İslamcı gazeteler, Hint asıllı İngiliz yazar Vidiadhar Surajprasad Naipaul’un yaşayacaklarından korkup Türkiye’ye gelmemesini olağanüstü bir olaymış gibi yansıttılar sayfalarına. Oysa “olağanüstü” hiçbir yanı yoktu olayın; bu konuda ulusça deneyimliydik.
Geçen ay da 47. Antalya Altın Portakal Film Festivali’ne jüri üyesi olarak çağrılan ünlü Sırp yönetmen Emir Kusturica’yı bu görevi kabul ettiğine edeceğine pişman etmiştik. Adamcağız, kendisine yönelik şiddet karşısında jüri üyeliğinden çekilmiş, ardından da Türkiye’yi terk etmişti. Adamı kovmuştuk yani.
Türk olsun, Kürt olsun, yabancı olsun bizim gibi düşünmeyenleri ülkeden kovmak, sürmek, hayatı zehir etmek bir gelenektir bizde.
Naipaul’u, gezip gördüğü dört İslam ülkesinde yaptığı gözlemleri kâğıda döktüğü, kâğıda döktüklerinin de Müslümanlık açısından olumsuzluklar taşıdığı için Türkiye’ye gelmekten caydırmıştık. Naipaul, “dini” duygularımızı kabartmıştı. Sırpların Boşnak Müslümanlara uyguladığı mezalimi yeterince eleştirmeyen Kusturica ise “soydaşlık” duygularımızı.
Ahmet Kaya’ya saldırı nedenimiz, ona ülkesini yaşanamaz duruma getiriş nedenimiz ise 10 Şubat 1999 günü Magazin Gazetecileri Derneği’nce verilen “yılın en iyi sanatçısı” ödülünü aldığı toplantıda yaptığı konuşmada geçen sözleriydi:
“Ben bu ödül için İnsan Hakları Derneği’ne, Cumartesi Anneleri’ne, tüm basın emekçileri ve tüm Türkiye halkına teşekkür ediyorum. Bir de bir açıklamam var: Şu anda hazırladığım ve önümüzdeki günlerde yayımlayacağım albümde bir Kürtçe şarkı söyleyeceğim ve bu şarkıya bir klip çekeceğim. Aramızda bu klibi yayımlayacak yürekli televizyoncular olduğunu biliyorum, yayımlamazlarsa Türkiye halkıyla nasıl hesaplaşacaklarını bilmiyorum.”
Bu sözler “milliyetçi” duygularımızı harekete geçirmişti. Milliyetçi şiddetin hedefi durumuna getirilen Ahmet Kaya yurtdışına çıktı, ertesi yıl 16 Kasım günü sürgünde öldü.
Kafasına bir odun vurup öldürdüğümüzde Türk öykücülüğünün köşe taşlarından biri olan Sabahattin Ali 41 yaşındaydı. Kovuşturarak, mahkeme kapılarında süründürerek, zindanlara kapatarak, işsiz bırakarak hayatını zehir etmiştik. Yurtdışına gitmek istemiş, fakat pasaport vermemiştik. O da ayakta kalabilmek, insanca bir hayat sürebilmek için sınırı gizlice geçmek istemiş, bu nedenle Ali Ertekin adında bir “kaçakçı” ile anlaşmış, fakat amacına ulaşamadan, bir MİT mensubu olduğu daha sonra ortaya çıkan Ertekin tarafından 2 Nisan 1948 günü Bulgaristan sınırında öldürülmüştür.
Patlama noktasına gelen “antikomünist” hissiyatımız, usta yazarımızın, belleklerimize kazınan “Aldırma gönül aldırma…” dizesiyle unutulmazlarımız arasında yerini alan şairimizin sonunu getirmiştir.
Onca yıl zindanda yatırdıktan sonra serbest kaldığında “antikomünist” hezeyanla ve olanca gücümüzle dilimizin en büyük şairi Nâzım Hikmet’in üzerine yüklenmiş, şiddet söylemleriyle, ölüm tehditleriyle onu yurtdışına kaçmaya zorlamış, kaçtıktan sonra da “vatan haini” ilan etmişizdir.
Nâzım Hikmet 17 Haziran 1951 günü bir motorla Türkiye’den ayrılmış, 3 Haziran 1963 günü Moskova’da sürgünde ölmüştür.
Ermeni yurttaşımız, gazeteci Hrant Dink’i ise aldığı onca tehdide, karşılaştığı onca şiddete karşı yurtdışına gitmeyi düşünmediği için cezalandırmış, 19 Ocak 2007 günü güpegündüz, işlek bir caddede kurşunlayarak hayatına son vermişizdir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder