Dünya Savaşı sonrası kurulan sosyalist rejim tarafından kolektifleştirilmiş bir büyük toprak sahibinin torunu. Rejim karşıtı olan annesi Sovyetler Birliği’ne sürgüne gönderilmiş, babası ise Nazilerin askeri kolu Waffen-SS’in bir üyesi, Alman ordusunda savaşmış. Kendisi ise 1987 yılında Romanya’yı terk ederek Almanya’ya göçmüş bir antikomünist. Hemen tüm kitaplarında ele aldığı konuları bu eksene oturtarak Romanya’daki reel sosyalist rejimi eleştiriyor. Doğal ki edebiyat yapıtlarında da toplumsal eleştiri yazarın en doğal hakkı, fakat bu sıklıkta yinelendikçe, eleştiri bir reflekse dönüşüp mekanikleştikçe yapıtların tümü ele alındığında belirgin bir “kuruluk” gözlemleniyor.
Şu sıralar onun bu yıl çıkan son kitabını (Atemschaukel/Soluk Salıncağı) okuyorum. Herta Müller bu kitabının konusunu da aynı eksene oturtmuş, Romen-Alman bir gencin Rusya’daki bir çalışma kampındaki yaşamından kesitler sunuyor. Bakalım sonunu getirebilecek miyim?
***
Baden-Württemberg Eyaleti Tarım Bakanlığı yüksek miktarda “amitraz” içerdiği gerekçesiyle Türk armutlarının ithalini yasaklayıp tüketicileri bu armutları yememeleri konusunda uyardı. Amitraz, insanda konuşma bozukluğu, dikkat toplayamama, uyuklama gibi rahatsızlıklara yol açıyormuş. İstanbul’a dönerken uçakta düşündüm; bizim Tarım Bakanlığı yetkililerimiz bizleri niçin uyarmıyorlar bu sağlığa zararlı armutlar konusunda? Almanların canı can da bizim canımız patlıcan mı? Yoksa o armutlardan kendileri de bolca yediklerinden uyukluyorlar mı?
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder