Eskiden eline bir balta, çekiç ya da bir kazma alıp Atatürk heykellerine saldıranlara “meczup” denir, dönemin siyasal koşullarına göre bunların sayısında artışlar veya düşüşler gözlenirdi. Yakalanırlar, karakola götürülürler, haklarında tutanaklar tutulurdu.
Türk Dil Kurumu Büyük Sözlük’ünde “meczup” sözcüğü ilk seçenekte “Tanrı aşkıyla aklını yitirmiş kimse”, ikinci seçenekte ise “aklını yitirmiş kimse, deli” olarak veriliyor. Yukarıda sözünü ettiğim elleri baltalı-çekiçli-kazmalılar, yüzlerindeki çember sakalları, üzerlerindeki cüppeleri, kafalarındaki serpuşlarıyla genelde “belli” bir görünüm sergilediklerinden büyük olasılıkla “Tanrı aşkıyla aklını yitirmişler” kategorisinde değerlendiriliyor, dolayısıyla ceza almaktan kurtuluyorlardı.
Geçmişte toplumun ortak algısı da Atatürk heykeline saldıran bir kişinin mutlaka aklını yitirmiş biri olduğu yönündeydi. “Eski”, “henüz değişmemiş” Türkiye’de aklı başında bir insanın böyle bir şey yapması düşünülemezdi.
Son zamanlarda hızlanan “değişim” sürecinde “heykel”in bir simge olarak önemini yitirmesiyle birlikte eli baltalı-çekiçli-kazmalı meczup sayısı yok denecek ölçüde azaldı.
***
Atatürk’e ve onun kişiliğinde Türkiye aydınlanmacılığının ürünü, toplumun ortak değerlerine saldırı işini “liberaller” üstlendiler.
Atatürk’ün ne diktatörlüğü ne faşistliği ne de ırkçılığı kaldı.
Cumhuriyet de, Cumhuriyet Devrimleri de lime lime edildi.
Liberaller, Cumhuriyet kurulduğunda 13 milyonun biraz üzerinde olan nüfusumuzun yüzde 10’unun okuma yazma bilmediği, toplumun neredeyse tamamına yakın büyük çoğunluğunun kendisini “ulus” ile değil, Osmanlı Müslümanlığı ile özdeşleştirdiğini, böylesi bir zeminde çağdaş bir devlet kurmanın zorluğunu düşünmek istemiyorlar, hâlâ “Cumhuriyet eksik kuruldu, çünkü demokrasi yoktu” türünden ahkâm kesiyorlardı.
Atatürk’e, Cumhuriyet devrimlerine saldırıyorlar, saldırıyorlar ama bir türlü hızlarını alamıyorlardı. Öyle ki Taraf gazetesinin 10 Kasım tarihli sayısındaki köşesinde Atatürk’ü kastederek, “Cumhuriyet’in kurulmasından itibaren kötülüğü/ yanlışlığı/ çirkinliği bariz olan öyle işler yapıldı ki, iyiliği/ doğruluğu/ güzelliği sorgulanamaz olan bir isim üzerinden tüm bu zulümlerin hasıraltı edilebileceği sanıldı” diye yazan Hilal Kaplan, CNN Türk’te, Ahmet Hakan’ın Tarafsız Bölge’sinde “Cumhuriyet’in temellerinin Osmanlı dönemimde atıldığını” bile iddia edebiliyordu.
Aynı akşam, aynı programda yine bir Taraf gazetesi yazarı olan Melih Altınok “solculuk adına” 10 Kasım günü ilk sayfalarının tamamını ya da bir bölümünü Atatürk’e ayıran gazetelere ateş püskürüyor, kendi gazetesinin o gün Atatürk’ten hiç söz etmemesini savunurken, “İsteyen parasıyla ilan verir, gazete de yayımlar” diyerek aklı sıra “sol muhalefet” yapıyordu.
Atatürk’e ve Cumhuriyet devrimlerine saldırmak dincisiyle, yenilikçisiyle, değişimcisiyle, “yeni” solcusuyla 2000’li yılların liberallerinin ortak paydasıydı. Bundan geçiniyorlardı.
***
Durumları en acıklı olanlar ise özlerinde liberal sağcı, sözlerinde ise solculuğu kimselere bırakmayan takımın aktörleriydi.
Kadın-erkek eşitliğinden söz ediyorlar, fakat “eşit işe eşit ücret” istemi akıllarına gelmiyordu.
“Demokrasi”, “özgürlük” diyorlar, fakat sendikalaşma özgürlüğünü, memurlara grev hakkını ağızlarına almıyorlar, taşeronlaşmaya karşı çıkmıyorlardı.
Okurlarına Lenin’in “Emperyalizm”ini okumalarını öneriyorlar, fakat emperyalizme karşı çıkmıyorlardı.
AKP’nin, dolayısıyla kapitalizmin yanında, emeğin ise karşısında yer alan bir tuhaf insanlardı.
“Değişim” ile birlikte solculuğun ölçütleri de değişmişti anlaşılan.
İnsan gülsün mü, ağlasın mı bilemiyordu.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder